Halil İnalcık - Avcılık ve Akıl!


Sn. Prof Dr. Halil İnalcık

Bu ülkede kaç avcı var, kaç silah sahibi var?

Nedir bunların toplamı?

300.000, 600.000!

Sahi, kaç kişiyiz biz?

Nasıl bir yanıt verirseniz verin, peşinen kabul ettim.

Bu yazının ana konusu "nicelik" değil "niteliktir."

Şimdi, kendini "avcıyım" (!) diye tanımlayanlara, birkaç soru sormak istiyorum.

-!..

Sn. Prof Dr. Halil İnalcık, ile avcılık arasında ne gibi bir ilinti kurulabilir?

-!..

Sn. Prof Dr. Halil İnalcık'ın yaşam öyküsünden, geleceğe dönük -avcılıkla ilgili- nasıl bir ders çıkartabiliriz?

3-5 kişi hariç (!) bu sorunun yanıtlanmasını beklerseniz, inanın bana ömrünüz tükenir.

12 Nisan 2009 tarihinde Teke Tek programının konuğu Sn. Prof Dr. Halil İnalcık'tı

Ünlü tarihçi o kadar enteresan şeyler anlattı ki... "Büyülendim" diyebilirim.

Örneğin; 1993 senesinde Bilkent Üniversitesi'nin Profesörler Kurulu toplantısı yapılırken sıkıldığını, toplantı sırasında şiir yazdığını seslendirirken, diğer taraftan "Kanuni dünya hükümdarıydı, ama Rodos Şövalyeleri yüzünden Akdeniz'e çıkamıyordu" demek sureti ile dinleyicileri, tarihin derinliklerinde lunapark coşkusu tadında dolaştırıyordu.

Sn. Prof Dr. Halil İnalcık, "Aşk insanı büyültür. Aşık olduğu kadına kendini ispata zorlar, Tanrılaştırır."

"Ukraynalı köylü kızı Roxelana (Hürrem Sultan) esir olarak getirildi" dedikten sonra, Kanuni Sultan Süleyman'ın eşi olarak Osmanlı tarihindeki rolünü kısaca anlattı.

Bu programı izlediğimden bu yana 7 ay geçmiş. Dilerim ki yanlış bir şeyler söylemiş olmayayım.

Programı çok büyük bir keyif ile izlemiştim.

Bu konuda başta Sn. Prof Dr. Halil İnalcık olmak üzere hem Sn. Fatih Altaylı'ya hem de Sn. Murat Bardakçı'ya yeri geldi, içtenlikle teşekkür etmek isterim.

Yek düze yaşamımıza, söylemleri ile ivme kazandırdıkları için,

Çoğu zaman, siyahın tonlarından oluşan hayal dünyamıza, çok renkli paletlerinden sıcak renkler kattıkları için,

Bu ülkenin gerçek değerlerini, bizlere hatırlatmalarının yanı sıra,

Tarih bağlamında işimize gelse de gelmese de, gerçekleri sunmak,

Ve hepsinden önemlisi;

İnsanımızı yeniden düşünmeye ve sorgulamaya sevk etme hususunda, çok önemli bir görevi üstlendikleri için, tekrar, tekrar teşekkür etmek isterim.

İşin özü bu.

Canlı yayın yapılan bu program iletişimli olarak sunuluyor (interaktif).

Her hafta, bir değerli konuğu misafir eden programa, izleyiciler internet vasıtası ile mektup gönderiyorlar. Bu mektuplar gerek görülürse program akışı içinde yanıtlanıyor.

Zaman zaman katılabileceğiniz fikirler olduğu gibi, çoğunlukla söyleşiye öyle müdahaleler yapılıyor ki, ister istemez "sapla samanı karıştıran" insanlarla, var olan ortak paydanızdan (!) dolayı kendinizi derin derin sorgulama zorunda kalabiliyorsunuz.

Aynı havayı teneffüs etmek, aynı kimliği taşımak insana her zaman yetmiyor doğrusu...

Anlamlı bir yaşamın "olmazsa olmazları" çok daha fazla.

Konuşulanı anlamadığı için, öylesine çirkin sataşmalarda bulunuyorlar ki!

Amiyane olsa da, yarım akıllılar için söylenen "eşeği kıçından yemliyor" şeklindeki tanımlama, bu duruma "cuk" diye oturuyor diye düşünüyorum.

Sn. Prof Dr. Halil İnalcık'ın hayatını anlatan "Tarihçilerin Kutbu Halil İnalcık" adlı kitap İş Bankası Kültür Yayınları' tarafından ilk defa 2005 yılında basıldı. Şu anda 9. baskısı satılıyor.

