Tokat - Zile
(Gezi Notları 3. Bölüm)
Tokat
Borabay Gölü'nden ayrılıp doğruca Tokat istikametine doğru yol alıyoruz. Saat 15:00
Amasya - Tokat arası 114 Km.
Kente varmamız bir saate yakın bir zaman alacak.
Tokat'a ilk defa 1960 veya 1961 yılında gittiğimi anımsıyorum. O yıllarda Ankara'da Büklüm Sokak'ta otururduk.
Akay yokuşunun bittiği ve Esat'a dönen yolun sağ köşesinde Romanya Büyükelçiliği vardı.
Aslında orası Fethi Bey Köşkü idi. (Köşkün o zamana ait bir fotoğrafını arıyorum. Bulursam bu yazıya ekleyeceğim)
Bahçıvanların muhalefetine rağmen uzunca bir süre büyük elçiliğinin tenis kortunu, oyun alanı olarak kullandık.
Bahçede bir çok meyve ağacı vardı. Ayvaların akıbeti (!) hakkında bahçıvanlarla fikir ayrılığına düşerken, bu ilişki çoğu zaman kısa mesafeli koşularla sonlanırdı. Onların rızası olmasa da gerçek anlamda ayvayı yerdik.
Dört bir yanı yüksek tellerle çevrili olan tenis sahasının zemini, özel kırmızı bir toprakla kaplanmıştı. Biz de bu oyun alanını (!) tarif etmek için adını "Kızıltoprak" koymuştuk.
Mahalle maçı yapacağımız zaman "Kocatepe'de" denilirse bugün Kocatepe Camii'nin bulunduğu alan, "İçişleri'nde" denilirse "İçişleri Bakanlığı'nın" arkasındaki büyük otopark, "Deniz Kuvvetleri'nde" denilir ise, bugün Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nın bulunduğu yer akla gelirdi. O tarihte burada kocaman bir futbol sahası vardı ve Harp Okulu'na kadar olan alanda tek bir yapı yoktu.
Zaman zamanda Tunalı Hilmi Caddesi'nin doğusunda bulunan büyük badem bahçelerinde de çok sayıda mahalle maçı yaptığımız olmuştur. Bir tarafı meyilli olan bu sahada, kale vazifesini badem ağaçları üstlenirdi.
Aşağıdaki ilk fotoğrafın arka planında görülen yerde Urfa ve Ağabey apartmanları vardı. Şimdiki adı Neva Palas!
İkisinin arasından bu tenis kortuna girer, ağırlıklı olarak futbol ve voleybol oynardık.
Bu sahayı Erman Toroğlu'da iyi bilir. Beraber çok maç yaptık.
Galatasaray futbol takımı Ankara'ya lig maçı yapmak için geldiğinde, Atatürk Bulvarı üzerinde bulunan Bulvar Palas Oteli'nde konaklardı. O tarihlerde kalınabilecek otel sayısı bir elin parmak sayısından azdı.
Bir gün öğleden sonra Kızıltoprak'ta futbol oynuyorduk. Yokuş yukarı, sokak sokak Ankara'yı gezen dönemin Galatasaray'lı futbolcuları bizim tenis kortunda top oynadığımızı görünce, bir anda duvardan atlayarak Kızıltoprak'a doluştular.
Ağzımız açık, öylece kala kaldık.
Gülerek yaklaştıktan sonra bizlere hitap ederek "Bebeler maça var mısınız?" dediler.
Derhal organize olduk. 15 dakika kadar Galatasaray'a karşı mahalle takımımızla kıyasıya maç yaptık.
Acayip gaza gelmiştik. Deli gibi koşuyor, var gücümüzle şut atıyorduk. Bir oyuncunun beni göstererek "Bu bebe topa çok sert vuruyor dikkat " dediğini hatırlıyorum.
Keşke o gün yaşanan bu sıra dışı olayın fotoğrafları olabilseydi.
Ne çok ilgi çekerdi... Öyle değil mi?
M.Emin.Bora / 1959
Her yeri geldikçe "fotoğraf çok önemli" diye yazıyor, örnekler vermeye gayret ederken, genç arkadaşlarımı teşvik etmeye çalışıyorum.
Bunun çok çeşitli nedenleri var.
Birinci baskısı şubat 2011 de İş Bankası tarafından yayınlanan bir kitapta bahsetmek isterim.
