Deniz Gölü
!..
Deniz Gölü'ne çıkmak için Tekin Yaşasın bana rehberlik edecek...
Olgunlar'da buluşacağız.
Tekin, 45 dakika kadar geç kaldığı için biraz mahcup.
Onu rahatlatmak için "Tamam önemli değil, sen şimdi bana ne yapıyoruz, onu söyle" diyorum.
Cevap kısa ve öz.
- "Katıra bineceksiniz, gideceğiz"
Aklıma, 34 sene evvel yapmış olduğum askerlik anılarım geldi. Dağ karakolunda (Şemdinli/ Çatalca ) kadrolu bir at ve katırım vardı. İkisi de fırsat buldukça, sık sık karakoldan kaçar Şemdinli'de bulunan Jandarma taburunun tavlasına dönerlerdi. Tecrübeli askerler bana, onların gönül işlerine bulaştığını anlatırlardı.
Hoş, daha sonra ben de gözlerimle görmüştüm ya..
http://www.arpacik.net/guncel_detay.asp?id=163
Katıra binmek için ona yanaştığımda, bir dizi tahta (!) ile karşılaştım. Bunu üzerine oturmam gerekiyor!
Başıma (!) neler gelebileceğini, geçmişte yaşayarak öğrendiğim için, içim (!) cız etti. Anladınız değil mi?
Ayaklarımı, aşağı doğru sallanan ipe takacakmışım!
Tamam da, aslı böyle değil ki! Ayak basacağınız yerde özengi olmalı...
Çare yok, ite kaka katıra yerleştim. Tekin, uzunca bir yolculuk olacağını söylediği için, eşyadan kısıntıya gitmek gerektiğini düşünerek, pek çok şeyi arabada bırakarak yola düştük.
Gün doğmak üzere, hava soğuk ve nem oranı yüksek, açlığım devam ediyor.
Üzerimde; (50-500 mm ) (105 mm Macro) ( 12-24 mm geniş açı) ( 24-120 ve Nikon D3) var. Tabii ki tripod...
Yelek üstümde, matara belimde.
Katırın ön tarafında bir demir halka var, tek elimle onu tutuyorum. Diğer elimle de eşyaları dengelemeye çalışıyorum.
Düşüyoruz yollara...
Yukarıdan aşağı: Ben - Kazım (!) - Tekin
Rota / Yaylalar Köyü - Olgunlar - Dilber Düzü - Deniz Gölü
Yaklaşık olarak 11 saat süren bir yolculuğa çıkacağımı, bu zamanın büyük bir kısmını da, katır üstünde geçireceğimi, nereden bilebilirdim ki!
Bundan sonra göreceğiniz pek çok fotoğrafta, ya bir çift kulak var ya da bir miktar ip...
Bunlar, coğrafi konuşlanmamın (!) zorunlu sonucu...
Aklım "gördüğüm güzel manzaraları nasıl fotoğraflayacağım" sorusuna yanıt arıyor.
O kadar çok sallanıyorum ki! Makineyi netlemek, başlı başına bir sorun.
Havanın düzeni yok! Kimi zaman çok kararıyor, kimi zaman da günlük güneşlik.
Dolayısıyla, sabit bir diyafram ayarı ile çekim yapma şansım da yok.
"Gözlük takıp ayar mı yapayım?" ile "Ayarı bırak k...nı kolla" arasında, fikri bağlamda "gel-gitler" yaşadığımı ı anımsıyorum.
Katırdan inip binme ise, başlı başına bir merasim. Daha doğrusu imkansız gibi. İster istemez, katır üzerinden fotoğraf çekeceğim.
Bu düşünceler hızla kafamdan geçerken, bu güzellikleri sizlerle paylaşmak için, bir yandan da fotoğraf çekiyorum.
Bu anın bir daha tekrarı yok ki! Hayat böyle bir şey...
Sürekli çekim moduna getirdiğim makinenin deklanşör sesi - makineli tüfek gibi ses çıkartıyor- Tekin'in dikkatini çekmiş olmalı ki geri dönerek bana sesleniyor:
- Mehmet Abi, fotoğraf çekmek için istediğiniz yerde durabilirim...
