Sandık


 

Kısa süre önce seyretmiş olduğum bir TV programından bahsetmek istiyorum. Sizler de bir benzerini defalarca izlemiş olabilirisiniz...

Hepsinin ana teması aynı.

Adamın arabasını bir vesile ile elinden alıyorlar!

Örneğin, kapısının önünden çalınmış süsü veriliyor.

Hane halkı, program yapımcısı ile işbirliği içinde.

Arabanın sahibi haberi duyunca can dostunu kaybetmiş gibi, yıkılıyor bitiyor.

Büyük bir tutku ile bağlı olduğu arabası artık yok! Bu düşünce onu perişan ediyor...

Fırsatı yakalayan adamcağıza yaşadığı bu sıkıntı yetmezmiş gibi çaktırmadan gaz da veriyorlar.

Bahse konu eğlence programının adı Overhaulin' Türkçe karşılığı "Onarım"

7 gün sonra, 30 yıllık aracı baştan aşağı yenilenmiş şekilde adama teslim ediyorlar.

Adamın yüzünü o anda görmenizi isterdim.

Durup durup iğnesi takılmış plak misali "Ohhh my god" "Ohhh my god" diyor, başka bir şey demiyor...

Bu sahneyi saatlerce seyredebilirim.

İnsanoğlunun en güzel hali "güldüğü an" olsa diye düşünüyorum.

Ama ne yazık ki -yaşam koşullarından olsa gerek- böylesi halleri sıkça yaşayamıyoruz.

Öyle değil mi?

Bu programı seyrederken aklıma "umut" "sevinç" "sevgi" "merhamet" gibi yaşamın olmazsa olmazları üzerine düşünmek geldi...

Bu bağlamda aklıma bir soru takıldı!

Mutluluğun mu bir parçası olmak istersin?

Yoksa,

Hüzünün mü?

-!..

Umudun mu?

Yoksa,

Umutsuzluğun mu?

-!..

Benzer ikilemleri çoğaltabiliriz. Önemli olan seçimimiz!

Arabasının çalındığını düşünen adamın karamsarlığını, -zaman zaman da olsa- bizler de çeşitli vesilelerle yaşamıyor muyuz?

Bir insan düşünün... Çok neşeli bir ruh halini yaşarken bir anda kötü bir haber alıyor ve büyük bir karamsarlığa düşüyor.

Varsayalım ki bu halin sebebi de, sizsiniz.

Bir insanın yaşama sevincini sonlandırıyorsunuz. Böylesi bir role soyunmak ister miydiniz?

- !..

Kim ister!

Şimdi sizlere avcılıkla ilgili yaşanabilir bir örnek vermek istiyorum.

Önce, uzun yıllar uçar avı yapmış olanların çok iyi bildiği bir sahneyi, hayalinizde canlandırmaya çalışacağım.

Varsayalım ki kınalıkeklik avındasınız. Hayvan aşırı avlanma baskısı altında kalmış, size yaklaşma şansı tanımıyor.

Çok uzak mesafelerden parlıyor. Bu hali görür görmez her tecrübeli avcı gibi "hayvan yılgın" diyorsunuz.

Hele hele kış aylarının son günlerinde av yapıyorsanız doğal olarak bu ve benzeri sahnelerle sıkça şahit olursunuz.

Yetişkin hale gelen kınalı keklik, çoğu zaman menzil dışından kalkarak, tabiri caizse sizi canından bezdirir.

Hangimiz bu halleri yaşamadık ki!

Hayvan yılgın, siz ise fazlası ile yorgun ve bezginsiniz.

Yaşanan gerçek bu.

O anda çok uzaktan bir keklik kalkıyor ve siz tüfeğinizi doğrultup sıra dışı bir atış yaparak "geçit" yapan kekliği ele geçiriyorsunuz!

Yakınınızdaki arkadaşlarınız sizi büyük bir çoşku ile tebrik ediyorlar.

Bazıları böyle bir sahne ile ilk defa karşılaşdıkları için halen gördüğüne bile inanmakta zorlanıyor.