Kitapta; "Son yıllarda beyin üzerinde yapılan bilimsel araştırmalar, hatırlama sürecinin bir muhafaza sistemi veya bir bilgisayar gibi çalışmadığını gösterdi. Hatırlama anında basit bir şekilde geçmişte depolanmış bilgilere ulaşılamıyor, bunun yerine bellekteki veri hatırlama anının özellikleriyle harmanlanarak yeniden oluşturuluyor." deniliyor.
Toplumsal belleğimizin yeterince sağlıklı çalışmadığı yönünde kişisel bir kanaate sahibim.
Ayrıca yaşanan acı gerçeklerden yola çıkarak "yeni bir yol haritası yapma hususunda" millet olarak "yeterince duyarlı değiliz" diye düşünüyorum.
Okumuyoruz. Okuduklarımızı içselleştirmiyor ve yakın çevremizle de olsa paylaşmıyoruz.
İşi "Allaha havale etme" konusunda toplumsal mutabakat içindeyiz.
(...)
Benim çektiğim ilk fotoğraflarım 1958 yılına ait.
Ulu Camii / Malatya / 1958
Vedat Kalaycıoğlu / Harman yeri / Eski Malatya / 1958
Aşağıdaki kare, 1960 yılında çekilmişti. Denk getireceğiz diye defalarca atladığımı hatırlıyorum.
Woiglander marka bir makinem vardı.
Sn. Ali Değer'in kolleksiyonundan
M.Emin.Bora / 1960
Oyun sahamızın hemen yanı başında kocaman bir temel açılmıştı. Uzunca bir zaman o halde kaldı. Zaman zaman, yokuş aşağı inen kamyonlar direksiyon hakimiyetini kaçırınca bu çukura düşerlerdi.
Şimdi o çukurun yerinde Dedeman Oteli var.
Romanya Sefareti'nin tenis sahası, otele ilave edildi. Sefaret de zaman içinde yıkılıp apartman oldu.
(...)
O yıllarda Şekerspor genç takımında voleybol oynamaya başlamıştım. Aynı mahalleden 6 kişi Şekerspor'a girmiştik.
Antrenörümüz ve koçumuz olan Üner abimizi çok sever ve çok sayardık.
Uzun seneler evvel Avustralya'ya gittiğini duydum. Ne derecede doğru bunu bilmiyorum. Yaşıyorsa sağlık, kaybettik ise ona Tanrı'dan rahmet dilemek isterim. Çok babacandı. Çok efendiydi. Sesi hala kulaklarımda çınlıyor.
O günlerden bu günlere 50 yıldan fazla bir zaman geçti. İster istemez bazı arkadaşlarımın adlarını unuttum.
Dilerim ki tesadüfen de olsa kendisini bu sayfalarda görenler benimle temasa geçer de, bu ayıbımı kapatma imkanını bana verirler.
.
Şeker Spor Voleybol Takımı
Soldan sağa: Antrenör Üner Ülsever - Atilla Selçuk - x- Erkan - Metin Akalın - Nail - Mehmet- M. E. Bora
Daha sonraki yıllarda, -18 yaşını geçince- önce Şekerspor A takımına, bir süre sonrada yeni kurulan Hacettepe Voleybol Takımı'na geçmiştim.
Hacettepe Voleybol Takımı
Soldan sağa ayaktakiler : Cem Kecik - Metin Akalın - İlhan Öztürk - Metin - x- Cihangir Özcan
Bu dönemde Ankara Atatürk lisesinde lise 2. sınıfa devam ediyordum. Lise takımımız liseler arası voleybol şampiyonasında Ankara şampiyonu olmuştu. Türkiye şampiyonası Adana'da yapılacaktı. 12 kişilik kadrodan beni ve Yıldırım'ı çıkartarak, yerimize bizim harcırahlarımızla dönemin beden eğitmi hocasının (Yanılmıyorsam adı Sabri olacaktı) istediği 2 kişiyi götürdüler. Oyun oynama şansı olmayan 2 kişiyi!
Dünyamız yıkılmıştı.
Bunu hak etmediğimizi düşündük.
Ben ve Yıldırım, o yıl okullar açılmadan Atatürk Lisesi'nden kaydımızı alarak Ankara Cumhuriyet Lisesi'ne taşıdık.
Voleybol takımı kurmak ve bize yapılan haksızlığın intikamını (!) almak için okul değiştirmiştik.
İçimizdeki acıyı bir şekilde bastırmak için, işi gücü (okulu) bir tarafa bıraktık.