O yürürken benim katır üzerinde olmam, zaten yeterince çirkin bir durum, daha doğrusu bana utanç veriyor.
Üstüne üstlük, göstermiş olduğu bu anlayış karşısında iyice utanıyor ve ruhen kabuğuma çekiliyorum.
O kadar büyük bir görsel zenginlik var ki, 5 dakikada bir "dur" demem lazım. Bu da ayıp olacak. Dolayısıyla arada sırada "dur" diyerek vaziyeti iki (!) taraflı olarak idare etmeye çalışıyoruz.
Daha doğrusu en azından ben böyle zannediyormuşum. Bir ara, "dur" demeden deklanşöre bastığımda, Tekin'in de katıra yüksek sesle bağırdığını fark ettim.
- Ulan Kazım!
Katırın adının "Kazım" olduğunu bu suretle öğrenmiş oldum. Tekin bana dönerek;
- Mehmet Abi, bu ne uyanıktır sen bilmezsin. Makinenin sesini duyunca, kendiliğinden durmaya başladı. Çaktırmadan dinleniyor Eş...eşk!.. (katır oğlu katır, hepinizin bildiğiniz gibi olamıyor)
-!..
Kazım'ın bu oportünist yaklaşımı, Tekin tarafından beğenilmese de, ben çok keyif aldım doğrusu...
O andan sonra, sadece manzara değil, Kazım da ilgi alanıma girmişti.
Büyük Çay
Örneğin; Kazım, Tekin'in çektiği yulara, zaman zaman uyuyor, zaman zaman da şiddetle muhalefet ediyordu.
Dikkatle izlediğimde Kazım'ı isyana sürükleyenin "bir tutam ot" olduğunu fark ettim.
Tekin ile aralarına girerek, böylesi hallerde oyumu hep Kazım'dan yana kullandım.
Onun, istekleri karşısında ortaya koyduğu bu omurgalı davranış, ister istemez beni taraf yaptı.
Özde "Kazım'ı çok sevdim" diyebilirim.
Kulakları çınlasın.
Kim bilir! Ne kadar lezzetli ki, Kazım Tekin ile itişmeyi göze alıyor.
Ot ile ip arasında, en az 90 derecelik bir açı var. İstekler farklı olunca!..
Yol boyunca çoğu zaman, güzergah konusunda da Kazım ile Tekin'in farklı düşündüğüne şahit oldum.
"Olsun, ne mahsuru var" diyerek konuyu hafife almak, en azından benim için pek kolay bir şey değil.
Anlatmak isterim. Belki, siz de böyle bir yolculuk yaparsanız, aklınızda bulunsun.
Eğer patika üzerinde iki yol seçeneği var ise; Kazım, bir anda kazık kesiliyor.
Anladığım kadarı ile Kazım'ın kafasında -bu yoldan çok gidip geldiği için- bir veri bankası oluşmuş...
Ölçüyor, biçiyor, aklı kesmez ise zınk diye duruyor...
Kazım'ın kafası, ortadaki büyük taşın görüntüsünü kapatıyor. Şimdi önünde iki seçenek var!
Sağdan mı? Soldan mı?
(Sağ kulağının altında görülen Indiana Jones kılıklı gölge benim)
Sen ipi çeke dur, hiç mahsuru yok. Dağ yürür, Kazım yürümez.
Tekin son çare olarak, ipi olanca gücü ile çekince...
Kazım da, defansa geçip kafasını öne eğiyor.
Boynu bir anda aşağı doğru uzuyor...
O an için boş bulunmuşsam, ben de hızla boynuna doğru kayıyorum.
Kafamın üzerine dikilmem, bereketli topraklara kavuşmam an meselesi.
Benden canhıraş bir şekilde "ııuuuıhhh" gibi bir ses çıkıyor ki, sormayın gitsin.
Bu sese dönen Tekin, Kazım'ın bu muhalefeti karşısında "Ulan Kazım" diyerek hiddetle bağırıp elini havaya kaldırınca... Kazım bu sefer kafasını yukarı kaldırıp, taktik değiştiriyor ve doğal olarak ön taraf yükseliyor...
Ve ben bir anda hızla;
Boyun, sırt, bel ve sağrı güzergahını takip ederek, kuyruk sokumuna kadar ulaşıyorum.
