Neden Son Gezi!
Neden Son Gezi!
Sınırlı sayıda olsada yakın arkadaşlarım, dostlarım hatta eşim, sekiz bölümden oluşan "Belki Son Gezi!" başlıklı yazı dizisinin "başlığına" itiraz etti.
Bana sitem ettiler: neden "son gezi" demişim!
Aslında anladılar da.... İnceliklerinden ötürü benim başlığa yüklemeye çalıştığım anlamı (!) bir diğer deyişle "kabul etmediler" diyelim..
Bu hassasiyetleri için onlara içtenlikle teşekkür ederim.
Her şeyin bir başı, bir de sonu var!
Gerçek bu. Ayrıca korkunun ecele faydası yok.
(...)
Elizabeth Kubler Ross yaşamı anlamak için, ölümü anlattığı kitabında yaşamı beş evreye ayırıyor.
1- Birinci evre (Ret)
"Hayır... Ben olamam... Bu gerçek olamaz....
2- İkinci evre (Öfke)
Reddetmek mümkün olmayınca yerini öfkeye bırakır... "Yaşam adil değil..." "Neden ben...
3- Üçüncü evre (Pazarlık)
"Oğlum okulu bitirinceye kadar zaman ver.." "Bari torunumu göreyim...
4- Dördüncü evre (Depresyon)
"Ne fark eder ki zaten....
5- Beşinci evre (Kabulleniş)
"İyi bir hayat yaşadım be... Gitmeye hazırım..."
(Death and Dying / Ölüm ve Ölmek Üzerine/Boyner Yayınları-1997)
(...)
Yaşamın evrelerinden biridir itiraz veya isyan!
Öyle anlar yaşarsınız ki! Kabul edilmesi çok zordur. Doğal olarak isyan edersiniz. Ama ne yazık ki sonuç değişmez.
Bir iki derken yavaş yavaş gücünüzün sınırlarını anlarsınız!
İsyan devresinin arkasından gelir "kabullenme evresi".
Buna tevekkül de diyebilirsiniz.Bkz:
Buraya kadar anlatmaya çalıştıklarımı -işimize gelse de gelmese de- hepimiz anlıyoruz diye düşünüyorum.
Şimdi neden son gezi! Bunu anlatmaya çalışacağım.
Dilerim ki amacıma erişirim...
Öncelikle açılış fotoğrafına bir kere daha dikkatle bakmanızı rica ediyorum!
Garipliği fark ettiniz değil mi?
-!
Şimdi aynı kedinin bir dakika sonra çektiğim fotoğrafına bakın!
Görmenizi istediğim kulakların pozisyonu!
Üstteki karede kendisine göre sağ taraftan gelen bir uyarıya karşı kulak kabartması, onun doğasının bir gereği.
Her an tetikte olması onun üstlendiği analık ödevini başarı ile sürdürmesini sağlıyor.
Dört tane yavruyu içgüdüleri ile bu şekilde koruyor ve büyütüyor.
Üçü bir arada
Dört numara arkada.
Yeri geldi ünlü filozof José Ortega y Gasset'ten bir alıntı yapmak istiyorum.
" Avcının duyuları arasında bir tanesi vardır ki, bunun hiç yorulmadan her an çalışması gerekir. Bu duyu görme duygusudur. Bak, bak ve tekrar bak, her an, her yöne ve her türlü koşullar altında. Yürürken bak, dinlenirken bak, yemek yerken ya da puronu yakarken bak. Yukarıya, aşağıya, az önce geçtiğin yerlere, dağların zirvelerine, kayalıklara ve vadilere, dürbünle ve yalın gözle. Ve şunun bilincinde ol ki, eğer bakmasını biliyorsan, sekiz saattir gösterdiğin zorlu çabaya rağmen bir türlü bulamadığın av, tam günbatımında sen bitkin bir halde bu merakına küfrederek bir barınağın ya da çadırın girişinde ayakkabılarını çıkarmış, sızlayan ayaklarını ovalarken yüz metre içinde beliriverir.
En iyi öğüttür bu.
Bakmak. Ancak aykırı gibi görünmesine rağmen avcılık çabasının dayanağını oluşturan bu avcı bakışı gelişigüzel bir bakış değildir.