Bir taraftan Şekerspor'da Ankara Ligi'nde oynarken, diğer taraftan Cumhuriyet Lisesi'nin kız voleybol takımını çalıştırmanın yanı sıra, lisenin voleybol takımı da bana emanet edilmişti.
Hafta içinde 3 ayrı antrenmana katılıyor, hafta sonu lig maçına çıkıyordum. Kelimenin tam anlamıyla ifade etmek istersem "zıpkın" gibiydim diyebilirim.
Ankara Cumhuriyet Lisesi Kız Voleybol Takımı
M.Emin. Bora - Nedret - Ayşe - Hafize - Hoca - x - Vecihe
Nazan - Adalet Çebi - Feza Fırat - x
Yıl sonunda, kız takımı yeni kurulmuş olmasına rağmen Ankara 3.sü oldu.
Kız voleybol takımımızın oyuncularından Vecihe'yi o yıllarda bir paraşüt kazasında kaybettik. Ailesinin Mançurya'dan geldiğini anımsıyorum. Yerde kapatamadığı paraşütü onu Sincan'da bizlerin arasından aldı. Adını andık, onu da rahmetle yad etmek isterim.
Erkek Voleybol takımımız da Atatürk lisesini, Ankara Koleji'nin spor salonunda yenerek Ankara şampiyonu oldu.
Atatürk Lisesi'ndeki eski beden eğitimi hocam, maç sonunda bana gelerek "sen neymişsin yahu" dediğini bugün gibi hatırlıyorum.
Rahatlamıştım, ama iş henüz bitmemişti.
Konya'da "Türkiye Liseler Arası Voleybol Şampiyonası" yapılacaktı.
"Deliler gibi çalıştık" dersem ne demek istediğimi özetlemiş olurum.
Ayaktakiler - Soldan sağa: M.E.Bora - x -x - x - x- Yıldırım Benayyat
Oturanlar Soldan sağa : Orhan - İbrahim - Apdullah - x
Türkiye Liseler Arası Voleybol Şampiyonu Ankara Cumhuriyet Lisesi
Önden Arkaya: M.E.Bora - Apdullah - İbrahim - Yıldırım - Orhan
O yıl lise son sınıfta 4 dersten ikmale kalmıştım. Dolayısıyla turnuvaya takım antrenörü olarak katıldım.
Ne mi oldu?
Türkiye liseler arası voleybol şampiyonu olduk.
Neden uzun uzun anlattım?
O dönemde çeşitli spor dallarında birlikte olduğun arkadaşlarımın pek çoğu mesleklerinde çok önemli yerlere geldiler. Arkadaşlarımın hemen hemen tamamı üniversiteyi bitirdi.
Cem Kecik'in Eskişehir'de Prof. unvanı ile hekimlik yaptığını biliyorum. Yanılmıyorsam Ümit İzmir'de Nöroloji profesörü olmuş. Metin Akalın yine Hacettepe'den mezun bir doktor hanımla evlendikten sonra Avusturya'da Ortopedi alanında ün salmış.
Adelet Çebi'nin avukat olduktan sonra bir süre CHP de üst düzey yöneticilik yaptığını duydum.
Cihangir Özcan, Çocuk mütehassısı olduktan sonra Tedavi Kurumları Genel Müdürü oldu.
İbrahim, Apdullah, Yıldırım Benayyat ve Atilla Selçuk'un milli takımda voleybol oynadıklarını anımsıyorum.
Yıldırım Benayyat!
M.Emin Bora - Yıldırım Benayyat (Yıldo - Beyaz atlı prens) - Konya
Yıldırım önce Şekerspor'a ordadan Bolu Spor'a sonra Sarıyer'e ve nihayetinde Galatasaray'a futbolcu olarak transfer oldu.
Yıllar sonra da "Yıldo" oldu:-)
Uzunca bir zaman önce Ankara'da evimize geldi. Ne çok güldük, anlatamam.
Hacettepe Voleybol Takımı
Ayaktakiler - Soldan sağa: M.E.Bora - x- Metin Akalın - Ümit- x
Oturanlar - Soldan sağa: x - Cem Kecik - x
Ankara liginde voleybol oynarken, Şakir Erman, Ender Kurt, Değer Eraybar ve Cengiz Göllü ile oynadığımız maçlara ait anılarımı halen kalbimde yaşatıyorum.