Mutlu son, an meselesi...
Altımda tahta var!
-!..
Bu halden, o zaman hoşnut değildim.
Anımsadıkça, hala narin yerlerim acıyor.
Gel gör ki yol uzun, Kazım ise kendi bildiğini yapma yönünde kararlı.
Tekin, suyun sığ ama uzun kısmını tercih ederken, Kazım'ın gözü yukarıdaki dar geçitte.
İpe asılış şeklinden, var olan muhalefet açıkça görülüyor.
2 saate yaklaşan bir süre sonunda Hastaf'a geliyoruz.
Hastaf Yayla
Şimdilerde kısmen terk edilmiş olan bu yaylada, görmüş olduğum evlerden, sürdürülmeye çalışılan yaşam formunun kalitesi hakkında fikir yürütmek çok zor değil. Var olan görüntü Cilalı Taş Devri'ni anımsatıyor.
Büyük baş hayvan yetiştiriciliği için yörede zengin bir bitki örtüsü mevcut. Ama gelin görün ki ne hayvan var, ne de bu işi yürütmek isteyen insan!
Doğu Anadolu'da çoban bulunamadığını, gazete havadislerinden hatırlıyoruz.
Yöre insanı ile konuştuğumda, -hemen hemen her yerde- genç nüfusun büyük kentlere iş kaygısı ile göç ettiğini söylüyorlar.
Cumhuriyet, 87 sene zarfında insanımıza "doğduğu yeri", "doyduğu yer" haline getirememiştir.
Tabii ki bu bir "rejim" sorunu değil, "düzeysiz bir politik yaklaşımın" sonucudur.
Neden? Niçin? Nasıl?
Gibi, temel sorgulamaları yapamayan toplumla, hesap vermekten özellikle uzaklaştırılmış sistemin ne ürettiği, var olan sonuçları ile ortadadır. (Memurin Muhakematı Hakkında Kanunu Muvakkat-1915)
Bu tırmanış sırasında, yolda gördüğüm hayvan sayısı 20 adedi geçmez...
Anadolu'nun çoğu yerinde durum, üç aşağı beş yukarı bu... Onun için de, et ithalatı gündemden düşmüyor.
70'li yıllarda kasaplık hayvan varlığı sıralamasında, Avrupa birincisi olan ülkenin durumuna, bakar mısınız?
Her sene çiçekler açıyor, otlar büyüyor, sular akıyor, bizler bakıyoruz.
Kimi, kime şikayet edeceksin?
Var olan büyük başların pek çoğu bir deri bir kemik.
Türkiye'de bir büyük baş hayvandan ortalama 183 kg et elde edilebilirken,
Avrupa birliğinde bu rakam 316 Kg'a çıkabiliyor.
RAKAMLARLA TÜRKİYE
Nüfus 72,5 milyon
Yüzölçümü 780 bin kilometrekare
Gayrisafi Yurtiçi Hasıla 658 milyar dolar (Dünyada 17.)
Kişi Başı Millî Gelir 9 bin 300 dolar (Dünyada 55.)
Toplam ihracat 136 milyar dolar
Toplam tarım ürünleri ihracatı 11,4 milyar dolar
RAKAMLARLA HOLLANDA
Nüfus 16 milyon 357 bin (2007)
Yüzölçümü 41 bin kilometre kare
Gayrisafi Yurtiçi Hasıla 560 milyar Avro (Dünyada 16.)
Kişi Başı Millî Gelir 34 bin 665 Avro (Dünyada 10.)
Toplam ihracat 348 milyar Avro
Toplam tarım ürünleri ihracatı 53,3 milyar Avro
http://www.sutplatformu.com/Makaleler/53-Turk-tarimi-icin-cikis-yolu:-Hollanda-modeli.html
Ülkemizin yüzölçümünün Hollanda'dan 19 kere büyük olduğunu hatırımızdan çıkarmayalım.
O zaman;
Bu tablo, "var olan vahameti, tüm açıklığı ile ortaya koymuyor mu?".
Platon "Düşünmek ruhun kendisi ile konuşmasıdır" derken....
