Vahşi Kürdistan'da Av İzi!


Doğrusu
Vahşi Emperyalizm

                                                                        

Aşağıdaki yazımı 13.5 sene önce yazmışım!

Yukarıdaki fotoğrafı ise, dün gece çektim. (01.01.2010)

ART televizyonunun gerçekleştirdiği yayın sırasında Sn. Yalçın KÜÇÜK bir kitap kapağını kameraya gösteriyordu.

Her sağduyu sahibi gibi içim "cız" etti.

13.5 sene önce ne yazmışım! Şimdi ona bakalım.

YASA DIŞI AVLAR!

Almanya’da yayımlanan ‘’JAGEN ’’ isimli av dergisinin  Haziran/Temmuz 1992   sayısında anlatılan av hikayesinin başlığı "Vahşi Kürdistan’da av izi." Yeminli tercüme bürosuna çevirisini yaptırdığımız yazının ana hatları bizi derin derin düşündürüyor!..

Alman avcı kendisini misafir etmek için yarışan Türklerden yamacın yaklaşık iki kilometre ötesinde oturan Kadir’i tercih ettiğini anlatarak hikayesine başlıyor. Saptamaları da var "Kendisi çok fakirdir. Çalışmayı sevmez  ama kocalık vazifesini sorumlulukla yerine getirir! Anadolu'da çocuk, yaşlılık sigortasıdır. Ebeveynin geçimini sağlarlar ve tarımda ucuz iş gücüdürler"

Hikayeden edindiğimiz bilgilere göre bu kişi yalnız da değildir. Norveç'li "Olaf" adında bir de arkadaşı var. Olaf,ayı ve bezoar avı için gelmiş! Bu ıssız yerde çok av başarısı yaşadım diyor! Eskiden yapmış olduğu avları özlemle dile getiriyor. Uzun uzadıya anlattığı hikayede 10 yaşında bir teke vurduğunu ve 24.5 santimlik kalın trofesiyle Asyalı dağ keçileri arasında bir numara olacağını ifade ediyor. O övüne dursun içimizi kaplayan sıkıntı yavaş yavaş  karabasana  dönüşmek üzere.

Sabredip hikayeye devam ediyoruz.    

Avını tamamlayan avcı köye döndüğünü ve Olaf’ı beklediğini anlatıyor. Olaf’ın da şansı yaver gitmiş. Onun da 22.5 cm boynuz uzunluğunda bir teke ile köye gelmesi ile hikaye bitiyor. Avda kullandığı silahın 300 mm magnum olduğunu yine kendi yazısından öğreniyoruz.

Nasıl beğendiniz mi? 

Dergideki resimlerden vurulan hayvanların "Bezeoar" olduğunu anlıyoruz (Çengel Boynuzlu Dağ Keçisi)

Bu hikayedeki avcının ismini yine  yazıdan öğreniyoruz. "Dr. Reinald von Meurers".

İşi olasılıklara  bırakmamak için önce av turizmi yaptıran popüler birkaç  acenteye telefon ederek soruyoruz.

"Bu isimdeki şahıslar sizin bilginiz dahilinde mi avlandılar?"

Cevap tahmin ettiğimiz gibi "Hayır".

Onlar da konuyu biliyorlar ve şikayetçiler.

Yürürlükteki kanunlar çerçevesinde yurdumuzda avlanacak yabancı avcılar, Orman Bakanlığı’ndan izin almak mecburiyetinde.

O zaman bu şahısların bakanlıkta kayıtları olması lazım!

İstikamet Orman Bakanlığı.

Avcılık Daire Başkanı Sn. Sabit Tarhan'a dergiyi gösterip "bu şahısların kaydının olup olmadığını öğrenebilir miyiz?" diye soruyoruz. Araştırma sonunda böyle bir kaydın olmadığı belirtiliyor. Yaptığımız sohbette bu şahıs hakkında bu tür eylemleri  adet edindiği yolunda bilgiler ediniyoruz. Bakanlık olarak soruşturma başlatacaklarını memnuniyetle öğreniyoruz.