Avcı olan kişi kritik anın nerede oluşacağını bildiğinden emin değildir. Avın önünden geçeceğini varsayarak sakin sakin belirli tek bir yöne bakmaz. Ne olacağını bilmediğinin bilincindedir ve bu olgu avlanmanın en çekici yönlerinden birini oluşturur.
Dolayısıyla çok farklı ve üstün nitelikli bir dikkat göstermesi gerekir. Bu dikkat biçimi varsayılana takılıp kalmayan, aksine her türlü varsayımdan ve dikkatsizlikten kaçınan nitelikte olmalıdır. Söz konusu olan, tek bir noktaya bağlı kalmaksızın tüm noktaları kapsayan ‘‘genel’’ bir dikkattir.
Bunu anlatan heyecan ve canlılık dolu mükemmel bir sözcük var:
Tetikte olmak. Bkz:
İşte avcı bu tetikte olan insan demektir.
Uyanık insan.
Alıntı bu kadar.
Ben de "tetikte olma" kavramını "yaşamı algılama" olarak anlamlandırmak istedim.
Bunu -bana göre- yaşamı algılamak için çaba sarfederken işin kolayı diğer canlıları izlemekten geçiyor.
50 yıldan fazla bir zamandır izlerim: kedi her an tetiktedir.
İnsanlar niye olmasın ki!
(Derdimi kediler üzerinden anlatacağım hiç aklıma gelmezdi doğrusu.)
Öykü malum!
Tabelada "sünnetçi" yazıyor ama vitrininde bir saat durmaktadır.
Adamın biri içeri girer ve kızgınlıkla "saat ile sünnettin arasında ne gibi bir ilişki olabilir" diye başlar ve epeyce bir söylendikten sonra "vitrine ne diye saat koydunuz" diye sorar.
Dükkan sahibi sakince cevap verir.
Hiç bir ilişki yok. Siz ne koymamız gerektiğini düşünüyorsunuz?
-!..
Benim ki de böyle bir şey... Vitrine saat değil de kedi koydum.
Kediyi izlemek daha anlaşılır bir örnektir diye düşünüyorum.
Bu yazıya başlarken bu kadar zorlanacağım aklımın ucundan dahi geçmezdi.
Bir gün yazıyor, gece boyunca düşünüyor ertesi gün yazdıklarımı silerek bir kere daha yeni baştan yazmaya çalışıyorum.
Tartışmaya bile gerek görmüyorum. Beceriksiz olduğum aşikar.
Ama mazeretim var!
Bugün 70 yaşıma girdim. Olası ihtimalle "demans" diyebilirsiniz. Şaşırmam ve yadırgamam.
Ben neler hissettiğimi biliyor ve anlıyorum.
Ne rehavete kapılmanın,
Ne de isyanın hiç bir anlamı yok.
(Kedilerle başladım ara ara yeri geldikçe yine onlardan yardım isteyeceğim. Bu konuda hoşgörünüze sığınırım.)
Hayata merhaba dediğimiz doğum anı hakkında hiç birimiz "bu benim iradem çerçevesinde gerçekleşmiş bir olaydır" diyemeyiz.
- Doğru mu?
- Doğru.
İntiharlar dışında ne zaman öleceğini bilen var mı?
- Yok.
Ölümcül hasatlıklara bağlı son anların tespiti bile tahminden öte gidemiyor.
- Bu doğru mu?
- Bu da doğru.
Ötenazi!
Ülkemizde yasaktır ve halen tartışılan bir uygulamadır. Ayrıca derdimiz ölüm özgürlüğü de değildir. Bkz:
Ben bu gerçeklerden yola çıkarak diyorum ki:
Şu ana kadar 69 yıl yaşadım.
Bir başı belli (!) bir de içinde bulunduğum ana kadar yaşadıklarımı biliyor ve anlıyorum.
Son!
Meçhul gibi görünse de çokça yaşanan bir sahne var.
Yıllardır ki bir kılıcım kapalı kında,
Kimsesizlik dört yanımda bir duvar gibi;
Muzdaripim bu duvarın dış tarafında,
Şefkatine inandığım biri var gibi.
