Çorum
Çorum
Yaylalar Köyü'nü terk ederken, aklımın büyük bir kısmının bu köyde kaldığını söyleyebilirim.
Doyumsuz manzaralarını ve sıcak insanlarını, asla unutmayacağız. Barhal Vadisi, daha pek çok güzelliği içerisinde barındırıyor. Önümüzdeki sene, yine oraya gidersem şaşırmayın.
Dilerim ki, hayat bu fırsatı bana versin...
-!..
Ankara'ya dönme zamanı geldi. Ama yol fazlası ile uzun, en az ikiye bölebilirsem, daha doğru olacak.
İspir üzerinden Bayburt - Gümüşhane yolu ile Karadeniz sahiline ulaşmayı hedefliyorum. Yol üzerinde, aklımı çelen bir yer var ise, orada da konaklayabilirim.
Yaylalar Köyü'nden ayrılıp Yusufeli üzerinden İspir'e varmam 4-5 satlik bir zamanımı alıyor.
İspir'de yemek yiyip Bayburt'a doğru yola çıkıyorum.
Evdeki hesap, çarşıya uymuyor.Yol çalışmaları yüzünden, 2 saate yakın bir zaman kaybediyorum.
Bayburt'ta durmadan Gümüşhane'ye doğru yolumuza devam ediyoruz. Aslında Bayburt'ta kalıp, çevresini mutlaka gezmem gerektiğini biliyorum. Bu arzumu, başka bir sefer gerçekleştirmem gerekecek.
Bayburt Kalesi
Bayburt - Gümüşhane arası 76 Km.
Vakit geçti. Gecenin bir saatinde bilinmedik bir yerde kalmaktansa, Gümüşhane'de kalmayı yeğliyorum.
Keçi Kalesi
(Kale 14.yüzyıl içinde, Bizanslılar tarafından yapılmış.)
Kalenin yoldan görünüşü tek kelime ile muhteşem. Tereddüt bile etmeden yolumu kaleye çeviriyor ve hızla dik olan yoldan yukarı çıkıyorum, çünkü, vakit fotoğraf çekmek için çok uygun. Eşim, aşağıda arabanın yanında kalıyor.
Kaleye çıkmak, öyle kolay bir iş değil. Bedenim, bir haftaya yakın bir zamandır, yaşadığı zorluklardan dolayı hazırlıklı, merak duygum ise, her zamanki gibi üst seviyede...
Merak duygusu özellikle avcılarda, benzeri diğer hobilere (!) göre, daha ağır basar. Daha doğrusu "basmalı" demek lazım.
Şu tepenin arkasında ne var?
Bu tepenin arkasında ne var?
Şeklinde başlayan bu tutku, neticede onu "Bu dağın arkasında ne var?"a kadar götürecektir.
-!..
Kafamdan bu düşünceler geçerken, etrafıma dikkatle baktığımda çevre düzenlemesinin yapılmamış olduğunu tespit ediyorum.
Kalenin girişinde olması gereken, bir tek tanıtım levhası yok!
.
Ankara'ya gider öğrenir, araştırır, yazarım diyorum.
Ama kazın ayağı öyle değilmiş.
Gümüşhane'de tam tamına 35 tane kale varmış.
İnternet sitelerindeki fotoğraflar da, genellikle kötü çekildiği için, bir bakışta "işte bu" deme şansınız yok.
Bir tam günümü, o kitapçı senin, bu kitapçı benim, diye dolanıp durdum.
Konusu, sadece kaleler olan "100 Kale"adlı kitabı aldım. İçindekiler bölümü, illere göre düzenlenmediği için, ilk aşamada bulamadım. Son çare bir aile dostumdan yardım istedim. Çektiğim fotoğrafı, elektronik posta yolu ile Gümüşhane'ye göndermiş.
Kale ile tanışmamız böyle oldu. Adı Keçi Kalesi imiş! Belliydi zaten!
Turizm Bakanlığı'nın, konu ile ilgili kişilerine seslenmek isterim.
Turizm sezonu bitti! Siz, hala levha yazdıracaksınız!
"Kalenin restorasyonu 2008 yılı içerisinde Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Gümüşhane Valiliğinin iş birliği ile gerçekleştirilmiştir." diyorsunuz da, 2010 bitmek üzere!..
2 sene içinde, bir levha hazırlanıp yerine konulamaz mı?
2 sene, 730 gün!
Dile kolay, o levhanın hazırlanıp yerine konulması, taş çatlasın 2 gün tutar...
