Düdüklü Tencere!


Hürriyet Gazetesi / 12 Mart 2013

Adım gibi biliyorum ki!

(M.Emin Bora)

Düdüklü tencere ile gazete kupürü arasında "ne gibi bir ilinti var" diye düşünüyorsunuz...

Yok.

Ben kuracağım.

Bunu yapabilmem için önce bazı bilgileri paylaşmak istiyorum.

Pek çok avcının gözünden kaçmamıştır ama yine de farkında olmayanlar için "Önce gazetede yayınlanan haberi okuyun" derim.

Biliyoruz ki:

Gazetenin birinci sayfasına büyük puntolarla bir haber konacak ise beklenen nihai amaç gündem yaratabilme çabasıdır.

Haberci mantığı bu şekilde çalışır.

Bu bir anlamda "okuyucuyu avlama" çabasıdır.

Tamam da... Bundan daha önemli bir şeyler yok mu?

Örneğin yaşanan olay hakkında "okuyucu doğru bilgilendirmek" çok daha önemli değil mi?

Okuyucunun zaaflarından istifade etmek, çaktırmadan onu yönlendirmek ne derecede doğrudur?

Benzeri soruları çoğaltmak mümkündür.

Dikkatinizi çekmeye çalıştığım konunun üst başlığı "haber etiği" olabilir ve içine çok şey girer.

Bir örnek sunmak isterim.

Aradan 40 seneye yakın bir zaman geçtiğini zannediyorum ama anılarımın içinde önemli bir yer işgal eder.

O yıllarda ...... Gazetesi'nde manşetten bir haber yayınlanmıştı. "Aspirin 5.00 TL" olacak gibi.

Haberi yapan o dönemde parlamento muhabirliği yapıyor.

Aspirinin normal fiyatının da o zaman 50 Krş. olduğunu varsayalım.

Gazeteyi eline alanın aklı çıkmıştı.

Aspirini kan sulandırıcı olarak düzenli kullanan milyonlarca insan, ister istemez telaşa kapılmıştı.

Haberi yapan sırıtıyor, okuyanlar ise çaresizlikten kıvranıyordu.

Aslında haberin aslı astarı da yoktu.

"Şan olsun" veya "gündem oluşturma" mantığı ile yapılan bir haberdi. Bana bizzat kendisi böyle anlatmıştı.

Şimdi soruyorum.

Bu habercilik mi?

Gazetecilik bu mu? (Merak edenler gazete arşivlerini tarayabilir.)

-!..

Gelelim bu haberdeki yanlışlara.

Manşette fotoğrafı monte edilen merminin 22 Cal. mermi ile en ufak bir benzerliği yok.

Muhtemelen 30 Cal. bir mermi. Üstelik bu mermi büyük bir olasılıkla da askeri.

Çünkü merminin çekirdeği bakır ceket ile kaplı ve sivri uçlu.

Avcıların pek çoğu bu tespiti kolaylıkla yapabilir.

12 Ağustos 1949 Tarihli Cenevre Sözleşmelerine Ek Uluslararası Silahlı Çatışmaların Kurbanlarının Korunmasına İlişkin (1) No'lu Protokol'da:

"...Haddinden fazla yaralanmaya ve gereksiz acı çekilmesine yol açan niteliğe sahip silahların, mermilerin, malzemenin ve savaş yöntemlerinin kullanılması yasaktır." denilmektedir.

Dolayısıyla yukarıda fotoğrafı olan bu mermi bahse konu tanıma tamamen uymaktadır.

Savaşta kullanılan mermiler karşı tarafı bertaraf ederken vücuda bir taraftan girdiğinde öte taraftan minimum ölçüde hasara sebebiyet verecek şekilde çıkması arzu edilir. Öldürmek değil saf dışı bırakmak nihai amaçtır.

Bir düşman askeri yaralarsanız, yaralıyı en az iki asker taşıdığı için -bir süre için de olsa- aynı anda üç kişiyi savaş dışına itmiş olursunuz.

