Ölüm Yaşam ve Avcılık
Yanlış hatırlamıyorsam 1982 veya 1983 yılı olacaktı.
Ortaklıktan ayrılmamın yanı sıra, üzerinde anlaştığımız (!) ayrılık protokolü sadece sözlü idi!
Geleceğe ait pek çok soru olmasına karşı, cevap bulmakta zorlanıyordum.
Hakim duygu belirsizlikti. Bu halden hala aynı ölçüde tiksinti duyarım.
Uzatmak istemiyorum. Pek çoğunuz gibi zor günler geçirdiğimi anlatmaya çalıştım.
Uzunca bir süre beklemem gerektiği için, zamanımın çoğunu okumaya ayırmıştım.
Johannes Mario Simmel ve Wilbur Addison Smith'in yazmış olduğu tüm romanları okuduğumu anımsıyorum.
Bedri Rahmi Eyüpoğlu'nun yazmış olduğu tüm yapıtlar...
Bir de kendi ruh halimi tahlil etmeye yönelik pek çok psikiyatri içerikli kitap.
Daha neler neler...
Özellikle Wilbur Addison Smith'in romanları...
Başlamamla bitirmem arasında en fazla 3-4 gün geçiyor.
Wilbur A. Smith'in romanları Afrika üzerinedir.
Yazar, öylesine güçlü bir tasvir yeteneğine sahiptir ki, kendinizi Afrika Ormanları'nda sanmanız işten bile değildir.
Okurken yanınızda tüfeğiniz olsun istersiniz. Johannes Mario Simmel'i okurken acıkırdım.
Bu kitaplar "bitmesin" isterdim.
Bu duyguyu yakın zaman dilimi içinde Cüneyt Ülsever'in "Teneke Evin Torunu" adlı "anı" kitabında tatmıştım.
Wilbur A. Smith'in yaşamını Londra'da sürdürdüğünü internetten araştırma yapınca öğrendim. Anavatanındaki insanlar ve vahşi hayatın korunması için yurdunun gönüllü elçiliğini yapıp, onların haklarını savunmaktaymış.
Wilbur Smith'e 2002 yılında World Forum on the Future of Sport Shooting Activites tarafından "Atış Sporları Elçisi" ünvanı verilmiş.
Konu silah ağırlıklı ise Sn. Ali Kozanoğlu'na danışmak lazım.
Ben de hemen kendisini arayıp WFSA hakkında bilgi rica ettim.
Sn. Kozanoğlu kısa sürede aşağıdaki yanıtı gönderdi.
WFSA avcılık atıcılık ve ilgili endüstri kurumlarının bir birliğidir. 1996'da kurulan WFSA'nın halen İsviçre, Yeni Zelanda, İsveç ve Güney Afrika'ya kadar ulaşan geniş bir alandaki kurumları kapsar ve dünya üzerinde 100 milyonu aşkın sportif atıcıyı temsil eder.
Ülkemizde 300.000'den fazla avcı olduğunu söyleyebiliyoruz.
Belki de daha fazla!
Avcı olmak kaydı ile, 300 tanesi bu yazarın kitaplarını okuduysa, ben de Arap olayım. (Ne demekse!)
Peki, atıcılardan kaçı bu durumdan haberdar?
-!..
İspanyol Kraliçesi / Issoria lathonia
Kızılcahamam / Kızılcaören Vadisi - 2009
Okuduklarım bunlarla sınırlı kalmadı.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'a ait Kuran-ı Kerim'in Türkçe çevirilerini okudum.
Bir kaç kere.
Al-i İmran Suresi'nin 185'inci ayetini okuyunca kanım çekildi desem yeridir.
"Her canlı ölümü tadacaktır."
Enbiya Suresi, Ayet 35 ve Ankebut Suresi, Ayet 57 de de aynı sözlerle karşılaştım.
İlki bana fazlası ile yetmişti.
Kalbimin sıkıştığını bugün gibi hatırlıyorum.
"Vay be! Ben de öleceğim ha!" şeklindeki şaşkınlığımı hiç unutmayacağım.
O dönemde tabir-i caizse "roket" gibiyim. Bir dağdan bir dağa geçmem, işten bile değil.
Keklik sürüsü önümden kalkıyor, onlar bir kaç kırma öteye uçarken, ben de o derenin üst başında bitiyorum.
12 saat sürekli ve tempolu yürüdüğümden o dönemde camia içinde "pek namlıydım" dersem lütfen bana inanın.
Silahı da iyi kullandığım söylenirdi.
Hal bu olunca "Ölüm nereme yakışsın ki?"
O zamanki kafa, anca bu düşünceyi üretebilmişti.
O günden bu güne, neredeyse 30 seneye yakın zaman geçti.
Düşünce bazında o kadar çok değişen var ki!
Paylaşmak istiyorum.