Değer Eraybar o yıllarda Harp Okulu'nda askerlik yapıyordu. Dolayısıyla Harp Okulu Voleybol takımında oynuyordu. Maç esnasında Değer, smaça kalktığında bizler de blok için sıçrardık. Biz yere düştüğümüzde o hala filenin üstünde -bir şekilde- kalırdı! Rakip takıma kelimenin tam anlamıyla kabus yaşatırdı. Antrenörümüzün bizlere zamanlama açısından -blok için- "biraz geç sıçrayın" diye öğüt verse de, çabalarımız hep sonuçsuz kalırdı.
Ender Kurt'un vurduğu toplar mermi hızındaydı. Hazırlıksız yakalanırsanız vay halinize...
Şekerspor Voleybol Takımı olarak, Tokat Spor ile maç yapacak, Tokat Spor'un efsane voleybolcusu {C}{C}{C} Burhan Yamanoğlu'nun misafiri olacaktık. A milli voleybol takımının smaçörlüğünü yapmış bir oyuncudan söz ediyorum. Kendisi aynı zamanda veteriner hekimdi.
Tokat'ta ziraata ait bir fidanlıkta misafir edildiğimizi hatırlıyorum. Geceyi bir barakhanede ranzalı yataklarda geçirdik.
Bez torbalar içinde satılan Çoban Sucuğu, tahta kutulu Zile pekmezi ve otantik Zile Panayır'ı o günlerden aklımda kalan lezzetler ve anılar olarak kaldı.
50 yıl sonra Tokat'a gidiyorum!
Tokat'a giderken yol boyunca bunları anımsadım.
Gençlik yıllarında başınızda bir kanaat önderi (yaşam koçu veya rehber öğretmen) yoksa, genellikle ileriki yaşlarda geçmişe dönük anlatacağınız öykülerin içinde bolca "keşke" sözcüğünün geçmesi, hemen hemen kaçınılmazdır.
Ama ne çare ki zamana bağlı pişmanlıkların telafisi mümkün olmuyor.
Gençlik çağında yapılan düzenli spor, gençler üzerinde:
1- Birlikte çalışma disiplini, takım ruhu,
2- Zaman kavramının öneminin farkına varılması,
3- Sorumluluk duygusunun gelişmesi,
4- Sağlıklı bir vücut,
5- Mücadele azminin kazanılması,
6- Sosyal bağlamda kurulan ilişkilerin gelişmesini sağlayacak bir dizi tecrübe, ve benzeri kazanımlar elde edilebilir.
Tokat'a yaklaşıyoruz.
50 yıl önce yaşadıklarımla ve gördüklerimle, şimdi göreceklerimin arasında kıyas yapacak bir şeyler bulabilir miyim?
Bakacağım. Hem de derinlemesine...
Saat 15:52 de Tokat caddelerinde otel aramaya başladık. "Aklımıza estiği gibi davranalım" mantığı bizi seyahat öncesi otel rezervasyonu yapmaktan alıkoyuyor. Bu güne kadar sokakta kalmadık ama, bu kalmayacağız anlamına da gelmiyor.
Doğruca yol üstünde gördüğümüz Otel Grand Ballıca'ya gidiyoruz. 200 kişilik otelde yer yok! Otel dolu.
Şaşkınlıkla "neden?" diye sorduğumuzda;farklı pazarlama şirketleri, çalışan elamanlarını genellikle hafta sonu olmak üzere "bölge toplantısı yapmak için" merkezi bir kent konumunda olan Tokat'ı tercih ediyorlarmış. Doğrusu bu hiç aklımıza gelmezdi. (Hafta sonu Tokat'a gezi planlayanlara "dikkat" demek isterim.)
Sıra ile kent içindeki otelleri tek tek kontrol ettik.
Bir saatlik çaba sonunda "son 2 odayı bulduk" dersem abartmış olmayayım.
Otele yerleştikten sonra kentin ana caddesinde dolaşmaya başladık. Şehir hakkında üstünkörü de olsa fikir edinmeye çalışıyoruz.
Erinç, sabah tapuya uğramak istediğini söylüyor. Belediye binasını buluyor ve aklımızda kalsın diye fotoğraflıyoruz.
Bu sefer planlı hareket edeceğiz:-)
Erinç Orkun
Bu arada karnımız acıktı. Bu konuda engin bir tecrübeye sahibiz. Bu güne kadar yaptığımız geziler sırasında hemen hemen hiç kötü bir yemek yemedik diyebilirim. Kılığı kıyafeti düzgün insanlara danışıyor, daha sonra aldığımız cevapları yorumlayarak doğru adresi buluyoruz. Bu da yetmiyor. Gittiğimiz yerde yemekleri görmek için ben mutfağa bakmaya gidiyorum. O saatten sonrası benim için çok kolay.