Sanıyorum saçlarımı okşuyor bir el,
Kıpırdamak istemiyor göz kapaklarım;
Yan odadan bir ince ses diyor gibi gel!
Ve hakikat bırakıyor hülyamı yarım.
Gözlerimde parıltısı bakır bir tasın,
Kulaklarım komşuların ayak sesinde;
Varsın yine bir yudum su veren olmasın,
Baş ucumda biri bana 'su yok' desin de!
Kemalettin Kamu
Var sayın ki 80 yıl yaşayacağım! Demek ki önümde ne olacağını bilmediğim 10 yıl var!
Belki çok daha az, belki de çok daha fazla. Bunu da bilemiyorum.
Yaşayacaklarımın içeriği ve niteliği hakkında da ise hiçbir bilgim yok.
Ne biliyorum? Sadece geride kalan 69 yılı.
Bir şeyi daha biliyorum.
Son anı yaşarken hiç kimseye "Hadi gidiyorsun ne yazacaksan yaz" veya "Seni dinliyoruz anlat bakalım" demezler.
O anda gücünüz varsa olsa olsa bir bardak su isteyebilirsiniz. Şiirin son mısrasındaki gibi.
- Doğru mu?
- Doğru.
(Ara ara onayınızı alıyorum ki durup durup başa dönmeyelim diye)
Gerçekler anlattığım gibiyse!
Şu anda yazacaklarımı ben aranızdan ayrıldıktan sonra var olan kronolojik sıradan alır o günün akşamına, olmadı ertesi günün sabahında bu sitede sanki "son yazı"ymış gibi yerine koyarsınız.
Oldu mu?
-!..
Neden olmasın ki?
Son günde yerine getiremeyeceğim mükellefiyetimi şimdi "eda" ediyorum.
Yanlış anlaşılmasın "veda" etmiyorum.
İçimden böyle geliyor.
Çünkü kendimi eskisi kadar güçlü hissetmiyorum.
Aşağıdaki şiir beni düşünmeye sevk ediyor.
İnandığın kadar gençsindir,
Şüphelerin kadar yaşlı;
Özgüvenin kadar genç,
Korkuların kadar yaşlı;
Ümitlerin kadar genç,
Çaresizliklerin kadar yaşlı.
Yıllar cildi buruşturabilir,
Ama hevesten vazgeçmek
Ruhu buruşturur.
Samuel Ullman
Şiirin ana temasını ortaya çıkartmak için onu şiir yapan süslü bir kaç kelimeyi çıkartınca geriye aşağıdaki düz cümleler kalıyor.
İnandığın, özgüvenin ve ümitlerin kadar genç,
Şüphelerin, korkuların ve çaresizliklerin kadar yaşlısın.
Yıllar cildi buruşturabilir, ama hevesten vazgeçmek ruhu buruşturur.
Bu cümle veya bu güzel şiir Batı dünyası için geçerli olabilir!
Neden şaşırdınız?
Bana göre:
İnandıklarım ile yaşadıklarım çelişkili...
Ümitlerim -gerçekçi bakış açısıyla- beklentilerimi karşılayacak gibi görünmüyor.
Buna karşı:
Özgüvenim had safada yüksek. Ruhum da yeni ütülenmeden öte ayrıca kolalı! (Kola, gömlek yakalarını ve kol ağızlarını sertleştiren bir kuru toz. Sulandırılarak ütüden önce kullanılr.)
Heves! Almış başını gidiyor . Onda da sorun yok.
Sizce bu gelecek için yeterli bir güvence mi?
Yıllar sadece cildi buruşturmuyor. O işin görünen yüzü... Aslı! Tel tel dökülen kadayıf misali...
Yürümeye mecaliniz yok. Dizlerimiz vücudu taşımak için eskisi gibi yeterli güvenceyi vermiyor.
Hadi şimdi anlat bakalım! Çok hevesliyim Olimpiyat oyunlarına katılabilir miyim?
Üfürmek kolay.Duygusal yaklaşmak kolay, gerçek ise acı.
-!..
Diyeceğim o ki bu ülkede yaşlıların geleceği görebildiğim ve anlayabildiğim kadar en azından beni korkutuyor,
Yeri geldi sormak isterim. Son saatinizde konuyu bu ölçekte tartışabilir miydiniz?
