Kemaliye 7.Uluslararası Doğa Sporları Şenliği - 2
15 Mayıs 2010 /Cumartesi
Fotoğraf yarışmasına katılmama kararı aldıktan sonra "biraz rahatladım dersem" doğru olacak. Mükemmeli yakalama gayreti beni her zaman strese sokuyor. Böylesi daha iyi oldu.
Geçmiş yıllarda yaşadığım tecrübeye dayanarak "istikamet Aslanoba Köyü" diyorum. Yol boyu "farklı güzelliklere şahit olacağız" şeklinde bir kanaatim var.
Çünkü bu köye 4'üncü kere gideceğim.
Nitekim yabankeçisine ve kekliklere ilk yazımda belirttiğim gibi bu yol üzerinde rastlıyoruz. Tabii ki gördüklerimiz bundan ibaret değil. O denli zengin bir doğa ile karşı karşıya kalınca ister istemez "insan-doğa" ilişkisini sorgulamaya başlıyorum.
İparhan
Paylaşmak istedim.
Avcılığın, yabanhayatına bakış açısı son 50 (!) yıl hariç hemen hemen hiç değişmedi. Görünen odur ki değişecek gibi de görünmüyor.
Çünkü eylemin özü, değişime zorunlu olarak kapalı.
Seçenekler sınırlı, başarılı sonuç ölümle özdeş.
Acı ama bunun dışında bir gerçek de yok. Aslında, ölüm yaşamın yadsınamaz bir parçası. Sırf bu yüzden avcılığa karşı çıkanlar ya gerçeğin farkında değiller, ya da samimi... Her iki halin dışındaki aşırılık içeren haller (!) ise tıbbın ilgi alanına giriyor.
Avcılığı sevmeyebilirsiniz. Ama yasalara uygun şekilde avcılık yapanları da yadsıyamazsınız.
Ölüm, her şekli ile acıdır. İşte bir örnek
"Ölümün ve acının bilincinde olan tek canlının insan olduğu savı öteden beri söylenegelen bir genellemedir. Her genelleme gibi tartışılabilir; aklıma Antonio Tabucchi’nin, “Tristano Ölürken”de anlattığı fillerin ölüm törenine değin söyledikleri geliyor, bu genellemenin doğruluğuna olan kuşkum, daha da büyüyor. Kitaptan o bölümü arayıp buluyorum: Bütün hayvanlar içinde ölüm törenine hayran olduğum tek hayvan fildir: Çok garip biçimde ölürler, bilir misiniz? Bir fil, saatinin gelip çattığını hissettiği an sürüden ayrılır ama tek başına değil, kendine bir arkadaş seçer ve beraber yola düşerler. Savanlardan koşarcasına yürümeye başlarlar; artık ne kadar hızlı gittikleri ölmek üzere olanın acelesine bağlıdır... Giderler, giderler, belki kilometrelerce yol alırlar ve en sonunda can çekişen fil, ölmek istediği yeri bulur, bir iki kez dönüp yere bir çember çizer, artık saatinin geldiğini bilir, ölüm kendi içindedir ama onu bir mekana yerleştirmek ister gibidir ama, deyim yerindeyse sanki ölümün haritasını çizer... Ve o çemberin içine yalnız kendisi girebilir, çünkü ölüm özel, çok özel bir olaydır ve can çekişenden başka kimse o çemberin içine giremez...İşte o zaman arkadaşını bırakır "sağ olasın, hoşça kal der" ve öteki de sürüye döner...
Emin Özdemir'in ilk baskısı Kasım 2008’de yapılan 270 sayfalık "İnsan Yüreğine Yolculuk"adlı yapıtını 22. sayfasından aldığım bir örneği sizlerle sunmak istedim. Özdemir, bu yeni kitabında, insan ve edebiyat ilişkisini üç temel konu çevresinde incelemekte: Ölüm, sevgi ve tutku. İnsanoğlunun var oluşundan bu yana kafa yorduğu bu üç ana konuda kendi görüşlerini yansıtıyor.
İşin ilginç yanı Emin Özdemir 1931 Kemaliye doğumlu.
Avcılar!
Fotoğrafçılar!
Doğaseverler!
Bu ülkede 1000 kişiden biri olan kutsanası insan!
