Amasya
(Gezi Notları 2. Bölüm)
(401 No'lu "Hattuşa" başlıklı yazının devamıdır)
Amasya
Çorum'da konakladığımız otel, ana yolun kenarında olduğu için zor bir gece geçirdim.
Sürekli akan araç trafiğinin çıkardığı uğultu, üzerinizde "yarış pistinde uyuyakalmış" hissi oluşturuyor.
Otel yeni.
Halıların altına sürülen yapıştırıcı, yeterince kurumadığı için her taraf tiner, (thinner - inceltici) ve yapıştırıcı kokuyor.
Otelde bir hafta konaklasan, bağımlı (!) olarak ayrılman işten bile değil.
Pencereler güvenlik nedeni ile açılmamak üzere tasarlanmış. (Aslında 10 cm kadar açılması gerekirken sabitlenmiş)
Üstüne üstlük oda sıcak ve klima çalışmıyor.
Hangi ucundan tutayım ki!
Erinç'i bilmiyorum ben sabahı zor ettim. Saat 03:00 gibi vakit geçsin diye sakal traşı oldum. Varın gerisini anlayın...
Siz siz olun, kalacağınız otelde ana yola bakan odada asla kalmayın.
Pencereleri ve klimayı odaya yerleşmeden evvel kontrol edin.
Saat 07:00 de kahvaltıya iniyor ve 07:57 de oteli terk ediyoruz.
(Saatleri, çektiğim fotoğrafların içeriğinde gizli olan digital kayıtlara bakarak yazıyorum. Ne zeka, ne de hafıza ürünü:)
Çorum - Amasya arası 92 Km.
Erken yola çıktığımız için sabah 09:10 da Amasya'da oluyoruz. Kent yeni yeni uyanıyor. Gün ışığından faydalanarak şehri fotoğraflamak istiyorum. Bu amaca dönük en iyi yer şimdilik kale gibi görünüyor. Şehre hakim olmasının yanı sıra güneş ışığı için de uygun bir konumda.
Ankara'dan yola çıktığımız gün, hava tahmin raporları soğuk ve yağışlı hava şartlarının Batı'dan başlamak üzere ülkeyi etkileyeceğini söylemişti. Burası mühim. Hava şartları avcılıkta da önemlidir, fotoğrafçılıkta da...
Hatta fotoğrafta, çok daha önemli.
Işık yoksa fotoğraf yoktur. Işık fotoğrafın ruhudur.
Avcılıkta, zaman zaman kötü hava şartları sizin lehinize de olabilir. Fırtınalı havalarda kaz avı yapanlar bunu çok iyi bilir. Normal günlerde av tüfeğinin atış menzili dışında uçan kazlar, sıra dışı günlerde 5-10 m yüksekliğe, hatta neredeyse yerden 50 cm yüksekliğe kadar inebilirler. Ben, buna şahit oldum.
20 saati aşkın bir zaman sürecinde, ağır kış şartlarından ötürü araziden çıkamadığımız av günlerini hatırlarım.
Zaman bulabilirsem (!) hayata dair önemli kırılma noktaları içeren yaşanmış öykülerimi yazmak, ve o dönem çektiğim fotoğrafları da yayınlamak istiyorum.
Genç avcılar bu öykülerden -arzu ederler ise- kendilerine önemli paylar çıkarabilirler.
İsterler mi? İşte bu hususta şüphelerim var!
Önceliğinizi, birinci derecede "ele geçirme" eylemine odaklarsanız, gün gelir kaçırdıklarınızın ele geçirdiklerinizden çok daha önemli ve değerli olduğunu idrak edebilirsiniz. Ama ne çare ki geriye dönüş yoktur.
-!..
Yavaş yavaş kaleye tırmanmaya başlıyoruz. Kentin sokakları yeni yeni canlanıyor.
Yanması için sokağa bırakılan semaveri kahvaltı hazırlığının bir habercisi.
Odun kokusu sizi anılar dünyasına götürüyor. İster istemez içinizde "Ne güzel günlermiş onlar" diye düşünüyorsunuz.
Neredeyse duman altı olacağım...
Dayanıyoruz kale kapısına...
Görüyor musunuz rezaleti!
Bu ülkede ana dil sanki İngilizce!
Neden ilk sırada yabancı bir dil ile tanıtım yapılıyor! Daha Türkçeyi öğrenemedik ki!
Okuma yazma bilenlerin (!) pek çoğu;
"Ya da" yerine "yada"
"İster misiniz?" yerine "İstermisiniz?" yazıyor.
(...)