Özde:
Bu yaşa kadar iyi yaşadım. Doğan Cüceloğlu'nun tanımladığı gibi "keşkesiz bir hayat" diyebilirim.
İyiden çok daha öte örnek olacak bir eşim, sevgili ve saygılı evlatlarım var.
İyi evlilikler yaptılar. Gelinim veya damadım yok! Onlar da benim evlatlarım.
İki kız torunum var. Rüyalarım onlarla süslü.
Kısa bir zaman dilimini saymazsak hemen hemen hiç hastanelik olmadım.
Onda da benim gram dahlim yok.
Milliyet Gazetesi'nde yabanhayatı üzerine yazı yazıyordum. İki utanmaz adam (!) yüzünden köşemi uygunsuz şekilde kaldırdılar.
Hazmedemedim. Tansiyonum tepe noktasına ulaştı. Durduk yerde burnumdan kan fışkırdı.
Kanamayı durduramadık. Hastanelik olmamın sebebi bu. 10 gün kadar hastanede yattım.
Bahse konu kişilerin biri hayatı boyunca "itibarsız" yaşadı. Onun için bu durum çok da önemli değildi. Çünkü onun belleğinde bu sıfatın karşılığı yoktu.
İnsanlar diğerinin gerçek yüzünü bilmiyor.
Benden bin beter oldu. Zaman zaman kara kara düşünüyormuş!
Kimden mi bahsediyorum!
Her ikisi de kendini bildi, biliyor. Onları Allah'a havale ettim.
Not: Milliyet Gazetesine iki buçuk sene yazı yazdım. Bir kuruş para almadım. Bu gerçeğin bilinmesi lazım.
Çok sınırlı sayıda can dostum binlerce arkadaşım var.
Dostlarımın sayısı bir elin parmak sayısı kadar... Ama bu fazlası ile yeterli.
Kardeşim yoktu, "ağabey"in ne olduğunu hiç anlamadım.
Vardı!
Yoktu.
-!..
Herkese şirin görünmek gibi bir hali bu güne kadar hiç benimsemedim. Dolayısıyla Pollyanna'cılıktan hiç hoşlanmadım.
İnandığım doğruları savundum. Tek kaldım. Dik durdum. Kısacası:
İyi yaşadım. Hoşça kalın.
Vasiyet!
Olmaz mı?
Kediler yavrularına akıl almaz ölçüde sahip çıkarlar.
Ama...
Her yeni doğan canlının bir şekilde eğitime ihtiyacı vardır.
Ceza eğitimin önemli bir parçasıdır.
Kediler bu işi çok ciddiye alır.
Biz eğitim işine nasıl bakarız?
Avcı eğitimini neden sulandırdık!
İşte sebebi.
Ülkenin genel eğitim durumunu bilmeyenler için kısa bir özet.
İlkokul mezunu % 32
Zorunlu olan ilköğretim mezunu 13.6
Okuma-yazma bilip okul mezunu olmayan % 23.76
Ortaokul mezunu % 4.82
Lise mezunu % 18.1
Yüksekokul ya da fakülte mezunu % 7.55
Yüksek lisans yapmış olanlar % 0.49
Doktora düzeyinde olanlar % 0.13
Tüik’in 2009 verilerine göre ülke genelinde 9.624.250 kişi okuma yazma bilmiyor.
Okur yazar olmayan nüfusun 7.730.553'ünü ise kadınlar oluşturuyor.
Eğitim durumuna göre Türkiye’de en çok ilkokul mezunu bulunuyor.
Başka bir kaynakta 'da Eğitim ortalamasının ilkokul 4 olduğu belirtilmiş.
Daha fazlabilgi edinmek için Bkz:
Haydi CANBABA vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalb ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye,.
Ve zamana.
Katıp tozu dumana,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Çamlıca’dan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.
Cahit Sıtkı Tarancı -Küçük Çamlıca
Ölümün bizi nerde beklediği belli değil, iyisimi biz onu her yerde bekleyelim.
Montaigne
13 Ağustos 2014 Çamlıdere / Ankara