Nüfusu 72 milyona yaklaşan bir ülkede basılan kitap sayısı 8-9 bin ile sınırlı.

Dünya nüfusu yaklaşık 6. 7 milyar....

Dünya çapında bir bilim adamımız var.

Çoğumuzun haberi bile yok.

72 milyon insanın 70 milyonu Sn. Prof Dr. Halil İnalcık'ın adını bile duymamıştır.

6.7 milyar içinde şans bize gülmüş.

Farkında değiliz.

Hoş, İngiltere Başbakanı D.Loyd George’un Mustafa Kemal Atatürk için : “Yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğe bakın ki, o büyük dahi, çağımızda Türk Milleti'ne nasip oldu.” dedi de, ne oldu ki!

Onu, eleştirerek büyüyeceğini zanneden "aymazlar ordusu" yok mu?

Sadece cumhuriyeti eleştirerek kahraman olacağını zanneden "taraf'lar" yok mu?

Ne farkı var!

Magazin dünyasının meşhur (!) kadınlarından biri -atıyorum- "Çıplak gecelerim" diye bir kitap yazsa...

Çakması 200.000 satmazsa...

Hatun kişi bir ay boyunca -hem de ana haber bültenlerinde- kanal kanal gezmezse...

Çıplak gecelerim (!) çok satanlar listesinin doruğuna oturmazsa...

Siz de bana ne söylerseniz söyleyin

Kimi, kime şikayet edeceksiniz ki?

Gelelim ilişki kurma meselesine.

Sn. Prof Dr. Halil İnalcık'ın müthiş hayat öyküsünü okumadan, Osmanlı tarihini özümsemeden, Osmanlı sarayının avcılıkla ilgili yapılanmasını bilmeden gereken ilişkileri kurmanın ne denli zor olduğunu söylemeye gerek yok.

Sn. Prof Dr. Halil İnalcık'ın yaşam öyküsünü anlatan kitaptan alınacak çok ders var.

Bu ülkenin gündem maddesi aslında, bu ve benzeri öykülerden oluşmalı.

Bu gayretin içindeyim, öncelikli amacım:

Özgün örnekler sunarak, insanların düşünce mekanizmalarını tetiklemek,

Onları kıyaslamaya zorlamak...

Çaresiz olmadığımızı düşünmelerini sağlamak,

Ve sonuçta , "biz de yapabiliriz" fikrini aşılamak içindir.

Yaşanan onlarca olumsuzluk karşısında, başarıya ulaşmak için umudunuzu kime bağladınız?

Kimi bekliyorsunuz?

-!..

Bilelim ki nihai hedefimiz yabanhayatının idaresinin sağlıklı bir yapıya kavuşmasından öte bir şey değildir.

 

Ben yine kitaba dönmek istiyorum.

Sn. Prof Dr. Halil İnalcık, bahse konu olan kitabının 197'inci sayfasında Sn. Emine Çaykara ile yapmış olduğu söyleşinde;

"1960 yılında Güney Doğu Anadolu'ya bir heyetle inceleme seyahatim var" demektedir.

Milli Birlik Komitesi Güneydoğu'da Kürt meselesine çözüm aramak bağlamında valileri, konu ile ilgisi olanları, emniyet müdürlerini çağırırken Sn. İnalcık'ı da çağırmış.

Çünkü o yıllarda Sn. İnalcık bölge ile ilgili toprak meseleleri üzerine yazılar yazıyormuş.

Yapılan toplantıda, Güneydoğu meselesi konuşulmuş.

Sn. İnalcık bölge meselelerinin ilmi şekilde çözülmesi için Güneydoğu Enstitüsü kurulmasını teklif etmiş.

Bu toplantıda ham ve saçma sapan teklifler ortaya atılınca onlara:

"Bilimsel araştırma şarttır. Karanlığa adım atılmaz.

Evvela aydınlanalım, meseleleri bilelim.

Dil, kültür sosyal-ekonomik koşulları bilelim, ondan sonra önlemler alınır.

(...)

Onların dilini bilen insanlar yetiştirmek gerek; yüzyıllarca onları kendi haline bırakmışız, onların arasına gönderdiğiniz insanlar, onlarla anlaşamaz ise fikirlerinizi, planlarınızı nasıl anlatabilirsiniz? demiş.

Demesine demiş de... Sonra ne olmuş?

genel sekreterliği ile beraber kanun taslağı hazırlanmış.

Son karar, enstitü kurulacak.