Onlara göre, imkansızı başardınız.

Yaşanan bu sıradışı halin ya şahidi, ya da kahramanısınız!

Doğru anlattım değil mi?

Buraya kadar fikir birliğimizin olduğunu düşünüyorum.

Şimdi!

Şimdi, kendinizi bir an için kaçanın yerine koyun!

"Bu mesafeden beni asla vuramaz, kurtuldum işte" derken, umutlarınız bir anda tükeniyor, acı içinde yere düşüp çırpına çırpına ölüyorsunuz.

Hiç bu yönde düşündüğünüz oldu mu?

- !..

Anılarınızı içinde sakladığınız "sandığın" kapağı aralanınca, ne çok şey ortaya çıkıyor!

Öyle olmuyor mu?

Yukarıda anlatmaya çalıştığım sahneyi defalarca yaşadım. Yaşatanlara da şahit oldum.

O zamanlar olağanüstü bir keyif almıştım...

Şimdi ise derin bir hüzün yaşıyorum...

-!..

21. Yüzyılda avcılığı, avcılık karşıtı insanlara anlatabilmek, gerçekten zor...

Mutlaka "taraf" olmamız lazım!

"Kimden yana?" sorusunun bana göre bir tek yanıtı var.

"Akıldan yana"

Aklı ötelemek, veya ikinci plana atmak, doğru yönü bulma bağlamında, pusulanın önemini yadsımak gibi bir şey olur.

Kim avcı olmalı? sorusuna yanıt bulabilmek için örnek vermek isterim;

Avlanmanın gerekçesi, "kontrollü bir çalışmanın veya ekonomik bir etkinliğin bir parçası ise" bunu anlayabilirim. Her iki eylem de aklın ürünüdür. Popülasyon kontrolü için verilen kısıtlı avlanma izinleri veya özel avlaklar (1) buna örnektir.

Yasa dışı yöntemlerle yapılan avlanmayı "çok aşağılayıcı bir eylem" olarak kabul ederim. Asla anlayamam.

Kaçak avcılığın gerçekleşmesi için de akıl kullanılmış olabilir. Bu, çelişki değil ironidir.

Hırsız da aklını (!) kullanır! Ama yaptığı suçtur. Aklını bu yönde kullananlar için Türkçe'de "hin" kelimesi kullanılır.

Aç adamın (2) halini anlayışla karşılayabilirim. Bu "var olabilme" çabasıdır. Akılla ters düşmez.
 

Velhasıl avcılık;

Ahlaken yüksek değerleri içinde barındırmanın yanı sıra,

üstün insani meziyetlere sahip,

yabandan alacağından çok , ona daha fazlasını verebilecek,

her geçen gün evrilebilen insanlara mahsus bir eylem halidir.

Sıradan insanlara "kapalı olmalıdır" diyebiliyorum.

Aslında idarenin seçtiği yol da budur!

Eğitir, sınav yapar ve seçer!

Kimi elemeye çalışır? Sıradanları.

Yol doğru, uygulama (!) yanlıştır.

(1)

Özel avlaktan kastım; kendi ürettiği hayvanları avlanmaya açan kuruluşlardır. Bir vesile ile devletin yıllarca koruduğu (!) sahalarda yapılan avcılığı kast etmiyorum. Bu eylem, ekonomik etkinlik gibi görülse de ciddi boyda sorgulanmaya muhtaçtır.

(2)

Böyle bir halin -içinde bulunduğumuz zaman diliminde- ülkemizde yaşandığını zannetmiyorum

Sandığın kapağını bir aralamaya görün... Neler var neler...

Sandıkların hayatımızda oynadığı roller aklıma geliyor...

Çeşit çeşit...

Örneğin:

Çeyiz sandığı: Annemizin evlenirken getirdiği en önemli eşya.

Göç sandığı: En az 50 yıl geride kalan, evden eve, farklı yerleşim yerlerine taşınırken kullanılan sandık.

Alet sandığı: Çok eskilerden beri hemen hemen her evde bulunan bir sandık.

Yardımlaşma sandığı:: Kurumsal niteliği olan bir oluşumun nostaljik adı.