Bu arada gördüğüm bir ilan (!) tüylerimi diken diken ediyor.
Başlıyorum hesaplamaya...
Köftenin bir tanesi 10 gr gelse!
50 x 10 gr = 500.gr. Bu durumda Köftenin kilosu 7.00 Tl olur. Esnafın % 100 kar marjı ile çalışması lazım.
Yarısı işçilik ve kar olsa! Bu durumda etin Kg fiyatı 3.5 TL ye gelir!
Kilosu 3.5 TL olan bir et, hayvanın neresi olabilir? Veya bahse konu hayvan hangisidir?
-!..
Bana sorulsa!
Hızla "uzak durun" "kaçın oradan" derim.
Yerseniz...
Yemek sonrası ya çok güçlü (!) olursunuz ya da eskisinden çok daha hızlı (!) koşacağınızdan eminim:-)
Belediye görevlileri bu ilanı görüp neden sorgulamıyorlar ki!
(...)
Aklı başında insanlar, şehrin çıkışındaki bir benzin istasyonunda yapılan Tokat kebabını meth ediyorlar.
Ve ilave ediyorlar "Tokat Kebaı'nın yeneceği bir mevsim var. Yani, sebzelerin en lezzetli olduğu yaz sonları, bu kebabı yemenin keyfine doyum olmaz" diyorlar. "Çok doğru bir yorum" diye düşünüyorum.
Temiz bir mekanda oldukça iyi bir yemek yiyiyoruz.
Yemekten sonra kent içinde yaya olarak dolaştığımızda nadir de olsa hala el değmemiş evlerin varlığı bizi keyiflendiriyor. Bir aşağıdaki eve bakın, bir de hemen yanı başındakine...
Bir de bu evin yeni halini hayal edin!
Fazla söze hacet var mı?
24 saat içinde o kadar çok dolaştık ki... Otele döndüğümüzde yatar yatmaz uykuya dalıyorum. Sabah saat 07:00 kahvaltı salonunda buluşacağız.
Sabahları erken kalkarım. Hele hele birileri ile birlikteysem. Hiç kimseyi bekletmem. Bekletmedim de...
Bu konuda taviz de vermem. Beni, bir kere bekletebilirsiniz. Ama sadece bir kere:-(
Dolayısıyla bu korku ile saat 06:00'da tabir caizse hortluyorum. Erinç bana kızıyor ama, aslında o da benim gibi.
Otel penceresinden şehir içi / 06:34
Adını daha sonra öğrendiğim "Gıj Gıj" tepenin otel penceresinden görüntüsü.
Bir kenti, var olan en yüksek tepeden görmek, kısa süreli gezilerde çok işe yarıyor.
Sabah ilk işimiz bu alışkanlığımızı tekrar edebilmek için nereye gideceğimizi keşfetmek oluyor.
Sorgulamaya otelde başlıyoruz.
- Kenti tepeden görebilmek için nereye gitmemiz lazım?
- Gıj gıj tepeye gideceksiniz.
- !..
- Gıj gıj ne demek?
- Valla bilmiyorum be ağabey.
Bir saate yakın bir zaman harcayarak Gıj gıj tepenin yolunu buluyoruz ama, adının ne anlama geldiğini bir türlü öğrenemiyoruz.
Tepeye çıkmak için yavaş yavaş yükselirken, "karlı havalarda arabalar bu tepeye çıkarken patenaj yaparsa, çıkan ses hemen hemen bahse konu ad gibi olur, tepenin adı buradan gelmiş olabilir mi?" diye düşündüm.
Bir süre sonunda "Gıj Gıj" tepedeyiz!
Gıj Gıj Tepe!
Ankara'ya döndüğümde "Gıj Gıj Tepe" aklıma takıldı. İnternet üzerinden 2-3 saat kadar araştırma yaptım.
Karşıma Evliya Çelebi çıktı.
Bakın E. Çelebi meşhur seyahatnamesinde bu konuda ne demiş.
“...Şehre hâil bir cihan-nümâ püşte üzere tekye-i Gıj-Gıj Dede Sultan tarik-i Yesevî’de bir ulu sultan imiş.Hacı Bektaş Velî-i Horasanî’yle diyâr-ı Horasan’dan gelüp izn-i Bektaş Velî ile bu üzere sâkin olur. Kaçan kim celâl sıfat olduklarında ejderha gibi gıjıldadığından Gıj-Gıj Dede derlermiş. Himmeti hâzır ü nâzır ola. Sâhib-i kanâat birkaç fukaraları vardır.”