Sosyal bilimci Moore;
"Zaman yoksa değişim olmaz / Değişim yoksa, zaman kavranılamaz" demektedir
Sanki bizim için söylemiş.
Kaleden görülen arazi yapısı, keklik avcılığı için ideal bir yapıya sahip.
Bir yandan fotoğraf çekerken, bir yandan da aklıma "avcılık" yaptığım yıllar geliyor.
"Dolu dolu" geçtiğini zannettiğim, ama en az "yarısı boş geçen"yıllar...
-!..
Tüm samimiyetim ile ifade ediyorum ki 40 sene evvel;
Avcılık bağlamında bana "farklı bir bakış açısı kazandırabilecek" bir "kanaat önderi"ne sahip olabilseydim...
Veya
Olabilseydik!
Şimdi, camia olarak çok farklı bir yerde olurduk.
Her vesile ile, günah keçisi muamelesi görmek yerine, toplumun her kesiminde, etkinlikleri ile saygın ve itibarlı insanlar olarak tanımlanabilirdik! Ne dediğimin anlaşılabilmesi için;
Sitenin ana sayfasında "Milliyet Gazetesi'nde Yayınlanmış Yazılarım" başlığı altında 52. sırada bulunan
"Macaristan'da Avcılık" başlıklı yazı dizimi okumanız lazım. Sanırım, bu örnek, yeterli olacaktır.
Yakın bir zaman dilimi içinde, sizlere, avcıların içine düştükleri ve bir türlü çıkamadıkları açmazlardan bahsedeceğim.
O zaman, bugün söylemeye çalıştıklarım, daha çok anlam kazanacak.
Bir gece Gümüşhane'de kalıp, Karadeniz sahil yoluna ulaşmak için erkenden yola çıkıyorum. Torul'u geçince yol ikiye ayrılıyor. Ben, Kürtün üzerinden sahile ulaşmayı tercih ediyorum. İyi ki de böyle yapmışım...
Kürtün
Alabalık Çiftliği
Toplam, 9 gün süren bu gezinin ana temasını, Yusufeli / Barhal Vadisi üzerine kurgulamıştım.
Bayburt veya Gümüşhane yaylalarını, etraflıca gezme süresinin de minimum 9-10 gün olduğunu zannediyorum. Dolayısıyla, yol üstünde olmasına rağmen bazı görülmesi gereken yerleri, zorunlu olarak, göz ardı edeceğim. Aksi halde bu gidişle Ankara'ya varmam zor olacak.
Sahil şeridine ulaştıktan sonra, kendime hedef olarak Çorum'u benimsiyorum. Az da olsa bir yorgunluk başladı. Zorlamamak lazım.
Saat 17: 00 gibi Çorum'a vasıl oluyoruz. Yorulduğum gün gibi aşikar, gün içinde yoldan telefonla aradığım bir arkadaşımdan, Çorum'da kalabileceğim bir otel önermesini rica etmiştim. Eksik olmasın, yer bile ayırtmış.
Anitta Otel'de kalacakmışız.
Anitta Otel
Otele geldiğimizde, yol boyu fotoğraf çekeceğim diye didinip durduğum için, sefil bir haldeyim.
Otel beş yıldızlı, her yer pırıl pırıl, ben ise Medine fukarası gibiyim...
Alış veriş etmem lazım, bir tek temiz çamaşır ve gömlek kalmamış.
Odamıza yerleşip, işyerleri kapanabilir kaygısı ile derhal kendimizi sokaklara atıyoruz.
Bir taksiye binip, kent merkezine gitmek istediğimi söylüyorum. Kısa sürede varıyoruz.
Havuzlu Park
Her taraf cıvıl cıvıl...
İnsanların olur da, "kentin yaşama sevinci olur mu?" şeklindeki soruya yanıt arıyorsanız...
"Çorum'a gidin." derim.
Ankara sokaklarında görmeye alıştığım bedbin, yorgun, mutsuz, hatta umutsuz insan görüntülerinin yerini, burada yaşamı kucaklayan, güler yüzlü insanlar almış.
Çevreye dikkatle bakınca, bir resim sergisi için, açılış hazırlığı yapıldığını fark ediyorum.
Ortamda, büyük bir coşkunun varlığı hissediliyor. Bu, bence çok önemli bir parametre. Parayla, pulla alınamaz bir değer.