Öncelikli amaç:
Bilgiyi ve tecrübeyi hızla aktaralım ki, toplum olarak "daha iyiye, daha çabuk ulaşalım"
“Hiç, bilenle bilmeyen bir olur mu?”
Çabam bu yönde olacak.
Kaplan Kırlangıçkuyruk / Papilio alexanor
Çamlıdere / Aluç Dağı - 2009
Yaş ilerledikçe, hayata bakış açınız, edindiğiniz beşeri sermayeye parelel olarak değişiyor.
Bilgi ve görgü artmıyorsa, siz de eksik kalıyorsunuz. İşin kötü yanı bunu fark edemiyorsunuz.
Dün sizin için vazgeçilmez olanın, bugün üç kuruşluk değeri kalmıyor.
Kolay anlaşılsın diye bir örnek vermek isterim.
70'li yıllarda av tüfeği edinmek istediğinizde "hem de iyisi olacak" diye kendinizi de koşullandırmışsanız... "işiniz çok zordu" diyebilirim.
O yıllarda silah ithalatı yoktu. Sadece yurt dışına çıkan yolcunun yanında av tezkeresi varsa, beraberinde 1 adet av tüfeği getirebiliyordu.
Bu hak, bir süre sonra "yol" oldu!
60- 70 yaşındaki amcalar, dayılar şöyle dursun, aynı yaş grubu teyzelerin, halaların da avcı oluğunun farkına vardık.
Yeter ki 18 yaşından büyük, yurtdışına çıkacak kadar da mecalin olsun.
Kadın erkek eşitliğinin doruk yaptığı bir dönemdi!
Kuvvetle ihtimal bu kişiler silahları bile görmüyordu. Otobüsün bagajından topluca çıkan av tüfekleri kısa sürede piyasaya çıkıyor ve kapış kapış gerçek kullanıcısının eline geçiyordu.
S 54 ile başlayan furya S-55, S-56 ve 57, 58 gibi serilerle sonlanırken Roma 4'ü, Roma 6 takip etti.
Bunlar bol gravürlü italyan çifteleriydi.
PX'den Remington ve Browning marka yarı otomatik av tüfekleri önce Coni'nin , ertesi sabah da Ahmet'in veya Mehmet'in eline geçerdi. Sistem bu şekilde oluşmuştu.
Kıbrıs Savaşı'ndan sonraki günlerde, Ankara avcıları İngiliz menşeyli çiftelerle tanıştı.
Bir kaç kişi hariç, Ankaralı avcılar bunun değerini pek anlayamadı.
Silah pazarının merkezi Kızılay ve Ulus'tu
İşyerimiz İnkılap Sokak'ta, evimiz ise Bayındır Sokak'ta idi. Aralarında sadece bir bina vardı.
Dolayısıyla evden de işten de çıksam, yolum mutlaka bu iki av bayiinin önünden geçiyordu.
O denli meraklıydım ki, bireysel satıcılar (!) benim işyerime kadar uğrar, en azından bir çayımı içerlerdi.
Dolayısıyla çok güzel ve çok özel silahlara sahip oldum.
Ayda en az iki kere, onları salonun ortasına serdiğim büyük bir bezin üzerine yatırır, temizler okşar, öper, koklar ve yerlerine kaldırırdım.
Delicesine bir tutku ile silaha karşı bir sevgi duyduğumu söyleyebilirim.
O günden bu güne sadece 7 adet silahım kalmış. (Şimdi (!) gidip saydım)
5-6 seneden bu yana, varlıklarının farkında bile değilim.
Benim için değerleri "hemen hemen kalmadı" dersem, "çok da yanlış bir tanımlama olmaz" diye düşünmekteyim.
Var sayalım ki bir an için bu yazıyı ülkedeki tüm avcılar okumuş olsun.
%90'nının -içlerinden de olsa- en hafif tanımlama ile "vah vah vah" dediklerini duyar gibiyim.
Öğrenmeye ve değişime, karşı çıkanların sesleri, artık benim için bir bilinmez değil.
Bahadır / Argynnis pandora
Çamlıdere / 2009
Yine geçmiş yıllara ait bir kaç şey söylemek istiyorum. Çünkü geçmişi bilmezsek geleceği planlayamayız.
1970 yılının başında, avcılar için Ankara'da geçerli bir tek kriter vardı.
Kim çok vuracak!
-!..
Bu kriteri kim koydu?
Bu sorunun somut bir yanıtı olmasa da sebebini sorgulama yöntemi ile tespit edebiliriz.
O tarihlerde avcı sayısı az, olanaklar sınırlı, yabanhayvanı sayısı ise oldukça fazla idi.
Avcıların pek çoğu gittiği ava göre uygun olmayan namlu -şok- kullandığı gibi, yanlış saçma da kullanırdı.