"Takma kafanı" "Düşün düşün..... n" gibi veciz sözler, bu topraklarda büyük bir taraftar kitlesi bulur...
Katırın üzerinde nasıl görünüyorsam, 183 kg (!) "uçan tekme" pozisyonunu alıyor...
Kazım, durumu kavrayıp hızla güzergah değiştiriyor... Kazım'ı seviyorum.
Yol boyunca Dilber Düzü'nden dönen katırcılarla rastlıyoruz. Bizim selamlaşmamız kısa sürse de, Kazım'ın aklı, köye dönen arkadaşlarında kalıyor. Kafası geriye dönük şekilde, acıklı bir türkü tutturuyor.
Tekin kızgın, Kazım acılı (!)
Ben ise, gördüklerimi, bildiklerimle mukayese ederken üzgün, bedbin ve şaşkınım.
Mevsimin geçmesine rağmen her taraf çiçeklerle dolu
Defalarca sulardan geçmek zorunda kalıyoruz. Tekin, buz gibi sulara fütursuzca girerken, ben kendimi böcek gibi hissediyorum. Çok utanıyor ve asla "beyaz adam" olmayacağımı bir kere daha anlıyorum. Bir daha, böyle bir gezi düzenleme fırsatı elde edersem, rehber için de, katır kiralayacağım.
Yaşadıklarım karşısında o kadar çok üzülüyorum ki! İlk Fırsatta Tekin'in giysi sıkıntısını halledeceğim.
Yoksa, ileri yaşlarda yaşayacağı romatizmal rahatsızlıkların sebebi, şimdiden belli...
Şimdi sizlere, ardı ardına çekilmiş 5 kareden oluşan bir dizi sunmak istiyorum. Yorumu siz yapın.
1
2
3
4
5
Bu karede de, ben geçiyorum!
Tekin'in ifadesine göre Dilber Düzü'ne az bir yol kaldı.
Gördüğüm manzaralar karşısında sesim soluğum kesiliyor...
Dilber Düzü
Saat 06:49
Saat 06:49
Dilber Düzü'ne varıyoruz. Alanda, sadece bir turizm acentesinin kurduğu tek bir çadır var. Turlara katılan gezginler, burada ihtiyaç gideriyorlarmış. Gece, alana çadır kurup konaklayanlar da oluyormuş. Ziyaretçilerin çoğunluğunun İsrailli olduğunu söylüyorlar.
Yaz aylarında bu güzergahtan günde ortalama 150 kişi geçiyormuş.
Bu sene yaşanan siyasi gerginlikten dolayı, ortada bir tek İsrailli yok.
Bir iki lokma ekmeği, bir bardak çay eşliğinde aç mideme gönderiyorum. 15 dakika kadar dinleniyoruz.
Bunu fırsat bilip çevrenin fotoğraflarını çekiyorum.
Çadıra 60-70 metre mesafedeki WC dikkatimi çekiyor.
Yolda gördüğüm katırcılar, yeni yapılacak WC için kum çekiyorlarmış. Bir katır, 4 torba kumu köyden bu alana 75.00 TL ye taşıyormuş.
Suyun içinde kırılmış bir klozet taşı var... İnsanın estetik duygularını tekmelercesine yatıyor...
Bir Allah'ın kulu da "şu çirkinliği oradan kaldırayım" dememiş.
"WC nereye yapılacak? diye sorduğumda yerini gösterdiler. Doğrusu hiç aklım almadı!..
Eğer WC buraya yapılırsa... Olsa olsa iki seçenek olabilir. (Lütfen not alın.)
Birinci ihtimal, ihtiyaç sahibinin ya ayağı kırılacak
Ya da,
Ona, acilen yedek çamaşır lazım olacak!
-!..
Ne demek istediğimi anlatabilmem için önce alana uzaktan bakalım...
Şimdi de alttaki kareye bakın.
Empati yapalım, kendimizi en az 3 saat boyunca yürüyen bir gezginin yerine koyalım.
Önce çadırda karnını doyuracak...
Gecenin zifiri karanlığında, aşağıda görülen suları geçerek, mutlu sona ulaşacak!
Bu kareye göre, kamp çadırı solda, tuvalet sağda . Gece karanlığında bu suları geçecekler...
