Azdavay - Valla Kanyonu Yedigöller ve Yaşanmış Öyküler
(Bir avcının bakış açısı ile...) 1. Bölüm


Çamlıdere'de gün doğumu
13 Kasım 2012 Saat / 08:00

Sonbahar geldi hatta gitti gidiyor...

Bu sene Doğu Anadolu'ya gidemedim. Yöreyi iyi bilen dostlarım özellikle "gitme" dediler.

Planda Van, Hakkari ve Şemdinli vardı.

Bu rotayı gerçekleştirmek nasip olacak mı?

-!..

Bir dostum "kısmetse yoksa dayak bile yiyemezsin" demişti:-) İnşallah kısmettedir.

(...)

Sonbahara fotoğrafçılar "uzunca süren bir bayram" gözü ile bakıyor diye düşünüyorum.

Yedigöller / Bolu

En azından bu tanım benim için geçerli.

Aslında sonbahar bir anlamda bereket demek.

Bir yandan hasat yapılırken söz, nişan ve düğün birbiri ardına gelen mutluluk vesileleridir...

Siz doğanın bahşettiği renk zenginliğine hayran hayran bakarken:

Yaşları kemale gelmiş, hatta ötesine geçmiş insanlar, yere düşen yaprakları gözlemlerken geçen zamanın muhasebesini yaparlar...

"Ne yaptım?"

"Niye yaptım"

"Ne yapmalıydım?"

Ve daha nice benzeri sorular arasında pişmanlıkları ile yüzleşirler,

Geç kalmış olmanın acı gerçeği ile.

Bu bağlamda -elimden geldiği kadarı ile- hayatımda "keşke"lere yer vermemeye çalışıyorum.

Yarın ölecekmiş gibi...

Yedigöller / Bolu

Fotoğraf altlarındaki açıklamalara çok önem verdiğimi biliyorsunuz.

Bunu özellikle yazmadım. Mantar deyip geçmenin de bir anlamı yok.

Bildiğim kadarı ile yine bir ilki yaşıyoruz. Bu konuda yoğun emek ürünü bir kitap çıktı.

Tıpkı Ahmet Baytaş'ın "Türkiye'nin Kelebekleri" kitabı gibi.

"Türkiye'nin Mantarları - 1"

Jilber Barutçiyan'ın ellerine sağlık. Bir boşluk daha dolduruldu.

Bu kitabı internet üzerinden temin ettim.

Okuduğumdan anladığım kadarı ile mantarı teşhis etme işi hem ciddi bir bilgiyi, hem de gözlem ağırlıklı bir tecrübeyi gerektiriyor.

Bu konuda ne bir bilgim var ne de tecrübem

Okuyucuyu yanlış yönlendirmemek için mantarın adını yazmaktan sarfı nazar ettim. (kaçındım)

Kitapta benzeri o kadar çok sayıda mantar var ki....

Bu yazıma 14 Kasım'da başladım.

Dilerim ki sonbaharı yolcu edene kadar bitirebileyim.

Son bir buçuk ay içinde altı gezi yaptım:

Kastamonu - Azdavay - Daday - Pınarbaşı - Safranbolu - Ankara (05 Ekim 2012)

Ankara - Yedigöller - Ankara (06 Kasım 2012)

Ankara - Çamlıdere - Yedigöller - Ankara (13 Kasım 2012)

Çamlıdere'de Kurban Bayramı süresi içinde 3 defa da 50 Km çaplı bir alan içinde sonbahar fotoğrafı aradım!

Güneşi, sararmış yaprakları ve bulutları bir araya getirmek işin olmazsa olmazı.

Zor olan da bu.

Alakoç Yaylası / Çamlıdere

3 gün boyunca tabir-i caizse at gibi koşuşturdum.

Derdim sizin aklınızı çelmek!

-!..

Acaba sizi fotoğraf dünyasının içine çekebilir miyim?

Alakoç Yaylası / Çamlıdere

Bir düşüncem daha var!

Kısmetse 2013 yılının kasım ayı içinde "Kedi - Kelebek" başlıklı bir fotoğraf sergisi açmak istiyorum.

Önümde bir yıllık bir süre var! Bu serginin adı da değişebilir içeriği de "Sonbahar ve Mantarlar" ikinci başlığım.

Yedigöller / Bolu

Fotoğrafçılıkla avcılık arasında o kadar yakın bir ilişki var ki... Beni motive eden itici güç bu.