Anladınız mı?
-!..
Sn. Dr. Hayati BİCE, Türk Edebiyatı Dergisi'nde hepimizin anlayacağı bir dille işin aslını anlatmış.
"Çocukluğumun geçtiği Tokat’ta Gıj-Gıj Tepesi yakınındaki bağ evimize gidip gelirken hep bu garip ismin nereden geldiğini merak etmiştim. Gerek aile çevrem, gerekse okuduğum ilk ve orta dereceli okullarda hiç kimsenin bu ismin menşei hakkında bilgisi olmadığını hatırlıyorum. Nihayet Prof. Dr. Fuad Köprülü’nün “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” kitabından bu “garîb” ismin nereden geldiğini öğrenebildim. Dr. Hayati BİCE / Yayınlandığı Yer: Türk Edebiyatı Dergisi (Ekim - 2009; Sayı: 432 Sayfa:61-65.)
Şimdi rahatladım. Darısı Tokatlıların başına.
Seyir terası olabilecek bir yerde elbirliği ile görüntü kirliliği yaratılmış.
"Yapmayalım" demiyorum. Elbette olacak. Ama böyle mi olmalı?
Tepenin güney batısından 300 dönüm tarla alınabilse...
Çık yarısını ortak alanlara... Net 150 dönüm kalır.
O da eder 300 müstakil ev...
% 40 ile versek! 120 villa...
Vay be...
:-)
07.10.2010 / Tokat
İki gün boyunca kötü hava şartlarından uzak kalmayı başarabildik. Şimdi yağmur başladı bundan sonra da Batı istikametinde hareket edeceğimiz için yağmurla iç içe olacağız. Tokat'tan salamura yaprak ve beze doldurulmuş sucuk aldık. Yolumuzun üstünde Zile var. Mecburen içinden geçeceğiz. Bu bağlamda ben çok heyecanlıyım.
Tokat zile arası 62 Km. Yol üstünde Ballıca Mağarası var. Uğrar mıyız! Duruma göre.
Yağmur sürekli yağsa da, aşırı ölçüde değil. Etraf yeşil, hava temiz, Ballıca Mağarası yol ayrımını görüyor ve mağarayı görmek için istikamet değiştiriyoruz.
Ballıca Mağarası'na giderken yol üstündeki levha dikkatimi çekiyor. Erinç'ten durmasını rica ediyor ve levhaya dikkatlice bakıyorum.
Pazar Avcılar Derneği!
Bu iyi.
Derneğin poligonu var.
Bu çok çok iyi.
Levha kurşunlanmış!
Bu kötü.
Bir kötü, iki iyiyi hemen götürür.
-!..
Biz bunu Ankara'daki avcılarımıza bir türlü anlatamadık ki!
Çünkü, sebebi belli.
Çevre ve Orman Bakanlığı'nın -ilgili genel müdürlüğün- bu aksaklıkları düzeltme yönünde ne bir anlayışı var, ne projesi ne de isteği.
Gelecek yazımda bununla ilgili somut örnekler vereceğim.
Bunu yapan adama (!) sesleniyorum. Hiç utanmadın mı?
Ballıca Mağarası'na geldik. Merdivenlerin ürkütücü görüntüsü apaçık ortada. Mağaraya çıkmak belli ki çiğer işi.
Aha da ben diyorum, yazın bir tarafa. Buralarda birileri ruhunu teslim ederse, hiç de şaşırmayın. Söyledi dersiniz.
Yukarıda sizi bekleyen görevlilerin yüzlerindeki ifadeyi, ancak çıkınca görebiliyorsunuz.
"Baba buraya nasıl geldin?" modunda sırıtıp duruyorlar.
"Hele bir otur soluklan" faslından sonra seni aşağıya dualarla selametliyorlar.
İniş için de yüzlerce basamak! Hadi onu da becerdin. Şimdi bir o kadar da geri dönmek için çabalayacaksın.
Fotoğraf çekmek de yasak. Belgesel çekenlere serbest! Televizyonlarda izliyoruz.
Hadi gel de anla şimdi. Sanki biz çektiklerimizi satıp servet sahibi olacağız.
"Fotoğraf için şu kadar para ödeyeceksin deseler!"
Amenna.
Flaş duvarları bozar!
Çok bilmiş. Biz de flaşsız çekeriz. Ne oldu?
Allah akıl versin ki versin...
Bu kareyi Sadettin Teksoy görse var ya... "Taklit" der yakamıza yapışır.