Aklımıza gelen bir çok soru yanıtsız kalıyor. Bu kişiler ülkemize hangi yoldan geldi? Bu silahları yurdumuza nasıl soktular?"

Yazıdan anlaşıldığı kadar bu ilk avları da değil. Yasa dışı bu eylemi nasıl gerçekleştiriyorlar? Umut ederim ki bu sorular kısa zamanda cevaplanacak ve bazı önemli ipuçları kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Biz de bu sorular yanıtlana kadar bu işin peşini bırakmayacağız.

Takip edeceğimiz bir diğer konu Vahşi Kürdistan  tanımlaması.

Bu cüret nereden kaynaklanıyor? Türk avcılarına güvenlik nedeni ile kapalı olan Doğu ve Güneydoğu dağlarında fütursuzca dolaşan  bu kişileri, kim yasalara uymaya zorlayacak?

Yasaları ile ünlü Almanya ülkeme cevap verecek mi?

Öğrendiğimiz kadarı ile Almanya’da bu tür eylemler son  derece sert  cezalandırılıyormuş!

Avcının lisansının iptali bile söz konusu olabilirmiş! Göreceğiz. Bu ülkelerin yaklaşımlarını ve takındıkları tavırları merakla izleyeceğiz. En az  onların tavrı kadar ülkemizdeki doğal hayatı her fırsatta koruduklarını seslendiren kuruluşların olaya bakış açıları da ilgi alanımız olacak!. Milliyet Gazetesi / 25.06.1995 

O dönemde yazılarım Milliyet Gazetesi'nde cumartesi günleri yayınlanıyordu. En geç cuma günü öğlene kadar yazımı mutlaka spor servisine gönderiyordum. İnternet üzerinden bilgi akışı şimdilerde olduğu gibi hızlı ve rahat değildi. Dolayısıyla sadece göndermekle kalmıyor, telefon açıp "teyid" de ettiriyordum.

İki seneden fazla bir süre böyle geçti. Yeri geldi söyleyeyim de bilinsin. Gazete idaresi ile bu süre zarfında bir kuruş mertebesinde bir para ilişkim de olmadı.

A.İ.T.İ.Akademisi Kamu Yönetimi Bölümü'nden mezun olduğumdan mı nedir bilemem ama, bu güne kadar yazdığım tüm yazılarımı kamu yararına yazdım. Bilinmesinde "fayda var" diye düşünüyorum.

Gelelim öykümüze...

O zaman elde ettiğim dergi Almanya'da yayınlandığı için doğal olarak Almancaydı. Sıkıntı olmasın diye tercüme bürosuna götürdüm. Yazının başlığı "Vahşi Kürdistan'da Av İzi" şeklindeydi. Ben de başlığı olduğu gibi alarak, bana ayrılan köşe içinde elimden geldiği kadar kamuoyunu aydınlatacak şekilde sunmaya çalıştım.

Gazeteden bu yazının başlığına itiraz edildi!

"Vahşi Kürdistan'da Av İzi " şeklinde başlık olmazmış!

İyi de, bunu ben söylemiyorum ki!

Yazan yazmış, dergi basılmış ve dağıtılmış. Yaşanan gerçek bu. Benim itirazım da zaten bu tanımlamaya.

Velhasıl, çeşitli sebeplerle yazının başlığını "Yasa Dışı Avlar" "şekline getirip yayınladılar.

Ne kazandık?

Gerçeği görmek istemeyenler, gün olup da o gerçekle yüz yüze geldiklerinde ne yapacaklar?

Gelinen nokta bu değil mi?

Ne oldu? Adamlar (!) o dönem söylemlerle seslendirdikleri niyetlerini, şimdilerde haritalarla şekillendirmediler mi?

-!..

Bu konuda son sözümü söylemeden evvel, yukarıdaki yazımdan bir hafta sonra da aşağıdaki yazıyı yazmışım.