Her iki uğraşının arasında :

Zamanla, (mevsim bağlamında kullandım)

Işıkla,

Kullanılan ekipmanlarla,

Anla, (çok kısa zaman bağlamında kullandım)

Doğru tercihle,

Benzeri zorluklarla,

Ahlakla,

Benzer sahalardaki uygulamalarla,

ve

Sonuçları itibarı ile - içerikleri tam tamına uyuşmasa da- var olan pek çok benzerlikler şaşırtıcı ölçüdedir.

Avcılıkla olan aktif ilişkimi bitireli oldukça uzun bir zaman geçti.

İlk fotoğrafımı çektiğimden bu yana da 54 sene geçmiş.

Avcılık sırasında kimi zaman hüzünlü anlar yaşadığımız gibi, çoğunlukla neşeli anları paylaştığımı anımsıyorum..

Fırsat bulabilirsem genç kuşaklara bu öyküleri aktaracağım.

Yukarıda saymaya çalıştığım benzerliklerin içinden "doğru tercih"in ne anlama geldiğine dair bir örneği:

"avcılık ve fotoğrafçılık" başlıkları altında iki farklı öykü ile anlatmaya çalışayım.

Avcılık Anılarım -1

1969 yılı olduğunu zannediyorum.

Eylül ayı içindeydik. Keklik avı açılmıştı. Çil keklik avı da yasak değildi.

Oturduğumuz apartmanın hizmetle görevlisi olan Hasan ile Haymana'ya ava gittik.

O zamanlar Ankara - Haymana yolu topraktı.

Köy yolları ise Allah'a emanet. Av dönüşü un çuvalından çıkmış gibi olurduk.

Yolun orta yerinde bir kuzunun yalnız başına kaldığını gördüm. Çevrede ne çoban ne de koyun sürüsü vardı.

Hayvan canhıraş biçimde bağırıyor biz ise ne yapacağımızı bilmiyorduk.

Sonuçta hayvanı arabaya aldık. Biraz ötede sürüyü bulur ve teslim ederiz diye düşündük.

Gel gelelim evdeki hesap çarşıya uymadı. Uzunca bir yol kat ettik. Sürü de yoktu çoban da.

Yakında gördüğümüz bir çeşmenin yanında durduk hemen yanı başımızda da pancar tarlası vardı.

Hayvana önce su içirdik, daha sonrada tarlanın yakınına bıraktık. Aklımızca açlığını ve susuzluğunu gidermiştik.

O sırada tarladan bir alay çil keklik kalktı. Biz de onların arkasında kendimizi tarlaya attık.

Çok geçmeden atış mesafesinden alay ikinci kere kalktığında her avcının yaşadığı o sihirli anlar başlamıştı.

Vuruyor ve bir yandan yere düşen kekliği kıtkaya asarken diğer yandan da sürünün konduğu yeri kestirmeye çalışıyordum.

Yarım saat kadar bir süre geçti.

Ben çillerin bilmem kaçıncı kere nereye konduğunu ararken tarlanın diğer ucundan bir adamın bana doğru bağırarak koştuğunu gördüm.

Yaklaştığında ise sağ elindeki orağı.

Küfürler havada uçuşuyor hız kesmeden doğruca üstüme geliyordu.

"Ulan xxxxxx xxxxxları Neden keklikleri vuruyorsunuz?"

Hemen elimdeki tüfeğin ağzındaki mermileri boşalttım.

Aramıza 2-3 m bir mesafe kalmıştı.

Hızla tüfeği sağ elime aldım ve sol elimle bana doğru savrulan orağı tutan eli ben de bileğinden tuttum.

Tıpkı filmlerdeki gibi oldu.

Oldu da adamın boşta kalan sol eli yumruk şeklinde yüzüme bir iniyor bir kalkıyordu.

Kısacası bir elimde tüfek bir elimde orak temiz bir sopa yiyiyordum.

Ben o zamanlar 24 yaşında ve zıpkın gibiydim.

Tom Miks ile başlayan kültürüm Karaoğlan'la pekişmiş, ayrıca Doğu Batı sentezine vakıftım.

Clark Kent gibi uçabilir, Muhammed Ali gibi vurabilirdim.

Yanlış hatırlamıyorsam adam da 70'li bir yaşın içindeydi. Yüzüme vurduğu yumruklar canımı acıtmıyordu.

Olağanüstü bir hal yaşıyor olmama rağmen bu durumu süzebilmiştim.

O sırada tarlanın diğer başında av yapan Hasan'ın adama arkadan koşarak yaklaştığını gördüm.

Gözleri kocaman olmuş iki eli ile tuttuğu tüfeğin dipçiğini adamın başına yerleştirme çabası içinde olduğunu fark ederek canhıraş bir sesle bağırdım:

- Hasann.... Yapmaaaa!!!!