Ballıca Mağarası'ndan buruk ayrılıyoruz.
İstikamet Zile
İlçe hakkında fikir edinebilmek için hemen dolaşmaya başlıyoruz. Büyük kentlerde ne yaşanıyorsa, ilçelerde de hemen hemen aynı problemler yaşanıyor.
Biraz sonra gördüğüm afiş beni olağanüstü heyecanlandırıyor. İstesem bu kadar denk getiremezdim.
50 yıl sonra Zile'ye gel, o gün de panayır olsun.
Osmanlı döneminde divan kararı ve padişah fermanı ile yayınlanan 6 panayırdan birinin Zile Panayırı olduğunu zile Belediyesi'nin internet sitesinden, Ankara'ya gelince öğreniyorum.
Panayır alanını bulmak için hızla dolaşmaya devam ediyoruz. Akşama Ankara'da olmayı düşünüyoruz.
Kısa sürede giriş kapısını buluyoruz ama, ortada bir gariplik olduğu girişten belli oluyor. Otantik bir ilçe panayırının havasından daha çok, çamaşır pazarı görüntüsü var.
Panayır kelimesinin aslı Yunanca panegyris kelimesinden geliyor.
Çoğunlukla köylülerin katıldığı, el işi ürünlerin pazarlandığı, hatta ağırlıklı olarak yiyecek maddelerinin satıldığı bir etkinliği tarif ediyor.
Benim bildiğim, panayırlarda bir yandan at yarışları, güreş müsabakaları yapılırken diğer tarafta, cambazlar ve hokkabazlar sıra dışı marifetlerini sergilerdi. Köftecilerin dumanları, davul zurna sesleri ile karışır, icili bicili kıyafetler bu pazarlara otantik bir hava verirdi.
50 yıl öncesinden hatırımda kalanlar böyle idi.
Şimdi gördüklerim kelimenin tam anlamı ile beni sükũtu hayale uğrattı.
Dolaşmaya başladıkça bu kanım hızla pekişti. Prenium Bananas (!) kutularına konulmuş geleneksel (!) giysiler!
Aşağıdaki son görüntü "uzun lafın kıssası gibi!" Böyle bir etkinliğe panayır denilebilir mi?
Cambazın, yerini plastik düzenekler almış!
Salıncağın üzerine de "Gondol" yazılmış! Gondolun tarihimizde yerini gösterebilir misiniz? Aslında gondoldan çok deniz kuvvetlerinin çıkartma araçlarına benziyor. Sadece rengini tutturamamışlar.
-!..
07.10.2010 / 10:31
Plastik tadında asırlık Zile Panayırı!
Panayır (!) alanından çıkarak, yemek yemek için bir yer aramaya başlıyoruz. O sırda garip bir taşıt (!) bir an için yola çıkıyor ve anında bir diğer sokak aralığında gözden kayboluyor. Bir yandan gördüğümü anlamlandırmaya çalışırken diğer yandan da Erinç'e yalvarıyorum
- Ne olur bul şu aleti!
Erinç hızla sokak aralarına dalıyor. 3-5 sokak dolanıyoruz. Yer yarıldı alet kayboldu.
Umutsuzca ana caddeye çıkıyoruz. O da ne alet (!) önümüzde gidiyor. Hem de ne hızla...
Derhal arabanın içinden fotoğraf çekmeye başlıyorum.
Ben düzeneği görür görmez anlıyorum.
Bu yıllar öncesinin "oduncu"su! Daha doğrusu bu "modern oduncu". Pancar motoruna, şerit destere monte edilmiş.
1958 de babamın Ankara'ya tayin olması sonunda, Bankacı Sokak'ta köşe başında iki katlı bir eve yerleşmiştik.
Kirası 150 TL idi. 2 oda bir ara.
Babam o tarihte yarbaydı ve 500 TL maaş alırdı.
Sonbaharda sokaklarda "Baltacı...." diye bağırarak dolaşan insanları hatırlarım. Eğer bahçenizde yarılmamış odununuz var ise baltacılar, siz balkona çıkana kadar evin önünde bağırır durulardı.
"Baltacı geldi, baltacıııı...".
İster istemez dışarı çıkar ve pazarlık yapardınız.
"Yarması şu kadar, yerine dizmesi bu kadar" diye.
Anlaşma sağlanınca koca koca kütükler, usta eller tarafında bir anda parçalanır ve sobalık olurdu. Bu işi seyretmek de başlı başına bir keyif idi. Daha doğrusu insanlar her işten bir keyf umarlardı. Tiyatro ve sinema lüks, radyo bile az da olsa yıllık ödentiye tabi idi.