Her iki yazı da birbiri ile ilintili.

Bugün yaşananların aslında sürpriz olmadığı o günden belli de...

Bizler inanmak, daha doğrusu anlamak istemiyoruz.

Okuyalım lütfen....

 

KIRKMERDİVEN’ İN BUZ GRİSİ

Bu sefer elimizde "Jagen" dergisinin 1992 Ağustos/ Eylül sayısı var.

Reinald Von Meurers  Kırkmerdiven’de avladığı ayıyı tarif ederken ona  "Buz Grisi" diyor. Avcımız yine yalnız değildir. Yol arkadaşı 73 yaşında  Fransız hava albayı "Pierre Ruffinoni" dir.

Yerli rehberinin adı ise Erhan!  Emniyet makamlarından alınması gereken izinlerden dolayı seyahatinin geç başlamasından şikayetçi!

Orman Bakanlığı’nın adı yine yok. Av turizmi yaptıran hiçbir seyahat acentesinin ismi de geçmiyor.

O ise buralarda sıkça bulunmasından ötürü çoban patikalarını bile gayet iyi tanıdığını söylüyor. Nostalji de yapıyor: "Doğu Türkiye'deki dağlarda vurduğum her ayı için  tüm köylü ve jandarma dahil bana teşekkür etmişti"

17 sene önce vurduğu ilk ayı için çiftçilerin ellerini öperek alınlarına koyduğunu anımsıyor. "Buz grisi" ayıyı vurduktan sonrada avını yüzdüğünü, kırmızı av etinin orada kalmasının onu üzdüğünü yazıyor. Fırsat bulsa belli ki yiyecek.

Devam ettiği av hikayesinde "Kaymakam sevinecek, mutlaka bir veya daha çok ayı vurmamızı istemişti" diyor.
 
Bizim anlamakta zorluk çektiğimiz sistem hakkında ufak da olsa ip uçları veriyor. Türk avcılar "Ayrılıkçı Kürtlerden dolayı buralara gelemiyor" diyerek haddini, küstahlığa varan ölçüde aştığını da bilemiyor. Buraya kadar olan yazı, işin av hikayesi ile olan kısmı.

Bundan sonra "Hilalin dalgalandığı diyar" başlığı altında Türkiye hakkında Alman avcılara aklı sıra bilgi aktarmaya devam ediyor. "Eşi olmayan bir halk kıyımında tahminen bir buçuk milyon Ermeni’nin köylerden toplanıp Suriye  çöllerine ölüme gönderdiğimizi iddia edebiliyor. Bununla da kalmıyor. Tarih tekerrür ediyor diyerek bu sefer de ezilmiş Kürtler özerlik isteyerek Türk'lere karşı ayaklanıyor diyor. Bu savaşın PKK ile halkın kaynaşmasına yardımcı olduğu gibi bir de kanaati var. Alman avcıları, aklınca bu şekilde aydınlatıyor. Yazısına seyahat formalitelerini anlatarak devam eden avcı yazar, Türkiye’de bulunan av hayvanları hakkında tek tek bilgi veriyor.

Örneğin "Yabandomuzu" için yazdıklarından bir parçayı aynen almak istiyorum."Her av günü için 50 dolar resmi harç alınmaktadır. Devlet trofe ücreti koymamıştır (!) Ancak bazı organizatörler bunları kendileri için istiyorlar" demektedir.

 Nasıl bunu beğendiniz mi?

Bu sene müşahit olarak katıldığımız Merkez Av Komisyonu toplantısında mevcut sistemin yanlışlığını komisyon üyelerine arz etmeye gayret ettik. Devletin bu konudaki menfaatinin avlanma bedellerinin yükseltilmesi yönünde olduğunu söyledik.

Görüşümüze karşı çıkan sözde korumacılar, sözde çevreciler, bir nebze olsun gerçeği anlayabildiniz mi?