Ben gündüz gözüne zor geçtim. Taşlar yosundan dolayı kayıyor. Ayrıca tek adımda karşıya geçeceğiniz yer sayısı da sınırlı. Gece, bu noktayı bulacaksınız!
Ayrıca su, yer yer 30-40 cm in üzerinde bir derinliğe sahip ve deli gibi akıyor.
Dağcılar çizme giymiyorlar ki!
İster Olgunlar istikametinden gelin, isterseniz aksi istikametten yol mutlaka çadırın yanından geçiyor.
Dolayısıyla, mutlak daire içine aldığım suları ok istikametinde geçmek mecburiyetindesiniz.
İş (!) kazasının bu alanda olması, bence kaçınılmaz son.
Neden (!) çadırın arkasına, kuru bir alana tuvalet yapmazlar?
Yukarıda akan suların bir tanesinden, 1/2 parmak boru ile tuvaletin içine su getirmek bir günlük bir iş.
Yer altından getir, izolasyon yap, donmayı da önle.
Ben anlayamadım (!) dolayısıyla hemen oradan Milli Parkları aradım ve durumu acilen duyurdum.
Ankara'ya dönünce, benzer fotoğraflarla mevcut hali, bir kere daha gözler önüne sermeye çalıştım.
Ne oldu?
-!..
Ne arayan, ne soran, ne de, "yok, iş senin bildiğin gibi değil, biz bunu şu düşüncelerle yaptık" diyen oldu.
Adım (!) gibi eminim ki, kızanlar olmuştur.
Olası iki ihtimalden, birini (!) duymam zor olur ama, söz; bir yerlerini kıranı size mutlaka duyuracağım.
Tırmanışa başladığımız da saatim 07:30'u gösteriyordu.
Kazım'ı, cıscıbıldak bıraksak da keyfi yerine gelmişti. Nereden bakarsanız bakın, minumum -100 Kg...
Hoş olmaz mı?
Kazım
Tırmanış sırasında, zaman zaman "geri dönsek" diye düşündüğüm anlar olmadı değil.
Neden böyle düşündüm?
Yanılmıyorsam, taşıdığım makine ve objektifler ağır geldi. Tripod hafif olmasına rağmen, onun yerine iki tane dağcı batonu taşımayı tercih ederdim. Dağa tırmanan hemen hemen herkesin elinde olması, boşuna değilmiş.
Sülük / Limax cinereoniger / 2200 Mt
Pek çok yerde, "doğru güzergah üzerisindesiniz" anlamına gelen taşlara rastlıyorum.
Çiçeklerin çeşitliliği, renkleri ve bolluğu insana yaşama sevinci veriyor. sıkça "fotoğraflarını çekeceğim" diyerek mola alıyorum. Onca karın içinde, su sıkıntısı çekerken sırtımdan aşağı da su gibi ter gidiyor. İyi ki mataram var.
Tekin'e sık sık "göl nerede, ne kadar kaldı?" diye her sorduğumda, "şu tepenin hemen arkasında" şeklindeki klasik cevapla karşılaşıyorum. Avcılar bu ruh halini iyi bilir.
Her neyse, ite kaka da olsa son tepeyi aşınca, Deniz Gölü'ne varıyoruz.
Gölün büyük çoğunluğu buzla kaplı. Dolayısıyla fotoğraf anlamında bir zenginlik sergilemiyor. 1 ay sonra gelseymişim keyif veren fotoğraf karelerini çekme şansım olacakmış. O tarihte de göl kıyısında çadır kuracak yer bulmak bile zor olurmuş.
Deniz Gölü / 06. 07. 2010 / Saat 10:50
Kıyıda, önce oturup dinleniyor, sonra da yüz üstü yatıp kana kana su içiyorum. İki matara desem yeridir.
Su çok, ama gerçekten çok soğuk.
Ben ki soğuk suya taparım, olmazsa olmazımdır... Pes doğrusu... Nereye değse, bıçak gibi kesiyor.
Tekin, çantasından ufak tefek bir şeyler çıkıyor, onları yiyerek kaybettiğimiz enerjiyi kazanmaya çalışıyoruz.
Ben de bu arada Tekin ile bir söyleşi yapıp, bunu video kaydına alıyorum.