Taslak kanunlaştırılmak üzere meclise sunulmuş.

Araya seçim girince de, taslak bir kenara atılmış.

Sn. İnalcık; "1960 da bu enstitü kabul edilseydi, belki oradaki Kürt vatandaşlarla bir anlaşma zemini hazırlayabilirdik. Bugün dünyanın her tarafında Kürdoloji enstitüleri var" diyor.

1- Enstitü kurma fikrini bir kenara yazın.

Sn. Prof Dr. Halil İnalcık aynı kitabın 454'üncü sayfasında:

"Osmanlılarda padişahlar halkın idare hakkında şikayetlerinden halkın uzattığı "rik'a" denilen dilekçelerle haberdar oluyor. Halk şikayetlerini doğrudan padişaha yapıyor. Devlet idaresinin temel prensibidir bu, mutlaka padişah halkın şikayetlerini dinlemelidir (...) Halkın idareciler tarafından ezilmemesi, adalet prensibinin uygulanması en önemli devlet prensibi sayılıyordu."

(...)

"Halkın padişaha ulaşabileceği, onunla yakın temas halinde olabileceği bir diğer alan av-avcılık..."

"Padişahlar av vesilesi ile köylere gidiyorlar, halkın arasına karışıyorlar halk şikayetlerini dile getirebiliyor..."

2- Padişah- avcılık - halk ilişkisini aklınızda tutun.

Aynı kitabın 426'ıncı sayfasında ise Osmanlı devletinin kuruluşunun 700 yılı münasebeti ile, 2004 yılında yayınlanan bir kitap anlatılıyor İki ciltten oluşan bir kitap.

Osmanlı Uygarlığı.

Yaklaşık olarak otuz kişilik çalışma grubunun baş editörü Sn. Prof Dr. Halil İnalcık.

Sn. İnalcık, sanat kısmındaki yazıların editörlüğü için Sn. Prof. Günsel Renda'yı davet ediyor.

Sn. İnalcık şöyle diyor kitabında: "Eserin bir başka kıymeti Ersu Pekin tarafından görsel tasarımının yapılması. Sürpriz oldu bize... Onun son derece yetenekli işbirliği esere bir başka nitelik kazandırdı."

(...)

"Mesela ateşli silahlardan bahsediyorum, Pekin eski tüfek fotoğrafları buluyor, bu ve bunun gibi bir sürü ayrıntıyı ekledik, eser renklendi...

Bu kitap bir yıl sonra uluslararası kitap fuarında birincilikle ödüllendirildi.

İstemihan Talay'a çok şey borçluyuz." (Dönemin Kültür Bakanı)

3- Ateşli silahlar bahsini unutmayın.

 

Sn. Prof Dr. Halil İnalcık ile avcılık arasında ilinti kurmaya başladınız mı?

Durun daha bitmedi.

Aynı kitabın 375'inci sayfasında Sn. İnalcık "Geyikli Baba" efsanesini anlatır.

Ve:

"Babailer'in alp-eren adıyla Osmanlı devletinin kuruluşunda çok önemli rol oynadığını söyledikten sonra Baba Sultan'a Orhan Gazi tarafından Uludağ 'ın eteklerinde kendi zaviyesini kurmak için sulak bir alan vermiş.

Baba Sultan bu alanda geyiklerle bir arada dolaşırmış."

Aklıma 7 Temmuz 2000'de Bursa'da yapılan toplantı geldi.

Bu toplantıyı o zamanki adıyla Orman Bakanlığı Milli Parklar Av-Yaban Hayatı Genel Müdürlüğü düzenlemişti.

Taşrada çalışan orman mühendislerine yabanhayatına ilişkin bilgilerin yanı sıra, kurumun yeni yaklaşımları anlatılacaktı.

Bursa ile Uludağ arasında bir kaç kere gidip geldik.

Yol üstünde bir geyik üretme sahası vardı. Hala var mı, bilemiyorum.

Geyikler sirk maymununa dönmüştü...

Saha, anayolun hemen yanı başında olup, yabanhayatı üretme sahasının "olmazsa olmaz" denilen şartlarından tamamen uzaktı.

Halkla yakın temas, yoğun gürültü, kötü beslenme şartlarının yanı sıra, küçük bir alana sıkıştırılan geyikler aynı bireylerle çiftleştikleri için de sağlıksız bir yapıya sahiptiler. Daha da önemlisi yabanıl reflekslerini kaybetmişlerdi.

Bursa - Uludağ

Gezi otobüsleri burada duruyor, insanlar geyiklere akla gelen her türlü yiyeceği verebiliyordu.