Dönelim Dr. Reinald von Meurers olayına. Alıntı yaptığımız her iki dergiden ve yapmış olduğumuz araştırmalardan çıkan sonuç: Bu kişinin Orman Bakanlığı’nın bilgisi dahilindeki bir organizasyon içinde avlanmadığı şeklindedir. Şimdi söz sırası Orman Bakanlığı’nın ve İçişleri Bakanlığı’nındır. Bu olay takip edilmeli, kamuoyu aydınlatılmalıdır.

Bu olaydan çıkan somut sonuç ise: "Ülkemizde avcılık ile ilgili düzenlemeler, yeniden gözden geçirilmeli" şeklindedir.

TBMM’de görüşülmeyi bekleyen kanun, ilgili komisyondan geçerken hak etmediği şekilde yıpratılmıştır. Bu yanlışlıkları düzeltmek için  hala fırsat vardır.

Not : "Av ve Yaban Hayatı Koruma Vakfı" nın 29.06.1993 tarihinde konuyla ilgili şikayetlerini ilgili makamlara duyurduğunu öğreniyoruz. Bu hassasiyetlerinden ötürü kendilerini kutlarız.    01.07.1995           

  

13.5 sene evvel yabanhayatı ile ilgili bir konuyu kamuoyuna duyururken, aslında bir diğer taraftan da çok önemli bir sosyal yaranın varlığına dikkat çekmeye çalıştım.

İlgililer, ya duydu anlamadı, daha da kötüsü, anladı ama anlamazlığa verdi!

Her iki hal de, vahimdir.

Milliyet Gazetesi'nde bana ayrılan kısıtlı alanda haftada bir gün için de olsa kamuoyunu aydınlatmaya çalıştım.

Yazdığım yazıların hiç birinde, gerçek dışı tek bir olay yoktur.

Yeri geldi, gazetenin ağır (!) toplarını usulünce eleştirdim.

Yanıtlayacaklarına...

"Bu adam acaba doğru mu söylüyor?" diye fikir yürüteceklerine...

Benim için çok değerli olan yazma hakkımı bir çırpıda elimden aldılar.

Bunu usulünce yaptılar.

Bir hafta sonu "Yazınız bize ulaşmadı" dediler,

Ertesi hafta "bugün yer bulamadık" dediler...

Hem de hiç utanmadan, sıkılmadan ve tek bir neden bile gösteremeden köşeyi yayından kaldırdılar.

İki seneden fazla bir zaman içinde ibadet titizliği ile yapmış olduğum çalışmalar için, kuru bir teşekkür bile etmeden beni bir anda yok saydılar.

O zaman, yaşadıklarım onurumu fazlası ile rencide etmişti.

Bir gün gazete okurken burnumdan aşağı bir şeyler döküldü.

Üşüttüm zannettim "burnum akıyor" diye düşündüm. Gözlerimi bedenime yönlendirdim.

Kan akıyormuş...

10 gün hastanede yatırdılar. Bu süre zarfında 10 kilo kaybettim. Gün boyu düşünüyor yapılanı bir türlü hazmedemiyordum. Akşama doğru gün dönüp yalnız kalınca bir anda burnumdan kan boşalıyordu, daha doğrusu kan fışkırıyordu. Kadit gibi olmuştum.

Kalıcı bir illet sahibi olmam, o günlerin mirasıdır.

Birkaç kişinin dışında ne "geçmiş olsun" ne de "neden?" diye sorgulayan bile olmadı...

Onları Allah'a havale ederken, "içimdeki beni" keşfetmeme yardımcı oldukları için -hak etmeseler dahi- onlara teşekkür ediyorum.

2110 yılı için de hala ümitliyim!

Bir problemi çözemiyorsanız, sizin için devasa bir boyuta sahipse, "parçalara ayırmak" sureti ile daha baş edilebilir bir hale getirebilirsiniz. Bunun tam aksine örnek ise puzzle (pazıl) oyunudur. Parçaları bir araya getirince bütünü görürsünüz.

Ülke insanı olarak zor günler geçiriyoruz.

İnsanlarımız onurları yüzünden intihar ediyor.