(En kısa sürede ana sayfada yayınlayacağım.)
Geri dönme hazırlığı yapıyoruz.
Havanın ne yapacağı belli değil. Bu kıyafetle yağmur veya kara bir yakalanırsak var ya!
Ne demezler ki!
Deniz Gölü / Rakım: 3 bin 368 metre.
İnişe geçtikten sonra Dilber Düzü'ne saat 12:03 de varıyoruz.
Kazım, köye döneceği için mutlu olsa da, beni görünce içinden "yine mi" diye düşündüğünden eminim.
Aşağıdaki karede Kazım'ın üstünden yere bakarken şimdiye kadar görmediğim bir kelebek türü görüyorum. Heyecanla kendimi yere atıp kelebeğin peşine düşüyorum, ama nafile... Yer yarıldı sanki!
Tekin'i bekletmemek için bir kaç kare fotoğraf çekip tekrar yola koyuluyoruz.
Saat / 13:08
Yolculuğun başladığı Olgunlar'a geldiğimde saat 14:42 idi.
Köy sakinleri beni masalarına davet edip, çay ikram ettiler. Bu suretle az da olsa dinlenme fırsatı buldum.
Tekin ile Olgunlar'da vedalaştık. Yaylalar Köyü'ne geldiğimde saat 16:00 olmuştu.
Tam tamına 12 saatttir yollardayım.
Yere ayak bastığımda, bacaklarımın parantez şeklini aldığını fark ettim.
Çizgi roman kahramanı Tommiks'in yakın arkadaşı "Konyakçı" gibi yürüyordum.
Aslıma dönmem için, 1 tüp Bepanthen krem, deliksiz 8 saat uyku ve 48 saate ihtiyacım varmış.
Otelde bıraktığım eşim, benim dağda geçirdiğim zamanı, köyde yeni dostluklar kurarak geçirmiş.
Otel sahibinin ailesi ile birlikte, pasta yapmışlar.
Ve
Çok kısa bir zaman içinde "birbirlerini keşfetmişler"...
Gerçek adı; Samuel Langhorne Clemens olan, Amerikalı ünlü yazar Mark Twain;
"Önyargı , taassup ve dar görüşlülüğün en iyi tedavisi seyahattir" diyor.
Hemen, altına imza atabileceğim bir tanımlama...
Seyahatler ayaklarınızı yere bastırır... Her seferinde, insanı yeniden keşfedersiniz.
Yeni dostlarınız olur.
Fatma Altınay -
Bu yazıyı kaleme almadan önce, aşağıdaki kitabı aldım ve okudum.
Kitabın önsözünü yazmış olan Sn. Doğan Cüceloğlu;
"Herkes Everest'e tırmanamayabilir, ama herkesin tırmanabileceği bir Everest'i vardır" dedikten sonra;
"Asıl olan birimizin diğerinden daha iyi olması değil, her birimizin kendi içimizde taşıdığımız potansiyeli, kendimiz için en iyi ve en doğru olanı bulmasıdır. Kendi potansiyelinin doruğuna ulaşan insan, zaten yaşam içinde diğerlerinin arasındaki doğru yerini de bulmuş olur" diye devam ediyor.
Kitap, yabanhayatının çok önemli bir parçası olan dağlarla, bu dağlara hakim olan bir insan arasında var olan öyküyü, felsefi bir ağırlıkla anlatıyor...
Herkes okumalı da, öncelikle avcılar okusa...
Deniz Gölü, benim gibi sıradan insanların, kolaylıkla çıkabileceği bir yükseklik. Üstelik kolay bir parkuru var.
Biraz sızlandımsa... Gençliktendir.
Şimdi sorulması gereken soru;
"Çıkmasaydım, ne kazanacaktım?" olmalı.
-!..
Şu an sahip olmadığınız şeyleri düşünme zamanı değildir,
elinizdekilerle neler yapabileceğinizi düşünün.
Ernest Hemingway
Nice Cumhuriyet Bayramlarına Erişmek Dileği İle...
"Bayramınız kutlu olsun"
Beşinci bölümün sonu
Gelecek yazı
"Çorum"
Mehmet Emin Bora
29 Ekim 2010
Ankara