Mutluluğa daha kolay erişilir, "yarın ne olacak kaygısı" daha az yaşanırdı.
Bu gördüğüm düzenek, el işini en aza indirmiş. "Modern baltacı" dersem daha iyi anlatmış olurum.
Daha sonra esnafla yaptığım bir sohbette bu düzeneğin sadece odun kesmekle kalmayıp, buğdayı da döverek (kırarak) bulgur haline getirebildiğini söylediler. Sokak sokak dolaşarak bu hizmeti veriyorlarmış.
Anadolu insanının yaşanan sıkıntıları aşma yönünde sergiledikleri "yaratıcı zeka örnekleri" her zaman dikkat çekici nitelikte olmuştur.
Bu kareyi makineyi dışarı çıkartarak bakmadan çektim. Yansımadan ötürü, bakarak çektiklerimden daha anlamlı bir kare olmuş.
Karnımız iyice acıktı. Kuyumcu, eczanane sahibi gibi dükkanları hedefleyerek nerede yemek yiyebileceğimiz sorduk. Sanki ağız birliği yapmışçasına herkes aynı adresi önerdi. Biz de uyduk. İçeri girer girmez mutfağa yöneldim. Mutfak pırıl pırıl, yemeklerin yüzü gülüyor.
Yolunuz Zile'ye düşerse 1971 den bu yana faaliyet gösteren bu lokanta gönül rahatlığı ile yemek yiyebilirsiniz.
Seyahatlerde düzgün beslenmek çok önemli. Özellikle de 2-3 günlük kısa gezilerde... Mideyi bir bozarsanız, gezi bir anda eziyete dönebilir. Onun için sizlere elimden geldiğince bilgi aktarmaya çalışıyorum.
Karnımız doyunca, çarşıyı yürüyerek dolaşma fikri ağırlık kazanıyor.
Demir işçiliği her zaman ilgimi çekmiştir.
Güler yüzlü bu insanlardan izin alarak bu atölyede bir kaç çekim yapıyorum. Bize çay ikram ediyorlar. Sohbet ediyoruz. Fotoğraflarını göndereceğimi söylüyorum. Ama bu güne kadar gönderemedim. Bu utançtan en kısa sürede kurtulacağım.
Zilede bir kaç dükkana girerek kısa sohbetler yapıyoruz. Yeri geldiğinde panayır hususunda yaşadığım hayal kırıklığını seslendirince, esnafın benden beter şikayetçi olduğunu görüyorum.
İsminizle beraber düşüncelerinizi yazayım mı dediğimde... "Sakın ha" diyorlar...
"Neden?" diye de sorduğumda, belediyenin kendileri üzerinde baskı yapabileceğini ima yolu ile anlatıyorlar.
Belki de ben yanlış anlamış olabilirim!
İçlerinden bir tanesi panayır ile ilgili bir tanıtım yazısını bana veriyor.
Okuyorum, siz de okuyun. Yazılanlarla gördükleriniz arasında bir ilinti kurabilirseniz bana da anlatın.
Altını kırmızı ile çizdiğim cümleye dikkatinizi çekmek isterim.
Somut olmayan kültürel mirasımız!
Ne demek?
Somut olmayandan soyut olan anlamı çıkar.
TDK sözlüğünde soyutun anlamı : varlığı duyularla algılanamayan anlamını taşıyor.
Mecazi anlamı, "kavranılması güç" şeklinde.
İşte bu doğru. Bu panayırın neresi kültürel bir miras, doğrusu ben ne anlayabildim, ne de kavrayabildim.
Anlayan varsa beri gelsin.
Üç günlük gezi sonunda gördüklerimi ve edindiğim bilgileri sizlerle paylaşmak istedim.
Zaman zaman geçmişe ait hatıralarımla bu gezi arasında bağlantı kurmaya çalıştım.
Yeri geldi, kişisel kanaatlerimi -saklı bir maksat gütmeden- sizlerle paylaşma gayreti içinde oldum.
Gelecek kuşaklara "bu zaman dilimine tanık biri" olarak bir şeyleri doğru olarak aktarabilirsem...
Ne mutlu bana.
Hepsi hepsi bu kadar.
Yaşadığı zamana tanıklık yapmayan, gelecekte sanık olur.
Mehmet Emin Bora
Mehmet Emin Bora
28 Nisan 2010 / Ankara