İşyerleri kapanıyor. Evlere, her geçen gün daha az ekmek giriyor.

Umutlar tükeniyor ki... En tehlikelisi de bu...

Durgunluğun küresel bir boyutu olsa da, yerel boyutu da var!

İşsiz, ama aynı zamanda niteliksiz milyonlarca insanız!

07 Ocak 2010

Haksız mıyım?

İlgi alanımdan bir örnek vermek isterim.

500.000 civarında avcı ve daha da fazla sayıda silah meraklısı var...

Ama gerçek odur ki bu çok sayıdaki insanın.... (%95)

"okumakla"

"araştırmakla"

"neden?"

"niçin?" ve benzeri aklı tetikleyecek sorgulamalarla hiç, ama hiç işi olmaz.

Dün küçük bir tamir işi için Ulus'ta bir saatçi dükkanına gittim. (06 Ocak 2010)

İşyerinde az sayıda da olsa avcılıkla ilgili bir kaç küçük obje dikkatimi çekti. Başımı yukarılara kaldırdığımda tahnit edilmiş kınalı kekliği gördüm. Lafı çok dolandırmadan:

- Avcı mısınız? diye sordum.

- Evet cevabı üzerine,

- Sertifika aldınız mı? diye yeni bir soru yönelttim.

- Uzun iş kim uğraşacak! Bakalım yerime birini bulabilirsem, ayarlayacağız işte... dedi.

Ve devam etti...

- Dünyanın işi (!) Üstelik kontrol eden yok... Zaten kaç kere ava gidiyorum ki! demek sureti ile sözlerini bitirdi.

Burası başkent ANKARA!

Anadolu'da neler oluyor, gerisi sizin ferasetinize kalmış.

Yasaların kağıt üzerinde olduğu bir ortamda "ahbap-çavuş" ilişkisinin dal budak salmasından daha doğal ne olabilir ki!

Yılların bana öğrettiği acı gerçeklerden biri budur.

Çünkü, var olan eğitim sistemi aranılan tür insanın yetişmesi için uygun değildir.

"Çoktan seçenekli eğitim sistemi" -çok acıdır ki- bireyin yaşamını kişisel iradesi doğrultusunda seçmesine bile imkan sağlayamıyor. Bu ülkede işe muhtaç hemen hemen herkesin kendini bir şekilde devlet içinde bir yerde görme arzusunun altında yatan temel unsur: özgüven eksikliğinin yanı sıra, eğitim sisteminin yarattığı sıradanlıktır.

Sorgulama mantığından uzak bir bireyin, kendisine dayatılan veya empoze edileni haklı ve doğru gerekçelerle red edecek aklı da bilgisi de doğal olarak kifayetsiz kalıyor.

Kurnazlığı, fırsatçılığı akıl zannediyoruz...

Sene 1945, Almanya 4 sene süren II. Dünya Savaşı ile yerle bir edilmiş.

Sene 1945, Türkiye II. Dünya savaşına girmemiş.

Sene 2010, kişi başına gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH ) açısından en zengin ülkeler sıralamasında kişi başına

Almanya 44.488 Dolar ile 19. sırada.

Türkiye 10.738 Dolar ile 55. sırada.

Bu "beşeri sermayenin" ne olduğunu ortaya koyan acı bir örnektir.

Bilgi güçtür. Kabul etmeyebilirsiniz. Zaman yavaş yavaş öğretir.

Köy Enstitülerinden mezun olan o dönemin köylüsü, keman çalarken, şimdilerde -aynı köylü- var olan idarenin türküsüne tempo tutmayı yaşamak için yeterli görüyor. Yaklaşık yarım asırdan fazlaca bir zamandır yaşanan budur.

Uzatmak istemiyorum.

Yeni bir yıla girdik, ama her şey eskisi gibi...

Hatta, ahlaki değerler açısından her geçen gün eskiyi aradığımız da işin cabası...

Özde "Vahşi Batı"yı bizler davet ediyoruz.