Bu kitabı okumayı düşünür müsünüz?
-!..
Avcılık hakkında ifade etmeye çalıştığım kişisel fikirlerimi her yeri geldikçe sizlerle paylaşmaya çalışmaya devam edeceğim.
Şimdi de fotoğrafçılık hakkında sizlerle paylaşmak istediğim bir kaç şey var...
Bu uğraşı zorunlu olarak hayata bakış açınızı değiştiriyor.
Avcılıkta esas olan "Göz, gez, arpacık, kes nefesini, tetik düşür" şeklindeki sıralama hemen hemen fotoğrafçılık için de aynı...
"Göz, vizör, odaklan, kes nefesini, bas deklanşöre"...
Ama başarılı bir fotoğraf karesi için, avcılıktan çok çok daha fazla parametreyi uygun kombinasyonlar olarak düzenlemeniz lazım.
Avcılıkta sonuç ya "tencere" ile ilişkilidir ya da bir "duvarla"...
Avcının elde ettiği nema (!) sadece ve sadece kendisini ilgilendirirken...
Fotoğrafçıkta bir tek kare, tüm dünyanın değer yargılarını alt üst eder.
Aç Sudan'lı bir çocuğun incecik siyah teni, narin kemikleri ve yere yenilmiş öne eğik başı.
Sol tarafta, arka planda, bir akbaba oturmuş ve bekliyor. Bu fotoğraf Kevin Carter’e 1994 Pulitzer Ödülünü kazandırdı ama ruhsal durumu darmadağın oldu; geçirdiği ağır travma sonunda kendi elleriyle yaşamına son verdi.
21 yüzyılda avcılığı kuralları -en azından ülkemiz için- mutlaka gözden geçirilmelidir.
Bu denli hızla değişen bir dünyada "ben değişmedim, değişmeyeceğim" demek en hafif tabir ile akıl dışı bir davranıştır.
Sizlere eski bir avcı kardeşimin bana yazmış olduğu mektubun bir kısmını sizinle paylaşmak istiyorum.
..."Bodrumdayım, sabah saat 09:00 (?) tv izliyorum. Tv de Danimarka'da kaz avından bahsediyor ve görüntüler harika, kuzey ülkelerinde bir İsveçlinin yıllar önce başlattığı üretim ve doğaya salma çalışmaları neticesinde Kanada kazı ve boz kazın sayısının ne kadar çok arttığından bahsediliyor, koca arazide sadece iki avcı var.
İşlerini çok iyi bildikleri belli, görüntü yaklaşınca bir bakıyorum "aaa o da ne bu adamlar sekizli dokuzlu otomatik tüfek yerine çifte veya süperpoze tüfek kullanıyorlar" kazlar geçip gidiyor onlar birer birer vuruyorlar...
(...)
Her neyse yazmak istediğim bu değil, seyrederken aniden bir şey fark ettim... Kazların uçuşunu o kadar güzel kaydetmişler ki süzülen bu güzel yaratığın aldığı saçma ile havada buruluşu esnasında yanındaki arkadaşlarının (!) bir an için onun aşağıya doğru anlamsız pikesini izlediklerini, o boyunlarını aşağı çevirip bakışlarını görünce gözümden akan yaşlara engel olamadım, bu ancak ağır çekim esnasında fark edilebilecek sahnenin üzerimde sabah sabah yarattığı gerginliği anlatabilmem çok zor.
Şunu fark ettim ki artık bu sahneler kesinlikle beni heyecanlandırmıyor aksine hüzünlendiriyor...
Her insan gibi avcı da değişebilmeli...
Bunun temelinde her işte olduğu gibi "farkındalık ve empati" duygusu yatar...
Her iki duygu da süreç içinde gelişmeye açıktır. Elde etmenin temel koşulu ise eğitimdir.
Bir yandan fotoğraf çekiyorum bir diğer yandan bu ve benzeri düşüncelerle boğuşuyorum.
Yaşamı sorguluyorum...
Sebep-sonuç ilişkilerini anlamaya çalışıyorum.
(...)
Yol üzerindeki her hakim noktadan fotoğraf çekmek, ve bunu okuyucularla paylaşmak işin en keyifli tarafı...