İngiltere'de bir ören yeri hakkında bilgi veren benzeri levhalarda, öncelikli dil Tükçe mi?
Daha doğrusu, bir tek Türkçe levha var mı?
Almanya gümrüğünde veya Fransa'da söze İngilizce ile başlarsanız, muhatabınız kafasını öte yana öyle bir ifade ile çevirir ki, ne olduğunu bile anlayamasınız.
Dil, bir milletin omurgasıdır. Ekseninden kayarsa dik duramazsınız.
Ayıptır ayıp... Bu kompleksten ne zaman kurtulacağız?
Ayrıca levhada karalanmadık yer kalmamış.
Çözüm!
T.C Kültür ve Turizm Bakanlığı bir genelge yayınlayarak ören yerlerinde olması gereken levhalara bir düzen ve bir yazım disiplini getirebilir.
Ne zaman?
İlk yüz sene içinde:-)
Bakın aşağıdaki fotoğrafı 6 Nisan 2011 de çektim.
STICKERLI yazıyor! Doğru yazılımı "sticker"
İngilizce kelimeyi Türkçe okunduğu gibi yazmış, Türkçe takı ilave etmiş!
Burası neresi?
Hacettepe Hastanesi'nin oto parkı!
Hergün yüzlerce öğretim görevlisi buraya girip çıkıyor.
- !..
Demek ki, bu görüntüden hiç kimse rahatsızlık duymuyor.
-!..
Ben yine Amasya Kalesi'ne gidiyorum.
Kale içine 20 tane kamera koyarsın. İş biter.
Mobese (Mobil Elektronik Sistem Entegrasyonu).
Bu sayede toplarsın kendini bilmezleri, diğerlerine de ibret olur. Ceza da eğitimin bir parçası.
Büyük şehirlerde böyle olmadı mı? Kamera konuldu, trafiğe düzen geldi. Kırmızı ışıkta ip gibi dizilmiyor muyuz?
"Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir. Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir" sözü boşuna söylenmemiş. (Z.Paşa)
Nereyi gezersem gezeyim uzun zamandır etrafa farklı bir gözle bakmayı adet edindim.
Algıda seçicilik, bir eğitim meselesi. Zaman içinde oluşuyor. İçinde büyüdüğün çevre ile yakından ilgili.
İkinci adım da içselleştirmek.
Bu hal zaman içinde sizin yaşam biçiminizi oluşturuyor.
Unutmayalım bu işin birinci adımı "görmek". Bakmak çare değil.
Düz duvarda yeşeren bu bitkileri görebilmek gibi...
Burada ne yer ne içer? Nasıl bir "var olabilme" çabasıdır bu?
Bu ve benzeri görüntüleri sorgulamayı adet edinmeliyiz ki, her yaşanan gün, bir diğerinden farklı olabilsin.
İlk fırsatta Sn. Prof.Dr. Ali Demirsoy'a soracak ve aldığım cevabı da sizlere duyuracağım. O bilir.
(Hoca, üzerimizde ne hoş bir etki bırakmış! Hiç düşünmeden "O bilir" diyebiliyoruz.)
Hemen hemen "hiç" denilecek kadar bir toprak (!) parçası ile hayata bu kadar sıkı sıkı sarılınabiliyorsa...
Hepimizin bir kere daha düşünmesi gereken "çok şey" olduğunu düşünüyorum.
Kendi adıma utandım doğrusu.
(Yaşam felsefesi üretmenin dışında, çorak topraklarda tarım için ip ucu niteliği taşır mı diye de düşünmek lazım.)
Kaleye girmeden önce Erinç tapuyu arıyor. Saat 08:13
Erinç, kale içinin yapılaşmaya açık olmadığını tapudan öğrenince bir anda Hattuşa'da olduğu gibi "manen çöktü" diyebilirim. Bu saatten sonra yapılabilecek tek iş, şehrin nereye doğru gelişeceğini keşfetmek. Bana öğrettiği bu yönde.
"Buradan iş çıkmaz" dedikten sonra,ufak ufak yürürken "tepeden bir bakalım olmadı karşı yakaya geçeriz" diyor.
Merdivenlerden ağır ağır (!) çıkarken ne düşündüğünü merak etmedim dersem doğrusu yalan olur.
(Daha sonra bana anlattı. "Ankara Kalesi'nin içinde onca işyeri var. Neden burada olmasın ki!" diye düşünürmüş.)
Neşeli olmadığını söyleyebilirim.