Hayvanların bir taraftan mısır gevelerken, bir yandan da dondurma yalamaları "hoşluk" gibi algılanıyordu.

Sene 2000!

Gelinen nokta bu!

Hiç unutmam, o zaman saha bekçisi bizlere "Geyikli Baba" türbesinden bahsetmişti.(Sağ başta)

Bursa'da görevli mühendisler dahil, hiç kimse bu tanımın nereden geldiğini açıklayamamıştı.

Hepsi "bir dede varmış geyikleri yemlermiş"den öte bir şey söyleyemedi.

Fıkra gibi!

Trakyalı köylü hayatında ilk defa deve görünce, cahilliği belli olmasın diye yanındaki arkadaşına;

- "Te be, bunları görüyon mu, bunları?"" demiş.

Arkadaşı hiç geri kalır mı?

- "Yaaa bunlar büle olur işte"

Sene 2009.

İsterseniz şimdi "Geyikli Baba kimdir? Nereden gelir nereye gider? diye ilgililere bir kere daha sorabilirsiniz.

2000 yılının açıklamaları ile karşılaşacaksınız.

Daha çok uzun bir süre bizde işler "Büle" gidecektir.

Çünkü insanımız öğrenmeye araştırmaya ve okumaya meyilli değil.

Duyduğu ile yetinebiliyor.

Kulakları çınlasın Sn. Hasan Saday "Yazmadan katip , okumadan alim olmak istiyoruz" diyor.

Var olan hazin durum, bundan daha güzel nasıl anlatılabilir ki!

Çok güncel bir örnek vereyim. Bu sabah gazetelerden okuyorum. (02 Kasım 2009 / Habertürk Gazetesi/ Magazin eki)

Ünlü sanatçı Zuhal Olcay'ın erkekleri elde tutmak için bir yöntem önererek:

"iki azarla, üç okşa, tamam" (...) "Ben konuşan bir kadınım! "Dan Dan" konuşan bir kadınım. Fikirlerimi söylerim. Bunun bedeli kaynayan suya istakoz gibi atılmaksa bunu da öderim. Ödedim. Hayat bu, tabii ki acı çekeceğiz.

Hiç acı çekmeden angut gibi gidecek halimiz yok ya!" diyor.

Sn. Olcay, kimi zaman "angıt" kimi zaman da dilimizde "angut" olarak kullanılan bu kuşun Latince adı "Casarca ferruginea" dır. Latince adını bana da sorsanız hatırlayamazdım. Sorun bu değil.

Angıtların acı çekmediğini neye dayanarak söylüyorsunuz?

Keşke "Dan Dan" söylemek yerine biraz düşünerek söyleyebilseydiniz!

Keşke, aşağılama adına hayvanları öne sürmekten kaçınabilseydiniz!

Onlar, inanın ki bunu hak etmiyorlar...

Onlar hala milyonlarca yıl öncesi gibiler...

Saf, temiz ve masum... Üstlendikleri rol "istemleri" üzerine değil ki!

Değişen gerçeklere rağmen, değişememekte ısrarcı olan bizleriz.

Size ve tüm sanatçılarımıza, "düşünerek konuşmak yakışır" diye düşünüyorum..

Merak ediyorsanız, aşağıdaki adrese girerek, angıt hakkında daha gerçekçi bilgiler edinebilirsiniz!

Bkz:http://www.arpacik.net/guncel_detay.asp?id=192

4- Yaşananlardan ders almıyoruz ve okumuyoruz.

04 Ekim 2009

Hürriyet Gazetesi.

Enis Berberoğlu'nun "Bir başka Avrupa Hikayesi" başlığı altındaki köşe yazısından kısa bir kaç satır alalım.

Bakın yazar ne diyor.

***

(...)

Osmanlı'nın altın çağını ne bitirdi?

Halil İnalcık Hoca “askeri devrim” tartışmalarına işaret etti.

Yivli tüfek, Avrupalı süvarilerin kısa namlulu ateşli silahları. Kale savunmasında yıldız tabyalı top düzeni.

Osmanlı ne yazık ki yivli tüfeğin yüksek nitelikli çeliğini üretemedi.

Zırh delen ateşli silahlara karşı kılıç ve mızrakla baş edemedi.

Savaşlar on yıllara uzadı, Avrupa'yı yenemez olduk. 

Biliyorsunuz bugünlerde “Güçlü ordu, güçlü Türkiye” sloganı moda. Bazıları “Sadece silah gücüyle olmaz” diye karşı çıksa da son kararı tarihe bırakmakta yarar var gibi görünüyor.