Aşağıdaki dağın arkası, Tunceli ilinin toprakları içinde... Dağı eteğinde, toprak bir yol görüyorum.
Gitmem lazım, merak böyle bir şey!
Yeşilyayla
Fotoğrafçılık bilinenin aksine avcılıktan çok daha zor...
Avcılıkta gözünüz alışkanlık olarak araziyi -doğayı- 180 derece tararken,fotoğrafçılıkta buna ayrıca "makro bakış açısını" ilave etmeniz gerekecek. Bu halin size yükleyeceği "fazladan yorumlar" ister istemez sizi düşünmeye zorlayacaktır. İşin keyifli tarafı da bu...
Yaşamın her anını sorgulamayan, neyi anlayabilir ki?
-!..
Örneğin:
"Ne güzel uğur böcekleri mi!"
Yoksa...
"Tuzağa düşen uğur (!) böcekleri mi!"
Ölüm, her canlı için, her yerde olmazsa olmaz değil mi?
Sizi hiç uğur böceği ısırdı mı?
-!..
Bir kere ısırsın, sonra konuşuruz uğuru!
Coccinella septumpunctata
Çamlıdere / Benli Yayla - 2008
Veya...
Örümceği mi yok sayacaksınız?
-!..
Sizce o yaşamak için ne yapmalı!
-!..
Çamlıdere / 2010
Edindiğiniz bilgiler size hakikati öğretmemişse, gerçekleri göremiyorsanız inancınız sizi korumaz ki!
Kendi içimde bu sorgulamaları yaparken Aslanoba Köyü'ne geliyoruz. Hala nasip bir kaç yudum suyu içerken bu anı İsmail Haykır fotoğraflıyor. Bu sırada köy sakinlerinden biri yanımıza geliyor.
Mahmut Uyulan
Kısa bir sohbetten sonra bizleri çaya davet ediyor. Bu durum hemen hemen her Kemaliyeli, için geçerli bir davranış biçimi. Hepsi misafirperver, hepsi de cana yakın insanlar.
Çeşme 1229 (1913) yılında Sultan Mahmut hayrına yapılmış ve 97 yıllık...
Bahçede yapmış olduğumuz sohbet kısa sürede çok samimi bir ortamın oluşmasını sağlıyor. Öğle vakti olduğu için çaydan vaz geçiliyor. Gerekçe yemek saati, çay yemeğin üstüne olacak...
İsmail Haykır - Yüksel Uyulan - Ümran Bora - Mahmut Uyulan
Yüksel Hanım'ın hazırlamış olduğu yemekleri büyük bir keyif ile yedik.
Öylesine nazik ve kibar insanlar ki hesapta olmayan bu birliktelik için biz de arabamızda olan bir kaç küçük hediyeyi kendilerine sunduk. Rıdvan Bey eski bir avcıymış, başladık sohbete...
Rıdvan Sağır (75)
Rıdvan Sağır 1950'li yılların sonlarına doğru Ankara'da çalıştığını söylüyor. Ne iş yaptığını sorduğumda "Büyük sinemada ışıkçıydım" şeklinde beni yanıtlıyor. 21 sene devamlı olarak bu işi yapmış. Bu süre içinde o kadar çok replik ezberlemiş ki... Hemen hemen her konuşmasını ya bir şiirle sonlandırıyor ya da güzel bir söz ile... Bu sinema uzunca bir süre Ankara'nın en güzel eğlence yeri oldu. Zaman zaman Klasik Türk Müziği ve halk müziği konserleri bu sinema sahnesinde gerçekleştirilirdi. Hatırladığım kadarı ile Münir Nurettin Selçuk sanat yılının 30.yılını burada kutlamıştı. O zaman korosunda İnci Çayırlı genç bir hanım olarak ön plana çıkmaya başlamıştı. Bilet fiyatlarının 5 veya 10 lira gibi olduğunu hatırlıyorum. Bu konserlerin hemen hemen hepsine giderdim.
Çok popüler filmler de bu sinemaya gelirdi. Rıdvan Sağır'a dönerek o dönemin popüler filmlerinden bahsettik.