Evrak sandığı:: Eski zamanlarda idarenin yazılarını sakladığı yer. Pek çoğu bir arada ise "Sandık Odası"...

Hazine sandığı:: Masal dünyamızı süsleyen, ama hiç görmediğimiz bir tanımlama.

Oy sandığı: Umudunu bir zarfa koyup, içine attığın tahta kutu.

Bir tane daha var! Onu tabiatı (!) gereği sona sakladım!

Babam 75, annem 96 sene yaşadı.

21 yıl evvel babamı, 3 sene evvel de annemi kaybettik. Bir ev yıkıldı. Daha fazlası kuruldu.

Baba evini boşaltmak zorunda kaldık. Doğal olarak o evde kalan eşyaları da.

Kimini ihtiyaç sahiplerine dağıttık, kimini de hatıralarına hürmeten saklıyoruz.

Eşyaların kalan kısmını zorunlu olarak evimdeki hobi odasına taşıdım.

Uzunca bir süre öylece kaldılar. Açıp bakamadım bile...

Sahipleri olmayan eşyalar bana öksüz çocuklar gibi geliyor. Bir tarafları eksik, donuk ve acılı...

Dışarıdan bakan yabancı bir gözün, o eşyalara yüklediği değer ve anlamlar bir başka... Sizinki bir başka!

Her birinin farklı bir anısı olduğunu biliyorsunuz...

(...)

Evi boşaltalı 6 ay oldu.

İlk defa yılbaşının ertesi günü onların yanına inebildim. Öyle çok şey anlatıyorlar ki...

Konuştum onlarla!

İşte o zaman, sandıkların yaşamımızda ne denli önemli bir yeri olduğunu fark ettim!

- !..

Annemin çeyiz sandığı!

İçinde 64 sene evvel İstanbul'da gittiği biçki dikiş kursuna ait metot defteri...

Eldivenleri,

        

1952 yılında zaman zaman babam İstanbul'a görevli olarak giderdi. Bu eldivenleri Beyoğlu'nun en lüks dükkanlarından alırmış. 59 sene geçmiş!

El işi sehba örtüleri, bir dönemin zerafet anlayışının seçkin örneklerini oluşturuyor...

O kuşağın hangi evinde yok ki!

Bardak altına konan dantel işlemeler...

    

Dikiş kutusu!

İnanır mısınız düğmeleri görünce, giyilen elbiseleri hatırladım. Anılar beynimizde öylesine yer etmiş ki!

   

Sandıkta üst üste durmaktan erimeye yüz tutmuş onlarca kumaş...

1952 yılında alınmış bardak takımı!

Annem bunlara renginden ötürü "bal bardak" diye ad takmıştı.

Evden eve özenle taşıdı. Onun için çok kıymetliydiler. Mersin'de alınmıştı. O tarihte bu ve benzeri eşyalar Suriye'den gelirdi. Evin tek süsü hemen hemen bundan ibaretti. Ama çok mutluyduk.

Annem için çok önemliydiler, anlatabiliyor muyum!

- !..

Babamın göç sandığı!

76 sene boyunca bir o yana, bir bu yana sonbahar yaprakları gibi savrulup duran bir sandık...

Bandırma, Balıkesir, Kepsut, Diyarbakır, İstanbul, Erzurum, Mersin, Kırıkhan, Adana, Kayseri ve Ankara'da sonlanan büyük göçün yılmaz kahramanı...

"İki göç bir yıkıma eştir" sözünü, ancak yaşayanlar bilir.

Babam Harp Okulu'ndan 1935 yılında mezun olmuştu. O nesil, II. Dünya Savaşı'nın canlı şahitleri oldular.

Yokluğun ne demek olduğunu onlara soracaksınız. Ekmeğin karne ile dağıtıldığı yıllar...

Dolayısıyla babamın sandığından bolca kumaş ve Amerikan bezi çıktı... Abartmıyorum en az 20-30 m Amerikan bezi...

Amerikan bezinden gömlek de olur kefen de... Her derde deva, iksir gibi bir özelliği vardı.