Ama Erinç inatçı... Kolay kolay pes etmeyen cinsten. Başlıyor etrafı taramaya ve kısa bir süre sonra;
- Karşıyakaya geçmeliyiz diyor.
- Nereye? diye de sorunca...
- "Topun namlusuna bak. Nereyi gösteriyorsa oraya" diyerek, söze son noktayı koyuyor.
Bir an için tüylerimin diken diken olduğunu hissediyorum. Aklıma savaş sahneleri geliyor.
Gazı aldım. "Atla aşağı" dese var ya... İnanın ki bittim.
Beni anlayacağınızı ümit ediyorum:-)
Kaleden iniyor ve kentin içinden geçiyoruz. Yeşilırmak, ilk bakışta her iki yakasında restore edilmiş evlerle dolu güzel bir görüntü sergiliyor. Ama derinlemesine düşününce Eskişehir'i anımsıyorum.
Neydi? Ne oldu?
Mukayeseye başlayınca bunca avantaja rağmen Amasya'nın çok, ama çok gerilerde kaldığını görüyorum. Kentin belediyeye ait internet sitesine girdiğinizde bu özensizliğin somut örneklerini görmek mümkün.
Site içindeki tüm fotoğrafların altına "Amasyadan Manzaralar" "Merkez" "Yali(!)boyu" gibi, çok anlamlı (!) açıklamalar yazılmış! 2300 yıllık "Kral Mezarları"nın altında da benzeri bir ibare var.
Fotoğrafın altında doğru ad yazmaz ise, bir özenden bahsedilebilir mi?
Makyaj özenli değil. İçerik hem var hem yok! Çok daha iyisi olabilir.
Kent içinde park alanı sıkıntısı var. Aklıma şimdi geldi. Saadece yabancı plakalı araçların park edebileceği bir park alanı yaratabilsek!
Yani, kentinizi görmeye gelen yabancılara birkolaylık, bir ayrıcalık sağlayabilsek!
Hoş olmaz mı?
Olmadı, yabancı plakaya park için öncelik tanısak?
Suistimal olmaz mı? Mutlaka olur.
Burası Japonya (!) değil.
Bir yolunu bulup bu sefer kalenin tam karşısına çıkıyoruz. İnsan kuş misali.
Erinç, kente hakim bir nokta bulduktan sonra uzunca bir süre kenti gözlemliyor.
Ben, dikkatini dağıtmamak için sessizliğimi muhafaza gayreti içindeyim.
Aradan 15-20 dakika bir zaman geçiyor.
Neresi olabilir? Buldum buldum...
Hemen dikkat kesiliyorum.
Erinç başlıyor anlatmaya;
"Altımızdaki yerleşim yerleri büyük bahçeli evlerle donanmış.
Neden?
Çünkü bu vadi istikbal vadediyor.
10-15 sene sonra buralarda arsaya güç yetmez.
Dolayısıyla (eli ile işaret ediyor, ben de hemen not alıyorum) bu boş alandan arazi almak isabetli olur.
Kadastro geçmemiş bile olsa olur, gün gelir geçer. Biz de gelir kazık çaktırır, arsamızı biliriz." dedikten sonra
"Anladın mı?" diye gözlerimin içine bakarak sözlerini sonlandırıyor. Başımla tasdik ederken "anladım" diyorum.
Yerden göğe kadar haklı da... Sorun zaman! 10-15 sene...
Arsaya kazık çakacak birileri mutlaka bulunur da, dünyaya çakmanın garantisi var mı?
-!..
Tepeden aşağı inerken gözümüze bir lokanta takılıyor. Olağüstü bir konumu var. "Kale senin", "Karşı tepeler" benim derken yorulduk ve acıktık.
Bu lokantadan Amasya'nın büyük bir kısmını kuş bakışı görmek mümkün. Yemekleri de lezetli. Bu mekanı sizlere gönül rahatlığı ile önerebilirim. Park sorunu da yok. Kent içinde zorlanabilirsiniz.
Yemekte, "öğleden sonra ne yapabiliriz?" sorusunu cevaplamaya çalışıyoruz.
Ortak kanaatimiz "kenti şöyle bir dolaşalım" oluyor. Trafiği görünce kent dışına çıkıyoruz.
("Misafir Oto Parkı" önerimin gerekçesi buradan doğdu.)
Önümüzdeki iki aracın arkasına yazılanlardan, can güvenliğimizin nelere bağlı olduğunu bir kere daha anlıyoruz.
Bu ülkede bir günde 5000 kişi hayatını kaybetse, ülkenin gündemi alt üst olur da, 5000 kişi 365 gün içinde azar azar ölürse vukuat-ı adiye den sayarız.