Eser sahibi, Sn.Nilgün Ayşecik Çevik
Sizler de fark etmişsinizdir!
Ülkemizde, ressamlarımızın yabanhayatına dair ürettikleri eser sayısı, hemen hemen yok denecek kadar azdır.
İnançlarla olan kısmını, bir an için konu dışı ettiğimizi varsayalım; "ressamlarımız neden yabanhayvanı resmetmezler" diye, hiç düşündüğünüz oldu mu?
-!..
1995 senesinde Polonya'ya sülün avı yapmak için gitmiştik.
("Milliyet Gazetesi'nde Yayınlanmış Yazılarım" başlığı altında 13. sırada.)
Varşova'da eski şehrin kent meydanını gezerken, çevrede el işi cam eşya üreten, pek çok mağazayı özellikle gezdim.
Üzerlerine yabanhayvanı nakş edilmiş, onlarca irili ufaklı nesne gördüm. Anatomik bir tek hata olmadığı gibi, neredeyse uçacak veya kaçacak gibiydiler...
Bana göre;
Yabanhayvanları ile, iç içe yaşamıyorsanız,
Onları beyninize nakş etmemişseniz ise,
Nasıl resmedeceksiniz ki? diye sorarım...
-!..
Kamyon tekerleklerinin, paçalıklarına konuşlanmaktan öteye gidemeyen, türkülerimizde;
Sekişini, yarimizin yürüyüşüne,
Ayaklarını, yavuklumuzun kınalı ellerine benzettiğimiz"
ve
Kafeslerde 24 saat izlememize rağmen, kekliği bile doğru dürüst neden resmedemiyoruz!
Hala, sorun yok diyebilir misiniz?
Örnek vermek isterim;
05-16 Haziran 2000 yılında Fransa Ulusal Av Ofisi (ONC) tarafından organize edilen bir toplantıya, Çevre ve Orman Bakanlığı'na bağlı, Milli Parklar Genel Müdürlüğü çalışanları ile birlikte katılmıştım.
Bir tatil günüydü. Paris'e geldik. Şanzelize de (Avenue des Champs-Élysées) gezerken, metro çıkışının hemen yanında bir müzayede salonunun olduğunu fark ettim.
İçeri giriş, ciddi bir ücrete tabiydi.
Hüsrev Özkara, Muzaffer Topak ve ben bilet alıp salona girdik. 2 katlı olan bu mekanda, pek çok eşya sergileniyordu. Ben, avcılıkla ilgili objeler arıyordum. Buldum da!
Üst katta, duvara asılı devasa bir resim görmüştüm. 2.5 x 1.5 m gibi...
Sürülmüş bir tarlada sabahın erken saatlerinde çil keklikler yayılıyordu.
Sürünün yarısı, sisin içinde hayal meyal görülürken, ön sıralarda olanların doğal halleri o kadar güzel resmedilmişti ki... İnanın bana aradan 10 yıl geçti, resim hala belleğimdeki canlı yerini koruyor.
Resme o kadar uzun süre bakınca, yöneticilerden biri yanıma yaklaşarak "beğendiniz ise, size satalım" şeklinde bir giriş yaptı. Tablonun fiyatının bugünün rakamları ile 250 milyar civarında olduğunu hatırlıyorum.
Kulakları çınlasın, o anda yanımda dönemin Genel Müdür Muavini Sn.Muzaffer Topak vardı.
Muzaffer Topak - M.Emin.Bora
Neden bu resim ile ilgilendiğimiz sorulunca, kurumsal kimliğimizi açıklamak zorunda kaldık ve "Milli Parklar Genel Müdürlüğü'nün salonuna koyabiliriz" diye de, tabir-i caizse salladık.
Biz böyle söyleyince, adam daha çok ilgi gösterdi.
Sonuçta gak dedik, guk dedik, lafı "düşüneceğiz"e bağladık ve ufaktan tüydük.
Elin Fransızına , "Devlet adına geldik, ama bir kısım giderleri de kendi cebimizden karşılıyoruz"
"Bizim resim bu", hal böyle olunca "sizin resmi nasıl alabiliriz?" mi diyecektik!
Ben, bu seyahatin tüm masraflarını kendi cebimden karşıladım. Bu gezi sırasında, devletin 1 kuruş parası kursağımdan geçmemiştir. (Başka söyleyeceklerim de var... Yeri gelirse seslendiririm)
-!..
Nereden, nereye geldik! (Kaygılanmayın, henüz afazi başlamadı)
Yabanhayvanları ile neden iç içe yaşayamıyoruz sorusunun muhatabı hepimiziz.