Diyeceksiniz ki 21'inci yüzyılda savaşlar böyle mi oluyor?

Elbette ki hayır... Bahse konu yasa 2. Dünya Savaşı'nın getirdiği zorunlulukları bertaraf etmek için çıkartılmıştı.

-!..

Avda kullanılan mermiler ise diğerinin tam aksi bir mantıkla üretilir.

Mermi en kısa sürede kesin ölüme sebebiyet vermelidir.

Bunu sağlamak için mermi çekirdeklerinin uç tarafı yumuşak metallerden üretilebildiği gibi bu uçlar yarım küre şeklinde içe basık olarak da yapılabilir. (Hollow point)

Hollow point

Mermi, namlu ucundan çıktığı andan itibaren çekirdek, karşı hava basıncı ile karşılaşır.

Çukur uç havanın tesiri ile deforme olarak, daire testere gibi açılır.

Hedefin içine girdiğinde parçalara ayrılarak farklı yerlerden çıkarken iç kanamaya sebebiyet vererek hızla ölüme sebebiyet verir.

Yazarken bile sıkıldım dersem... :-(

Farklı çekirdek tipleri

Çekirdek tipleri kullanım amacına göre çok çeşitlilik arz eder.

Konu "yeterince açıklığa kavuşmuştur" diye düşünüyorum.

Dikkatli bir göz bilirkişi raporunu hem okumuş hem de anlamıştır.

Bilirkişi doğru bir tanımlama yapmış ama haberci gazeteye bu tanıma uymayan bir mermi fotoğrafı koymakta herhangi bir sakınca görmemiştir.

Bu okuyucuyu hafife almaktır. Ciddiyetten uzaktır ve en hafif tabir ile özensizliktir.

Yanlışlar bununla sınırlı da değil.

22 kalibre mermiyi, dolayısıyla 22 kalibre silahı suikast silahları içinde olduğunu var saymak bir diğer yanlıştır.

Haberde John F. Kennedy suikastına gönderme yapılarak "çok önemli bir haber" havası yaratılmak istenmiştir.

İnternet üzerinden bile olsa, bir araştırma yaparsanız 50 sene önce işlenmiş olan bu cinayetin halen karanlık noktaları olduğunu görebilirsiniz. Bu, en azından bizim için geçerli bir bakış açısıdır. Bu suikasta bir şekilde şahit olan 50'den fazla insan, normal olmayan şekilde hayatlarını kaybetmiştir. Suikast silahı için çok farklı iddialar mevcuttur.

Bir an için varsayın ki silah 22 kalibre olsun. Bu neyi değiştirir ki?

Yürürlükte olan "6136 Sayılı Ateşli Silahlar Kanunu" silahları:

"Bu suikast silahı değil, bu da değil, bu hiç değil diye ayırmaz :-).

Hangi silahı kullanırsanız kullanın doğru cümle " Suikastta kullanılan silah" şeklinde oluşur.

Bilmem anlatabildim mi?

-!..

Konumuz 22 Cal. ise...

Çok daha önemli bir konu başlığı var!

22 kalibre, metrik ölçüye çevrildiği takdirde 5.5 mm. olur.

Ülkemizde ruhsatsız olarak satılan bu kalibredeki (5.5 mm.) hava silahları yurt dışında ruhsata tabidir.

Aslında bu durum, bahse konu haberden çok daha önemlidir.

Hava silahlarına "oyuncak" gözü ile bakılmamalıdır. Benden söylemesi.

Aynı gazetenin 19 Aralık 2012 tarihinde yayınlanan haberinde: "Toplumsal olaylara biber gazı ve tazyikli suyla müdahale eden polis, bundan böyle gece eylemlerinde fener kullanacak. “Fenix TK 15” adıyla bilinen ve gözlerde geçici körlüğe yol açan fenerin alımı için Emniyet Genel Müdürlüğü çalışma başlattı." dedikten sonra haberde bu fenerin kolluk kuvvetleri tarafından muhtelif amaçlara hizmet edeceğini belirtiyor.