***

Nasıl?

Halil İnalcık'la avcılık arasında -aklı önder kılarsak- şimdi ilinti kurulabiliyor musunuz?

Bir şeyin farkında olmalıyız. Hoşunuza gitmese de, savaşsız bir dünyayı aklınızdan çıkartın.

İnsanlık tarihinin başlangıcında avcılık, avcı atalarımızın hayatta kalabilmesi için "olmazsa olmazdı."

21'inci yüzyıla gelince ateşli silahlar yine insanlar için olmazsa olmaz.

Batı, enerji kaynaklarına hakim olmak için bir yılda bir milyon insanı gözü kapalı feda eder.

Irak'ı hatırlayın.

Anlamamakta ısrar edenlere bir kitap önereceğim.

5- Yaşam görmemekte ısrarcı (!) da olsanız acı gerçeklerden ibarettir. Kaybınız ise telafisi imkansız olan "zaman"dır.

Geçmişten ders alınacaksa, Sn. Prof. Hali İnalcık'ın Güneydoğu Enstitüsü başlıklı acı tecrübesi hiç unutulmamalıdır.

O gün, bu enstitü kurulabilseydi, kalkınmamız için gerekli olan milyarlarca Dolar çöpe gitmeyeceği gibi, bundan da önemlisi on binlerce insan evlat acısı çekmeyecek, göz yaşı dökmeyecekti.

Aksini savunabilir misiniz?

Bugünün o günden ne farkı var?

Yaşam mücadelesi veren çok büyük bir topluluk kırsalda yaşıyor.

İnsanlarımız her geçen gün ister istemez zalimleşiyor. Tarlasına giren yabandomuzlarını acımasızca öldürüyor. Mandıraya gelen ayıyı, "kovanlarımı parçalıyor" diye yok ediyor.

Derelerimiz, göllerimiz, yasak avlanma yöntemleri sonunda perişan vaziyette.

Endemik bitkilerimiz başta olmak üzere flora dokusu yağma ediliyor.

Bilim adamlarımız çalışma ortamı bulamıyor, bilimsel içerikli periyodik dergilere abone olamıyorlar.

"Çamlıdere Yabanhayatı Araştırma Enstitüsü" en kısa sürede mutlaka kurulmalıdır.

Neden? sorusuna bir örnekle cevap vermek isterim.

Sn.Özge Keşaplı, ODTÜ Çevre mühendisliği bölümünde okurken kuş sevdası yüzünden biyoloji bölümüne yatay geçiş yapmış ve stajını Norveç'te bitirmiş. Tek başına 5000 kuşu halkalayarak çok önemli bir görevi yerine getirmiş. Bu suretle Türkiye'de ilk kez rastlanan üç tür keşfedilmiş.

Sn. Keşaplı, maddi sorunlar aşılamayınca görevinden ayrılmış!

Keşaplı;

Milli park sahalarında avcılık yapıldığını örnekleri ile sunuyor ve "Bazı avcılar, kuşlara takılan halkayı evlenme teklifi sanıp, Avrupa'ya mektup gönderiyorlar"diyor.

İster gülüp geçin, isterseniz ağlayın.

Yaşanan acı gerçeklerden sadece biri bu.

"Domuzları zehirleyelim, kuyruğuna kanadına fişek verelim" şeklindeki zihniyeti değiştirebilmenin sadece bir tek yolu var.

"Çamlıdere Yabanhayatı Araştırma Enstitüsü" Işık yükseldikçe karanlıktan güç alanlar azalacaktır.

Kaynak!

Var.

Örnek?

Örnek de var. Buyurun.

İşini kaybedenlerin kurduğu İşsizler Derneği 497 bin üyeden aldığı 25 kuruşluk aidatla 75 atölye kurup 2.000 işsize iş yaratmış. (3 Kasım2009 / Habertürk Gazetesi- Ekonomi eki.)

Daha başka söylenecek söz var mı?

Sn. Prof. Halil İnalcık için kitapta yapılan bir tespit var.

"O, problemi tespit eder saldırıp parçalayarak yok eder" denilmektedir.

Örnek alalım...

Lütfen görelim artık!

Parçalayıp yok etmesi çok kolay.

Yaşam boyu yaşanan acı gerçekleri görmemeyi bir çözüm yolu zannedenler,

içinde bulunulan zamanı boş yere harcadıkları gibi

geleceğimizi de tehlikeye atarlar.

 

Mehmet Emin Bora

4 Kasım 2009 / Ankara

Bu yazı 5051 kez okundu...