-!..
Ben, savımı desteklemek için, örnek vermeye devam edeceğim.
10 seneden fazla bir zaman olduğunu tahmin ediyorum. Ankara'da Hüseyin Gazi Dağı civarında 2 geyik görülmüştü. İhbar üzerine oraya vardığımızda, 3-4 saat gibi bir zaman geçtiği için, o geyikleri bir daha hiç gören olmadı.
Çok büyük bir olasılıkla, o kısa süre içinde ikisini de "ham" yaptılar.
Kurban Bayramı yaklaşıyor. Vahşetin boyutlarını göreceksiniz. Neden değişemiyoruz?
İşte bu bağlamda yukarıdaki tablo ilgimi çekti. Ressamın hayalinde mi canlanmış, yoksa arkeolojik bir kalıntıdan mı kopyalanmış! Bunu bilemedim. Stilize de edilmiş olabilir. Görüntüdeki gidiş istikametine göre, geyiğin soldaki boynuzu, sağdakinden 1 metre önde!
Bu halde koşacak olursa, işi iş doğrusu...
Edindiğim bilgilere göre bu etkinlik Çorum 'da 2. defa yapılıyormuş. Ben, kendi adıma bu etkinliği düzenleyenleri ve katılanları gönülden kutluyorum.
Fotoğrafta görülen "Gömlekçi / Mehmet Ali"ye gömlek almak için uğradım. 1 saat içinde, cebin üstüne ismimi yazmak kaydı ile dikebileceğini söyledi. Tamam, dedikten sonra, 2 tane de Ankara'ya gönderilmek üzere sipariş verdim. Esnafın yaklaşımı o kadar sıcak ki!
Çorum'da "Hayır" "Olamaz" ve bezeri olumsuzluk ifade eden sözcükler kullanılmıyor.
Olabildiğince daha çok yer görelim diye, bir taksi ile gıda fuarına gittim.
Yollar da, fuar alanı da, pırıl pırıl.
Çorum, Eskişehir'e benziyor. Gelecekte geçerse hiç şaşırmayın. (Sivas'ı da bir kenara not alın)
Yol boyunca, taksi şoförüne pek çok soru yönelttim.
Aldığım yanıtların hemen hemen hepsi, sevgi, hoşgörü ve tolerans ağırlıklı.....
Derine girince, Alevi olduğunu söyledi.
Çorum'da Alevi kültürü kente yansımış. Görülen bu...
Bana, sadece yürekten alkışlamak düşüyor... Çorum'a bayıldım doğrusu...
Ertesi sabah, eşimle beraber erkenden kalkıp, otele çok yakın olan, Çorum Müzesi'ni ziyarete gittim.
Bir daha kim bilir ne zaman yolumuz düşer!
Müzeye girer girmez ilk işim görevlilere sormak oldu.
"Müzede, üzerinde keklik figürleri işlenmiş, kap kacak misali bir nesne var mı?"
"Fotoğraf çekebilir miyim?"
"Üst katta var, fotoğraf çekebilirsiniz" şeklinde kesin bir cevapla karşılaşınca, yukarı çıkıp, bahsedilen bölüme ulaştım.
Küpçük
Öncelikle bu kareyi çekip, hızla müzeden dışarı çıktım. Üç ayaklı sehbamı (tripod) alıp, geri döneceğim.
Biraz evvel "fotoğraf çekebilirisiniz" diyenler, bu sefer sehbayı elimde görünce "Hayır" dediler!
Neden? diye sorup, bir süre fikri bağlamda karşılıklı tartıştık.
"Bizi aşar, müdür muavini (yanılmıyorsam) Ayla Hanım'la görüşün dediler.
Netice değişmedi. Bu sefer Ayla Hanım'ın refakatinde müze müdürünün makamına çıktık.
Lafı fazla uzatmadan, müdür beye soruyorum.
- Fotoğraf çekebilir miyim?
- Evet
-Tripod kullanabilir miyim?
- Hayır.
- Sizin söylediklerinizden ben şunu anlıyorum. "Çek, ama iyi netice alma, yanlış mı?
- Evet aynen öyle...
-!.. (Bu simge, benim boksu, boksu düşündüğüm anlamına geliyor)
Son bir gayretle...
- Neden? Bunun, kime ne gibi bir getirisi olur! Kime, ne fayda sağlar ki?