Buraya kadar bir diyeceğimiz olamaz.

Gelin görün ki son başlık yine bir özensizlik örneği.

El fenerini anlatmaya devam ederek:

"Fenerlerin bir benzeri de avcılar tarafından kullanılıyor. Gece avlanmalarında avcılar, özellikle tavşanları parlak led ışığı tutarak hareketsiz hale getiriyor" diyor. Bkz:

Pes birader!

Kaç kere gördün? Nereden bildin? Kimden duydun?

Var say ki gözünle gördün. O zaman "Avcılar (!) bu feneri gece tavşan avında kullanılıyor. Bu yaslara aykırı bir avlanma metodudur" de be adam de!..

De ki...

Bizler de sana teşekkür edelim. Seni alkışlayalım. Olmaz mı?

-!..

Üstelik bahsettiğin adamlar avcı değil ki!

Onlar tarih öncesinden kalan,

Gelişmelerden uzak; bilgiye, öğrenmeye kapalı,

Milyonlarca yıl öncesi gibi yaşayan hayvanları,

Teknolojinin kendisine sağladığı imkânlarla ele geçirmeye çalışan,

Kafa yapısı itibari ile mercimek (!) kadar bir düşünme merkezine sahip,

"Homo Habilis'le Neandertaller" arasında gidip gelen zavallılardır.

Beğenseniz de beğenmesiniz de kumaş bu!

İlgili bakanlık (!) avcılık kurslarını özenle takip etmediği için sayıları hızla artıyor.

Ne bekliyorsunuz?

El feneri ile ilgili bilgiyi ben avcı kardeşlerime 03 Eylül 2012 tarihinde sunmuştum.

"Bu kadarı yeterli olmalıydı" diye düşünüyorum. Bkz:

Şimdi özensizlik bağlamında benzer bir örnek daha sunacağım.

Aşağıdaki haber Habertürk Gazetesi'nin 21 Aralık 2012 Tarihli Kayseri ekinin 8'inci sayfasında yayınlanmıştır.

Ama gelin görün ki haber içeriği ile yayınlanan fotoğraf arasında ilgi yoktur!

Aşağıdaki fotoğrafı 12 Temmuz 2012 Tarihinde yayınladığım "Kapuzbaşı" başlıklı yazımda sizlere sunmuştum. Bkz:

Sarı daire içine aldığım kaya her iki fotoğrafın da aynı olduğunun somut delilidir.

Şimdi sormak lazım "Kapuzbaşı Şelalesi" nasıl oluyor da "Homurlu Şelalesi" oluyor!

Gazetenin bu ölçekte bir hata yapması, özensizliğin ta kendisidir.

Ben yapsam olur. Neden? Bu işten para kazanmıyorum. Üstelik "gazeteciyim" diyen sizsiniz.

Bunun adı da özensizliktir.

Kapuzbaşı Şelalesi / 2012

Kim ne derse desin her türlü olumsuzluğa rağmen gazetesiz bir yaşamı düşünemiyorum.

Bir fırt çay, bir kaç satır gazete yazısı...

"Sabahın olmazsa olmazıdır" benim için.

"Gazete gelmezse kahvaltının hiç tadı olmuyor" diyecek kadar bu işin müptelasıyım.

Gazete gündelik hayatımızın vazgeçilmezidir. Bir taraftan bize bir gün evvel yaşananlar hakkında bilgi verirken, içinde barındırdığı yazarlarla düşünce dünyamıza renk katarlar.

Farklı bakış açıları bizim için bulunmaz bir nimettir.

Fikri bağlamda zenginleşmemiz bu suretle olur. Hürriyet ve Habertürk okuyucusuyum.