"Ve kadını..." diye cümleye başladığımda o da hızla yarım kalan kısmını tamamladı... "Allah yarattı"
Bu film o zamanın Ankarasını karıştırmıştı. Bilet gişelerinin önünde erken saatlerde başlayan kuyruklar yanılmıyorsam 3 veya 4 hafta devam etti...
"Ve kadını Allah yarattı"
Brigitte Bardot...
Bu filminde Brigitte Bardot anadan doğma çıplak görünecek diye neredeyse bir ay insanlar kuyruklarda telef oldu.
1-2 saniye kadar bir plajda arka plandan çekilmiş karanlık görüntüler afişleri doğrulasa da beklentileri karşılamadı:)
Rıdvan Sağır'la bunları konuşarak gülüştük. Hamsi Köy'den bahsettik. Bu lokanta Büyük Sinema'nın bulunduğu pasajın içine açılmıştı. (Şimdi adı Büyük Çarşı oldu)
Sadece bayan garson çalıştıran bu iş yerinde hamsi tavaya 5 TL ödeyen "gençlik" bahşiş olarak uzunca bir süre 6-7 TL bıraktı...
Ta ki, bunun bir çözüm olmadığını anlayana kadar:)
Şiir söyledi Rıdvan Bey,
Erlerde galmadı gayret
Pazarlarda gezer avrad
Satılsa beş pula cennet
Görün müşterisi var mı?
Müjdeler gitti nara
Bu işe bulamadım çare
Deyun nice hakkı vara
Görün kitaplarda var mı?
Futuhi Eyüp Hz.
Dinledik. Hatta kamera ile çekim de yaptık.
Kısacası birlikte arka planı (!) olmayan duru bir sohbeti gerçekleştirdik.
Özlemişiz bu hali...
Halbuki olması gereken, doğal olanı bu!
Kent yaşamı hepimizden "çok şey çaldı" diye düşünüyorum.
İsmail Haykır
Selver Avcı Kenan Özcan
Dostlarımıza yemek için teşekkür ederek veda ediyoruz. Onlar, bizi yine çeşme başına kadar yolcu ediyorlar.
Recep Yazıcıoğlu Köprüsü'nden geçerek Yeşilyurt Köyü'ne gitmek istiyorum.
Aslanobadan ayrıldıktan kısa bir süre sonra yol üstünde kenger ayıklayan bir hanımla karşılaşıyorum.
Bu bitkinin bir taraftan ilk baharda yemeği yapılırken, köklerinden de kenger sakızı elde ediliyor.
Kenger Otu
Türkan Tümraş
Kenger
(Gundelia tournefortii)
Doğrusu mide ve barsaklara iyi geldiği, temizlediği (!) söylenen bu yemeği ben yemekte zorlandım.
Bir tabaka 0.80 zımpara yemek gibi bir şey... Boğazıma tel fırça sokulmuş gibi bir duygu yaşadım. Yani...
Türkan Tümraş kenger toplarken ailesinden ister istemez uzak düşmüş. Onu arabamla istediği yere kadar götürerek vedalaşıyorum.
Yol boyunca gördüğümüz her güzelliği sizler için fotoğraflıyoruz.
Recep Yazıcıoğlu Köprüsü
Köprü ihale bedelin çok yüksek çıkması üzerine zamanın valisi rahmetli Recep Yazıcıoğlu ve çalışma arkadaşlarını gayretleri ile 4 senede bitirilmiş.
Köprü, aslında 23 yıl süren bir hasreti sonlandırmış.
Adam gibi adam iş başına gelince her türlü problem sona eriyor...
Recep Yazıcıoğlu göreve gelmeden önce de bu sorun vardı...
Herkes, sorunun nasıl çözüleceğini konuşuyordu!
Sadece konuşuyorlardı...
Ülkenin temel sorunlarından birisi (!) bu!
Allah gani gani rahmet eylesin... Yakınları onunla ne kadar öğünseler, azdır diye düşünüyorum.
Düşünmek kolay yapmak zordur.
Dünyada en güç olan şey düşünüleni yapmaktır.
Goethe
Not: Dün "Babalar Günü" idi... Bana göre de aslında her gün...
Babamı çok özlüyorum...
-!..
3. Bölümde buluşmak ümidi ile...
DEVAM EDECEK...
Mehmet Emin Bora
21 Haziran 2010 / Ankara