- Bakın, ben size mevzuatı göstereyim. (Gösteriyor)
Müdür bey sözlerine;
- Ben şimdi size bu imkanı sağlamış olursam, örneğin Ayla Hanım'da beni şikayet etse, ben işimden olurum. İsterseniz benim omuzuma dayayıp çekin, ama lütfen... Tripod ile asla olamaz.
(Bu eserleri bulan profesörlerin, telif hakları mevzubahis olabilirmiş)
Bu aşamada aklım iyiden karışıyor.
Şöyle ki;
- Bilim adamı, bu buluşunu kendi mi finanse etmiş?
- Hayır...
- Bilim adamı bu buluşunu, devlet müzesinde değil de, kendi özel müzesinde mi sergiliyor?
- Hayır...
- Bilim adamı, bu eseri bulmakla bilim dünyasına adını zaten yazdırmış, ben bunun fotoğrafını çeksem, ne kaybedecek?
- Hiiiççç..
- Ben bu fotoğrafı satıp, para kazanmıyorum ki!
- Doğru...
- Yeraltındaki eserler, Türk milletinin değil mi?
- Evet...
Özde "Fotoğraf çekilemez" deseler, kolaylıkla anlayacağım!
Ben bu düşüncelerle boğuşurken, odaya bir görevli geliyor. Müdür Bey'in misafirleri kapıdaymış.
Sn.Dr.Önder İpek ile dışarı çıkıyoruz. İzni ile, bir kare fotoğrafını çekiyorum. (tripodsuz)
Sn.Dr.Önder İpek
Misafirler geliyor, biz gidiyoruz.
Bu ülkenin yabanhayatı bağlamında simgesi kekliktir... Bunu bilir, bunu söylerim.
Fransa'nın milli simgesinden daha iyi değil mi?
-!...
İlk örneği Hatay Mozaik Müzesi'nde bulmuştum. 1800 yıl öncesine aitti.
http://www.arpacik.net/guncel_detay.asp?id=158
Bir delil daha bulduğum için, çok sevinçliyim.
Çorum Müzesi
Çorum'dan ayrılıp Ankara istikametinde yola çıkıyorum. 3 saat sonra kısmetse evimizdeyiz.
"Yol boyu, fotoğraf çeke, çeke gitmek, doğru olur" diye düşünerek gözlerimi dört açıyorum.
Bu arada, elektrik direklerinin üzerlerine yuva yapmış leylekler dikkatimi çekiyor.
Daha farklı bir görüntü elde edebilir miyim? diye düşünüp yola devam ederken, bir başka direğin üzerinde aradığımı buluyorum.
Heyecandan, elim ayağım birbirine dolanıyor. Hemen deklanşöre basıyorum.
Mama saati...
Hızla çektiğim fotoğrafa baktığımda, sükũtu hayale uğruyorum. Aceleden, ön camın arkasından çektiğim için, fotoğrafta olması gerekli olan, netlik ve keskinlik yok!
Bir anda buz gibi oluyorum...
Ben bu enstanteneyi, bir daha nasıl yakalarım ki!
Bir sonraki mama saati, kim bilir ne zaman?
Hava çok sıcak, öğle güneşi tepemizde.... Tam çalışma saati!
Pencereden çıkardığım 50-500'ü direğin tepesine odaklayıp, gözümü vizöre dayıyorum.
Taktım kafama, dünya umurumda değil, varsa yoksa leylekler.
Saat 11:47
Yaklaşık olarak 30 dakikadır temizlik yapıyorlar...
Bu arada eşim haklı olarak söylenmeye başlıyor "gitsek artık, çok terledim hasta olacağız" (v.b sözler...)
"İyi de, ben zaten hastayım" (demiyorum)
Ama, durum da aşikar...
Saat 12:18 İkinci yavru ortaya çıkıyor. Bu benim için büyük sürpriz.
Saat 12:18 Yavru, başlıyor hoplayıp zıplamaya...
Eşim bir yandan söylenmeye devam ediyor;
"Bir bey ile bir hanım, bize doğru bakıyor..."
"Bak, bizi içeri davet ediyorlar..."
"Bize doğru geliyorlar..."
Duymuyorum ki!
32 dakika sonra. Saat 12:19
Son kareyi çekince, huzura kavuşuyorum.
Soluma dönüp baktığımda, gerçekten bize doğru yaklaşan çifti görüyorum.
Kısa bir muhabbetten sonra "Buyurun yorulmuşsunuzdur. Birlikte bir çay içelim" diyorlar.