Bu arada yol boyunca ilerlerken bir levha dikkatimizi çekiyor.
Bir süre sonra karşılaştığımız ikinci levha ise aklımız karıştırıyor.
Hangisi doğru acaba?
-!..
İnternet sitelerinde her iki isim de var.
İşin ilginç yanı (!) Taşova Belediyesi'nin internet sitesinde "Borabay Gölü, Amasya'nın Taşova ilçesine 15 km, uzaklıkta olan, doğal bir heyelan gölüdür." denilmekte.
Ama ne çare ki gölün içindeki belediyeye ait levhada bile aynı çelişki var.
Hadi bakalım doğruyu siz bulun...
"Akdağ eteklerindeki Çivili tepeden doğan Çatağın Deresi'nin, toprak kayması sonucu tıkanmasıyla oluşan bir set gölü. 1051 metre yükseklikteki derin bir vadi tabanına yayılıyor. Borabay Gölü Amasya'ya 63 km uzaklıkta Borabay köyünün 2 km yukarısında yer alır. " bilgisi işin özü.
Özensizlik ise bizlerin...
Borabay Gölü'nden ayrılarak Tokat'a doğru yola çıkıyoruz.
Şimdi sizlere iki kitaptan kısa birkaç alıntı yapacağım.
Birinci kitap İzmir'den İstanbul'a Batı Anadolu / 1830 / Yazarları J.F. Michaud - J.J.F. Poujolat
Her iki yazar Haçlı Seferleri ile ilgili bilgi toplamak için 24 Mayıs 1830'da Toulan Limanı'ndan yola çıkarlar.
Seyyahlar, 20 Haziran 1830 da İzmir limanı'na vasıl olurlar. Ağustos ayı içinde Lapseki, Gelibolu, Erdek çevresini gezen seyyahların hedefi İstanbul'dur.
Kitapları mutlaka okumanız gerekiyor.
Ben bir iki paragraf aktarayım. Siz ne anlatmak istediğimi anlayacaksınız.
* Herkes günü gününe yaşıyor. Herkesin derdi başka, onları birleştiren ortak hareket etmelerini sağlayacak bir rehberleri yok. Syf: 40
* Türkler üstelik çok meraklı da değiller. Pek az soru sorarlar. Syf: 51
* Yaşlı ağaçları da kesmiyorlar. Yaşlı bir zeytine yaşlı bir insana gösterdikleri saygıyı gösteriyorlar, iyi de yeni bir ağaçdiktikleri de pek nadir. Syf:74
* Bu verimli topraklarda etkin üretime dönük bir halkın eksikliği hissediliyor. Syf: 290
* Bu konuda edindiğim bilgilere dayanarak söylüyorum, Türkiyede en pahalı şey adalet. Syf: 329
İkinci kitap "anadolu ve ermenistan'a yolculuk". / 1850 / Henry C. Barkley
* Babaları at üzerinde gelmiş ve mallarını yüklü hayvanlarla getirmişler ve babaları için iyi olan ne ise , onlar içinde iyi olan odur. Syf:123
* Eğer birinden bir atı tutmasını istersek Mehmet, Ahmet'e; Ahmet Salih'e söylüyor. Nuri İbrahim'e ve bu böyle gidiyordu... Syf: 68
*Ben dürüst yaşayamıyorum. Kendim ve atım için ayda 1.8 sterlin alıyorum ve geçimimi bununla sağlayamam. Yani eğer hırsızlık yapmazsam, atım ve ailem açlıktan ölür.. (...) Bu ülkedeki insanların nereye doğru yönlendirildiğini net bir şekil de gösteriyordu. Syf: 46
Gezi notları tarihe ışık saçar. 1830 dan bu yana 181 sene geçmiş. Nerdeyse 2 asır...
Ne değişmiş!
-!..
Siz bu notlardan faydalanamazsanız...
En hafif tabir ile yerinizde sayarsınız.
Ondan da öte, farkında bile olmadan çağın gerisinde kalırsınız. Tren kaçar!
Bir insan treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır.
Bir ulus treni kaçırırsa başka bir ulus gelir onu alır.
Ne acıdır ki Özdemir Asaf'ın bu çok anlamlı şiirini 2. kere yazmak durumunda kalıyorum.
Dilerim ki beni anlayışla karşılar, affedersiniz.
2. Bölümün sonu
Devam edecek...
Gelecek Bölüm
"Tokat"
Mehmet Emin Bora
18 Nisan 2011 / Ankara