Yeri gelmişken; Pakize Suda Hanım kısa süre önce "Son defa" başlıklı yazısıyla Habertürk'ten ayrıldı.

Bir tarafım eksik kaldı.. Dönem dönem bu acılara katlanmak zorundayız. Dilerim ki yeniden yazar da okuruz.

(Yazarın işine son verildiğinde gazete değiştirdiğim çok olmuştur ve gerekir ise yine yaparım.)

"Tavşan dağa küsmüş dağın haberi yok" diye düşünenlere "Tavşan kadar da olamadınız ya" derim.

Her neyse... Gazete okumak müthiş bir keyiftir. İşin özü bu.

 

Bilmemiz gereken önemli bir gerçek var. Gazeteci olmak için ille de bir gazetede çalışmak gerekmiyor.

Bu duyguyu içinizde hissetmeniz, bu uğurda çaba sarf etmeniz bence yeter de artar...

Üstelik bu işi para için de yapmıyoruz.

Bakın sizlere çok taze bir haber, canlı bir örnek sunmak istiyorum.

Üstün zekalı çocuklarla ilgili olmak üzere Hürriyet Gazetesi ve Habertürk Gazetesi aşağıdaki haberleri farklı bakış açıları ile dört kere yayınladılar.

Lütfen haberin yayınlandığı tarihleri dikkate alır mısınız?

19 Eylül 2012: "Hacettepe'de Enderun modeli." (Hürriyet Gazetesi)

09 Ocak 2013: "Dahi çocuk istihbarat ajanı gibi yetişecek". (Habertürk Gazetesi)

21 Şubat 2013: "Dahi çocuk aranıyor ama onları bulacak uzman yok" (Habertürk Gazetesi)

03 Mart 2013: "Yurtlardan 168 dahi çıktı." (Hürriyet Gazetesi)

 

Şimdi de 14 Eylül 2012 "Kapuzbaşı / Kayseri 3. Bölüm" başlıklı yazıma bakar mısınız? Bkz:

Benim önerim ilk haberin yayınlanmasından 5 gün evvel! Sonuncusundan ise yaklaşık beş buçuk ay önce.

Üstelik ben "Devletin ne yaptığını değil" "Ne yapması gerektiğini" yazmıştım!

Onlardan "Birkaç adım öndeyim" diye düşünüyorum.

Az gelişmiş bir ülkeye dünyanın en gelişmiş ülkesinde var olan tüm yasaları ve sistemleri getirebilirsiniz.

- Olabilir mi?

- Neden olmasın?

Şimdi düşünülmesi gereken: Bu ülkenin gelişmiş ülkeler arasında sayılıp sayılmayacağıdır.

-!..

15 gün kadar önce Ankara Kalesi'ne gittim. Zaman zaman kale çevresindeki sokakları fotoğraflarım.

Yakın tehdit!

Kahve renkli kapısı olan dükkanda keklik kafesi satılır...

Bu bina bir gece veya gündüz "cort" diye çökecek...

Bizler şaşıracağız!

Son sözlerimiz "Kader işte.. Ne yapabilirsin ki!" veya benzeri bir şeyler olsa da...

Dosyanın kapanması için mutlaka bir suçlu bulmak gerekecektir.

Bulunur da...

Olmadı "bir uğursuzluk" olduğuna inanabiliriz.

Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime,

Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime,

Perde-i zulmet çekilmiş, korkarım ikbalime,

Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime

Ankara Kalesi / Çevredeki sokaklardan bir görüntü / 2013

Yeteri kadar fotoğraf çektikten sonra rotamı Çıkrıkçılar Yokuşu'na çevirdim.

Bu bölge benim üzerimde farklı duyguların tetiklenmesine sebebiyet veriyor.

Babam subaydı. 1958 yılında Kayseri'den Ankara'ya yarbay rütbesi ile tayin edilmişti.

O zaman Ankara'nın merkezi Ulus sayılırdı.