O kadar sıcak bir tavır sergiliyorlar ki reddetmek, gerçekten ayıptan da öte olacak. Birlikte iş yerlerine giriyoruz.
Sohbete, ortak ilgi alanımız olan leyleklerle başlıyoruz.
Benim leylekleri fotoğrafladığım yuva, Ali Bey'in fabrikasının girişinde bulunan elektrik direğinin tepesindeymiş.
Direğin (!) ilginç, ama çok ilginç bir de öyküsü var.
Ali Bey fabrikayı kurarken, belediyeden projeye uygun olarak elektrik talebinde bulunuyor.
Geliyorlar ölçüyorlar biçiyorlar ve "Tamam her şey uygun, size bu direkten elektrik verebiliriz.Yalnız bir sorun var. Direğin tepesindeki leylek yuvasını yıkacağız. Başka türlü mümkün değil " diyorlar.
Ali Bey hemen itiraz ediyor ve " Başka bir direkten olamaz mı?" diye sorunca...
"Olur tabi yeni direk dikmemiz lazım. Bu da size, 6 milyar civarında bir rakama mal olur" şeklinde bir cevap alıyor.
Ali Bey yanıtlıyor; Olsun, bu direği yıkmayın...
-!..
Öykünün aslı bu...
Duygulandınız değil mi?
Sadece bir çift leylek için yapılan fedakarlığı gördünüz mü!
Ali Bey ve eşi;
"Onlar her sene buraya geliyorlar, eğer yuvaları yıkılsaydı, gelecek sene buraya geldiklerinde perişan olacaklardı. Gönlümüz buna elvermedi" şeklinde kısa, ama çok anlamlı bir de açıklama yapıyorlar.
Sözün bittiği yer, işte burası...
Soldan sağa: Ali İhsan Postalcıoğlu - Ümran Bora - Canan Postalcıoğlu
Bize çay ikram ediyorlar.
Laf lafı, laf canı açıyor.
Bir saate yaklaşan birlikteliğimiz sırasında, pek çok evrensel değeri paylaştığımızı fark ediyoruz.
Ben, yaptıkları işin mahiyetini merak ediyorum. (Ne çok merakım var!)
Ali Bey'de anlatıyor.
Aslen kuyumculukla uğraşırlarmış. Baba oğul, bir gün iş değiştirmeye karar vermişler.
Altın değil, mantı satacaklarmış!
Başlangıçta beklediğimizden de iyi sonuç aldık. Hep beraber mantı açıyor ve satıyorduk.
Ta ki, ağustos ayı gelene kadar!
O ay satışlar durdu. Mantılar bozuldu.
Biz de "bu iş böyle gitmez" dedik ve "yeniden işe koyularak, bu hale geldik" diye sözlerini bitiriyor.
Ben, bu kuruluş öyküsünü dinlerken gerçekten heyecanlandım. Kendi yaşamımla ilgili, pek çok ortak nokta buldum.
Bize fabrikalarını gezdirdiler. Aklımda kalan, 30 kişiye yakın personel çalıştırdıkları ve günlük 6,5 ton civarına unlu mamül ürettikleri oldu.
Yakın dönemde üretim tesislerinin önüne bir lokanta kurarak, kendi üretimlerini pazarlamayı düşünüyorlar.
Sungurlu'ya 5 km uzaklıkta açılacak olan "Leylekli Tesisleri'ni görürseniz hiç şaşırmayın...
Bu hayvan sevgisi, pek çok duvarı yıkar, başarılara vesile olur. Dualarım bu iyi insanlardan yana...
Berkay Gıda
Ayrılma vakti geliyor. Vedalaşıp arabamıza binerken, bize kendi ürettikleri mamüllerden kocaman bir paket hediye ediyorlar. Bize teşekkür etmek düşüyor.
Tam tamına 9 gün süren bir yolculuğu, bu güzel anılarla sonlandırıyoruz.
Hepimizin bildiği gibi, yaşamın içerisinde doğal olarak, iyilikler, güzellikler, zorluklar, hastalıklar, ve ölüm var.
Kendimizi güçsüz hissettiğimiz zaman, gözlerimizi doğaya, aklımızı ise doğanın dengelerine odaklamalıyız.
Çözüm doğadadır.
"Bir yerde sorun var ise, mutlaka çözüm de vardır."
Mehmet Emin Bora
5 Kasım 2010 / Ankara