Nasıl bir ses çıkartmışsam Hasan o saat havada asılı kaldı.

İhtiyar kurtulmuş sıra bana gelmişti.

Hasan bir yandan ben bir yandan, önce elindeki orağı emanete aldık. Adamın kolunu bükerek yere çökerttik.

Tamam da ağzını da bağlamadık!

Beni ve ailemi bırakmış geniş bir perspektif ile tüm sülaleyi baştan başa boyuyordu. Hem de inceden inceye...

Abartmıyorum 10- 15 dakika kadar bir zaman geçti. Adam dur durak bilmeden astarı bitirmiş ikinci kata geçmişti.

Ağzımız açık kuzu kuzu dinliyorduk.

Hasan bir yandan adama nasihat çekerken bir yandan da gözü ile benden "adama şevkat gösterme hususunda" onay vermemi bekliyordu.

Uzaklardan iki çobanın bize doğru koştuğunu gördüm. Tabii ki at kılıklı çoban köpekleri ile...

Her ihtimale karşı tüfeğimi o an doldurduğumu kesinlikle iyi anımsıyorum.

Köpekleri vurup vurmama hususunu olası gelişmelere bırakarak beklemeye başladım.

Çobanlar geldi. Aklı başında insanlarmış. Araya girmeye çalıştıklarında yaşlı adam iyice azıttı.

Baktık olmuyor usta son kat boyaya girmeden oradan ayrılmayı yeğledik.

Biz süklüm püklüm arabaya binerken yaşlı adam aynı makamda devam ediyordu.

Düştük yola...

Ankara'ya dönerken Hasan krize girdi.

Ağzından köpükler çıkartırken sarf ettiği curcuna makamındaki küfürlerin ahengini hiç unutamıyorum.

Ona ağrı kesici verdim. Yol boyunca yatıştırıcı sözler söyledim. Adama kızgındı ama bana daha çok kızdığını düşünüyorum

Eylemi onaylamadık ya...

Her neyse sağ salim eve geldik.

Gece yemekten sonra erkenden yattım. Aradan 2 veya 3 saat geçti titreyerek uyandığımda ter içindeydim.

Yüzüm gözüm şişmiş tril tril titriyordum.

Hasan olmuştum!

İçimdeki ben ortaya çıkmış benimle atışıp duruyordu.

- Neden vurmadın?

- Yaşlıydı

- Sen korkağın birisin

- Değilim.

Bence bu diyalog burada kalsın. (Çok kibar bir söyleşi olduğunu söyleyemem, bununla idare edelim)

Aradan 42 sene geçmiş...

O gün içimdeki benin esiri olsaydım!

Bugün belki de aranızda olamayacaktım. En iyi halimle vicdanı yaralı biri...

Yanlış mı?

-!..

Geçen 42 sene içinde dağda iki kere taşlı, bir kere de baltalı saldırıya uğradım.

Kimisini aklımla, kimisini sabırla, bir diğerini de cesaretimle savuşturdum.

Gençler...

Sizler bizim jenerasyondan daha becerikli daha akıllısınız. Bu öykünün içinden doğruları siz süzeceksiniz..

Ne yapacaksınız, neleri yapmayacaksınız!

-!..

Avcılık silah sesinin gürültüsü içinde kaybolacak kadar küçük bir şey değil...

Düşünün ve sorgulayın.

Fotoğrafçılık Anılarım - 1

Kızılcaören Vadisi / Kızılcahamam

Uzunca süren gözlemlerime göre her yılın haziran ayının ilk haftası içinde tabiri caiz ise yörede bir kelebek bayramı oluşuyor.

Yer gök kelebek. Anlatılır gibi değil. Yaşamak lazım.

Alıç Kelebeği / Aporia crataegi
15 Haziran 2012 / Saat : 11.50

Bu sahneyi her sene arkadaşlarıma ballandıra ballandıra anlattığımda:

"Bir kere daha böylesine bir olaya şahit olursanız lütfen bizi de haberdar edin. İki elimiz kanda olsa mutlaka geliriz" dediler.

Bu sene benzeri bir olaya yine tanık oldum ve kime haber verdiysem "İşimiz var bizi affedin elinizdeki hafıza kartlarını sonuna kadar doldurun, bizim yerimize de çekin" dediler.

İş başa düştü.

1000 GB civarında hafıza ve önümde en az 6 saat zaman var. "Neler yapmam ki" diyerek işe başladım.

İspanyol Kraliçesi / Issoria lathonia

Alıç Kelebeği / Aporia crataegi

Çokgözlü mavi / Polyommatus icarus

Erik Kırlangıçkuyruğu / Iphiclides podalirus

Zevkten dört köşeyim.