1960 senesinde Anafartalar Caddesi kentin en şık mağazalarının bulunduğu bir caddeydi.

O dönemin popüler alışveriş merkezi burasıydı ve biz de çok sık gezerdik.

"Yarın" korkusu ile kazanılmış (!) mutlulukları tekrar tekrar anımsayarak dolaşmaktan büyük bir haz duyuyorum.

(...)

"Çıkrıkçılar Yokuşu'nda büyük bir züccaciye dükkanı var.

Kayalar...

Oradan geçerken mutfağa merakımdan ötürü mutlaka uğrarım. Yine öyle yaptım.

Geçen sene mağazada gördüğüm yarı profesyonel bir kıyma makinesinde aklım kalmıştı.

İçeri girdiğimde mağazadan sorumlu olan beyefendiyi iki genç hanımla hararetli bir tartışma yaparken buldum.

Genç hanımlar satın aldıkları bir düdüklü tencereyi zaman içinde "pişirmiyor" tanısı ile mağazaya bırakmışlar.

Mağaza sorumlusu:

"On beş gün kontrol ettik tencerede herhangi bir sıkıntı yok. Çok da güzel yemek pişiriyor" diyor.

Hanımlar ise kararlı. "Nuh diyor, peygamber demiyorlar" Gözleri farklı bir düdüklü tencere arayışında.

Öyle ki... Zaman zaman evlerini telefonla arayarak ebeveynlerinle fikir alışverişinde bulunuyorlar.

(Vaktim var. Kokuyu aldığımı zannediyorum:-)

Biraz öteye çekilerek konuşmayı takip etmem lazım. Öyle de yapıyorum.

Satıcı kendinden emin, kızlar ise "gel-git" yaşıyorlar. Yeni bir düdüklü tencere alma yönünde temayülleri var.

Satıcı özellikle AVM'lerde göremeyeceğiniz bir samimiyetle "Yenisine para harcamayın. Bu işinizi görür" derken:

Kızlar kararsızlıklarını sürdürüyorlar.

Satıcı farklı bir yöntemle kızları ikna edeceğini düşünüyor.

- Suyu şu çizgiye kadar koydunuz mu?

- Evet.

- Buhar çıkınca düdüğü kapattınız mı?

- Evet.

- 30 dakikada pişmesi lazım. Süreye tam tamına uydunuz mu?

- Evet.

Pişti mi?

- Hayır.

-!..

- Ne pişirdiniz?

- Mercimek.

-Haa... O zaman mercimeği değiştireceksiniz. :-)

-!..

"Soru-cevap" şeklinde gelişen ve hepsi hepsi 1 dakika kadar süren bu diyaloğu dinlemenizi çok isterdim.

Hele hele son önerinin söyleniş şeklini...Dudaklar ciddi, gözlerin içi gülüyor...

Aradan onca zaman geçti anımsadıkça ben de halâ gülüyorum.

(...)

Son on sene içinde büyük bir değişime şahit olduk.

Sağlık sistemi baştan aşağı değişti.

Eğitim de öyle...

Yargı parça parça değişiyor...

Yeni bir anayasa ile çok şey değişecek...

Bizler değişecek miyiz?

-!..

Asıl sorun burada gibi...

Bir an için bu değişimi düdüklü tencereye benzetelim!

Özellikle de ilgi alanım olan yaban hayatı için bir şeyler söylemek isterim.

İnternet üzerinden yaban hayatı ile ilgili kurumları incelediğimizde mükemmele yakın kuruluş şemaları ile karşılaşıyoruz.

Ama gelin görün ki bu düdüklü tencerede yemek pişmiyor!

Ne yapabiliriz?

-!..

Mercimeği değiştireceğiz.

-!..

Anlatabildiğimi düşünüyorum.

 

 

Akıllıyı arkada tutma, akılsızı kılavuz etme

 

 

 

  

        26 Mart 2013 / Ankara

 

 

 

Bu yazı 7117 kez okundu...