Ömrümüzden bir yıl daha eksildi!

Ben yılbaşına, "yaşamın kar-zarar hesabının yapıldığı bir an" gözü ile bakarım!

Az bir zaman değildir 365 gün...

Geçen yıla göre bilgi ve beceri anlamında kendimizi hangi yönde geliştirebildik?

Yoksa yerimizde mi saydık?

Eksilmiş olabilir miyiz?

Dostlarımızı, mı kaybettik!

Vurdum duymaz mı olduk!

Bu bağlamda baktığımda;

Geçen yıl, başta fotoğrafçılıkla ilgili olmak üzere bilgi ve becerilerimi geçen yıla oranla daha fazla geliştirme olanağı bulduğumu düşünüyorum.

FSK Etkinliği /2009

Bunu Sn.İsmail Haykır'a borçluyum. Engin bilgisini paylaşıyor ve çevresine ışık saçıyor. Sıra dışı bir insan, bu tavrı "Mutlaka örnek alınmalı" diye düşünüyorum.

İsmai Haykır

İsmail HAYKIR

Daha çok gözlem yapma fırsatı buldum. Doğaya daha farklı bir gözle bakmayı öğrendim.

Kızılcaören / Kızılcahamam

Makro fotoğraf çekmek sureti ile, çıplak gözle asla göremeyeceğimiz ayrıntıları gördüm.

 

Çamlıdere / Yayla Mevkii

Gözle görünemeyenin, görünenden çok daha fazla olduğunu düşünmeye başladım!

Merakım, bana tel örgülerin açlık duygusunu bastırmaya yeterli olmadığını öğretti!

Telörgüye takılmış ayı kılları       

Çamlıdere'de ayıların açlıktan dolayı evlerin bahçelerine kadar yanaştığını, insanların ise onları acımasızca öldürdüklerini duydum ve duyurdum.

Çevre ve Orman Bakanlığının düzenlediği fotoğraf yarışmasına katıldım. Fotoğrafım sergilenmeye değer bulunmuş.

Meşe Kargas / Çamlıdere

Yayla Mevkii / Çamlıdere

2009 yılında, kelebeklerin dünyasına adım attım.

Kırlangıçkuyruk / Papilio machaon

Kırlangıçkuyruk / Papilion machaon
Çamlıdere 2009

Gün içinde 10 saat dolaştığım çok oldu. Avcılık sırasında duyduğum hazdan çok daha fazlasını ve rafinesini bu eylemlerim sırasında yaşadım.

Geç (!) kaldığım için hayıflandım...

Bunları fotoğraf merakıma borçluyum.

Yaşam muhasebesi yaparken bir de "ilkeler ve değeler" bazında muhasebe yapmak lazım diye de düşünürüm.

Benimsemiş olduğumuz evrensel değerlerden taviz verdik mi?

Koşullar (!) değişse bile ezilip büzülmeden, dik durabildik mi?

Değişen dünyaya değerlerimizden ödün vermeden ayak uydurabildik mi?

Gelecek kuşaklara tecrübelerimizden kaynaklanan bir iz bırakabildik mi?

Ve

Benzeri soruları samimiyetle kendimize sorup, içtenlikle yanıtlayabildik mi?

Ne düşünüyorsunuz?

-!..

Batı dünyasının doymak bilmeyen "aç gözü" topraklarımızın üzerindedir.

Bu gerçeği, görmeyenlere en hafif tabir ile "aymazlar" diyebiliriz.

Ülkem için Atlantik ötesinde "işgal provaları" yapılırken, sizlere sadece av ve avcılıktan bahsetmeyi kendime yediremedim.

Dönem, birlik ve beraberlik,

Vakit ise, tam çalışma zamanıdır.

 

Bir ülkenin geleceği, o ülkenin insanlarının göreceği eğitime bağlıdır.  

                                                                             Albert Einstein

Mehmet Emin Bora

07 Ocak 2010 / ANKARA

Bu yazı 4250 kez okundu...