400 kare civarında fotoğraf çektim. Hemen hemen bir saate yakın da bir zaman geçti.

Gözüme kestirdiğim bir kelebeke yaklaştım derin bir nefes alarak iki büklüm vaziyette uzanarak deklanşöre basım...

Tık!

Tık var görüntü yok!

Bir daha!

Değişen bir şey yok.

Pili çıkar tak.

Tık!

Yine aynı aynı aynı. Delireceğim.

Hemen Ankara'dan Sn. Ali Değer'i aradım. Anlattım. "Bakmam lazım getirirseniz hemen bakarım" dedi.

Kıyafetim Sanso Panso gibi. Ayağımda tozluklar... (Diken girmesin diye ayrıca beyaz bantla sarmıştım.)

Kafada kovboy şapkası...

Kirli sakal!

Altı Kaval Üstü Şeşhane deyimi şu an bedenimde hayat bulmuş vaziyette.

Bu arada burnumdan (!) soluyorum dersem abartmış olmam.

Arabaya atladığım gibi bir saat sonra Kızılay'da Tripod'dayım.

Ali Bey'le Mahmut Bey kapıda...

Arabadan iner inmez makineyi Ali Bey alıyor. 5 dakika sonra bana "Geçmiş olsun" diyor.

İstanbul'a gidecek ve 1-2 ay gibi bir süre içinde gelebilirmiş!

-!...

Bu arada eşim geleceğimi duyunca taksi ile bana bir çanta getirmiş. Çamlıdere'ye götürecekmişim!

Yapacak bir şey yok. Arabanın yarısı kaldırımda! Yolu kısmen de olsa işgal ediyorum.

Arabayı görenin yüzü asılıyor, benim yüzümü görünce de "Bulaşmasam iyi olur" diye düşünüyor olacak ki göz göze gelmeden "şerrine lanet" dercesine uzaklaşıyorlar.

Üzgün ve çaresizim. Kriptonit görmüş Süpermen'e döndüm.

Yapacak bir şey yok. İstikamet Çamlıdere.

Akşam oldu gün bitti Nikon D3 gitti.

(...)

Kaldık mı makinesiz!

Bir kaç gün çevre temizliği, bilgisayarla haşır neşir...

I ıhhhh...

Olmuyor olmuyor olmuyor. Şiştim, patlamak üzereyim.

Mahmut Bey'e telefon açıp makine havadisi alıyorum. O günlerde güncel olan makine Nikon D800

İyi de çok para.

Bu arada bir avcı kardeşim nereden duyduysa duymuş bende olan Browning B2 20 cal. av tüfeğine talip.

Uzun lafın kısası bir hafta içinde bir anlamda takasa giriyorum..

Yine dağlardayım. Bu sefer elimde D 800.

Ne düşünüyorsunuz?

-!..

Ben size ne düşündüğümü söyleyeyim.

Her işin bir zamanı var.

Bu andan itibaren elimde tüfekle dağlarda gezerek sizlere ne anlatabilirim?

-!..

Sizler alasını biliyorsunuz.

Avcı olup ta bilmiyorsanız! O zaman ben size zaten bir şey anlatamam ki...

Bir şeyler ters gidiyor demektir. (Ki var olan sonuçlar avcılık kurslarını sulandırılmasının doğal sonucudur.)

-!..

Bu yazı dizisi içinde ne demek istediğimi örnekleri ile anlatacağım.

.

Her iki öyküde de alınan kararlar -bana göre- doğru gibi görünüyor.

"Her başın bir derdi, her yaşın bir zevki var" denilir.

Olgunluk yaşı sınırları içinde olan bir avcı hala öldürdüğü hayvanın ismi, cismi veya cesameti ile öğünüyorsa...

Vah ki vah...

-!..

Etrafımız şişmeye hazır egolarla dolu.

Bunun farkında olan ticaret erbabı (!) işini biliyor.

Bu günlerde "biber gazı" çok güncel...

Uyanıklar "Ödül" adı altında veriyorlar gazı...

Gelin görün ki Orman ve Su İşleri Bakanlığı her nedense yeniden yapılandırılıyor!

Kurumda kimin nerede nasıl görevlendirileceği belli değil.

Bakanlık başarılı olsa neden değişime gerek duysun ki?

Ama birileri vesile yaratıp onları ödüllendiriyor!

Ne için?

-!..

Unutmayın ki övenler övülenlerin yardımı ile yaşarlar.

                                                         

Devam edecek...

     

         16 Kasım 2012 / Ankara

 

 

 

 

Bu yazı 4721 kez okundu...