Genellikle Sümerbank'ta satılır, zaman zaman da ortadan kaybolurdu. Dolayısıyla çokça alınmasını ben anlayabiliyorum.

Kula kumaşlar!

Kula Mensucat, 60'lı yılların en lüks elbiselik kumaşlarını üretirdi... Sıhhiye'de Ordu Evi'nin karşısında satış mağazaları vardı. Babamla beraber giderdim. Önce desen beğenir, sonra tabiri caizse okkalamak sureti ile gramajı hakkında fikir yürütür, eli ile buruşturmaya çalışır, en sonunda da uygun bir yerden bir iplik çeker ve onu çakmakla yakardı.

İp hemen kıvrılır ve büzüşürse "sentetik oranı fazla" diye itibar etmezdi. Bu işlemden beklenen yanık yün kokusu idi. (Bu kriterler halen geçerlidir.)

Kumaşların pek çoğu, diğer sandıkta olanlar gibi erimeye yüz tutmuş...

- !..

Babam için çok önemliydiler, anlatabiliyor muyum!

- !..

Abimin okul sandığı!

Abim ODTÜ'de 1. sınıfı okuduktan sonra Amerika'ya gitti. Oradan dönerken eşyalarını bu sandığa koyarak geldi. Evlenince de sandığını annemden istemiş. Olmayacak bir şey ama annem de vermemiş.

Bana biraz da kızgınlıkla "vermeyeceğim" dedi.

Ben de üzüldüm. Aile içinde böyle bir hali ilk defa yaşıyorduk.

Ortalık yatışsın diye ben anneme hemen bir sandık yaptım.

Küçük dedi.

Bir tane daha yaptım.

Büyük dedi.

-!..

Aradan çok zaman geçti...

Şimdi o odada hepimizin sandıkları bir arada!

Bizler ise bir daha asla bir arada olamayacağız...

Sandıklar içindekilerle, yaşam da bu ve benzeri öykülerle doludur.

Kanaatim odur ki aslında "içimizdeki sandık" diğerlerinden daha önemli!

Hepimizin içinde kapalı bir kutu, bir sandık veya kapağı açılmak üzere bir kitap bekliyor.

Salvador Dali

Kimimiz sandığın varlığını inkar etmiyor ama, kapağını bile aralamaktan korkuyor...

İnkarı yeğleyenler "Ne sandığı" dese bile, aslında "ben korkuyorum" "bu sandığı açamam" demek istiyor.

Ne yaparsak yapalım, en sonunda bir daha asla açılamayacak bir sandığımız oluyor.

Ona, sanduka diyorlar...


 

Son sandık

Keşke bu aşamaya gelmeden önce, başta içimizdeki olmak üzere her türlü sandığı açıp, içerikleri ile yüzleşebilsek.

Gerçekleri seslendirmekten korkmamayı bir öğrenebilsek!

Farklı fikirler üretip, doğruyu bulma yolunda çaba sarf edebilsek...

Yapmaya çalıştığım budur...

İki tarih arasında
kısa bir çizgi hayat
yaklaşan günler taptaze gelir
uzaklaşan saniyelerse bayat

Sonunda hissedilir ki gelip
''merhaba'' diyecek ihtiyarlık
bir uzak bahçe olmaktan çıkar
komşu bir semt olur mezarlık

Ve de birdenbire alıp götürür
bilinmeyen, beklenmeyen bir an'da
ne yaş dinler, ne para, ne de kuvvet,
karşı koymak gücü yoktur insanda.

Çekip alsa da birer birer
yakınlarını insanın, ölüm
kimse bilmek istemez ki o
meyvada ikinci yarım dilim...

Oysa hem seyircisi hem oyuncusu
olmak gerek bu manalı oyun'un
size kral giysileri sunulsa bile
ebedi rolünüz için soyunun...

                                                                       Gökhan Evliyaoğlu

 

Anı yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır.

                                                      Andre Gide

 

 

Mehmet Emin Bora

07 Şubat 2011 / Ankara

Bu yazı 6929 kez okundu...