Örneğin Şemdinli'de yedek subaylığımı yaptığım sıralarda Van'da bir av bayiinden -hırdavatçıdan- 7 veya 9 numara saçma almak istemiştim. (fişeğimizi kendimiz yapardık)
Bana "burada kekliğe gidilir, sadece 4 numara ve 01-02-03 saçma var" demişti.
Bu denli yanlış bilgiden sonra "vurmak" doğal olarak maharet sayılacaktı.
Diğer taraftan avcı, kaynakların asla bitmeyeceğine inanmanın yanı sıra, avlanma hakkının sınırlarını da kendisi belirliyordu.
Üstüne üstlük 1937 yılından kaleme alınan Kara Avcılığı Kanunu 1970 yılının ihtiyaçlarına cevap verebilecek nitelikte değildi.
Denetim olmadığı gibi, "teşvik ve tahrik" vardı.
Dolayısıyla "bu rüzgara kapılmayanımız kalmamıştı" diyebiliriz.
Ne zamana kadar?
İlk avcılık kursunu açana kadar...
Yıl 1998
Bu tarih, doğruları bulma yönünde atılan ilk büyük adımdır ve en azından az sayıdaki avcı (!) için Milad olarak kabul edilebilir.
Sarı Azamet / Colias croceus
Çamlıdere / 2009
Bu ve bunu takip eden yılların ardından bir konuda büyük bir yanılgı içine düştüm.
-!..
Ben zannediyordum ki "doğrular bulundu, problem de bitti." "Asla bu yoldan geri dönüş olmaz." diye düşünmüştüm
İnsan faktörünü göz ardı etmişim. Örneğin bana göre (hala) "herkes iyidir" dolayısıyla yanlış yapmaz!
Öyle değilmiş. O Milad sadece az sayıdaki avcı için geçerliliğini koruyor.
Kısacası bu günleri eski ile kıyaslayacaksak "aynı tas, aynı hamam" diyebilirsiniz.
Çok kısa zamanda "menfaatin bileğinin asla bükülemeyeceğini " de anladım.
Hepsinden acı olan da buydu.
Küçük Esmer Peri/ Hyponephele Iycaon
Çamlıdere / 2009
Zaman içinde yaşamın bir parçası olan ölüm ile yüzleşmek durumunda kaldık.
Aile fertlerini, yakın dostlarımızı ve dost bildiklerimizi (!) kaybettik.
Zamansız olanların acısı daha fazla oldu.
Böylesi hallerde ister istemez insanı -bir süre için de olsa- düşünmeye sevk ediyor.
Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Niçin varım?
Tabii ki en zor ve en korkutucu olan soru ise "Ne zaman gideceğim?" şeklinde olanı.
Bu sorunun cevabını "yarın" olarak kabullenmek "pek çok sıkıntıyı beraberinde götürüyor" diye düşünüyorum.
Bu ve benzeri sorgulamalar sonunda benim hasıl edebildiğim düşünce "İçene düştüğüm yanlışlara bir başkası düşmesin. Ben acı çektim, bir başkası çekmesin." şeklinde.
İşin özü bu...
Aglais / Aglais urticae
Kanadın açık ve kapalı hali
Çamlıdere / 2009
Zaman içinde "ilkeleriniz varsa, yalnız kalmanız mukadderdir" şeklindeki bir gerçekle yüz yüze kaldığınızı fark ediyorsunuz.
Diğer yandan tek başına olmanın, ödün vermemenin inanılmaz bir keyfi de var. Bunun sonucu olarak "güven duygusu" had safhaya çıkıyor.
Ölümlü olduğunun idraki içinde olan, kime, ne için ödün versin ki?
Alıç Kelebeği / Aporia crataegi
Çamlıdere / 2009
Yaklaşık olarak 3 seneden beri ilkbahar ve yaz aylarını Çamlıdere'de geçiriyorum.
Kelebek ve böcek fotoğrafları için ilkbahar ve yaz ayları çok verimli olurken, manzara için en uygun zaman dilimi ise sonbahar.
Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi Çamlıdere'nin 39 köyünü defalarca ziyeret ettim. Az sayıdaki yerli halkın dışında hiç kimsenin uğramadığı yayları var. Uzunburun Yaylası'na, Ozmuş köylülerinin bile uğradığı şüpheli!
Aklıma Çamlıdere ile ilgili bir kitap yapma fikri geldi. O kadar çok fotoğraf çektim ki...
Bu düşüncemi yeri geldi seslendirdiğimde, ilk anda yakın çevremden olumlu tepki aldım.
Evrensel doğruların peşinde olmak,
Kalıcı bir şeyler yapabilmek,
Kime keyif vermez!
Üç kere evimde toplantı yaptık.
Sonuç!
-!..
Kanaatim odur ki, lafın bittiği yerde iş başa düşünce, her birimizin kendine göre bir mazereti oluyor!
Yazık ki ne yazık...
Bu toplantılar sırasında "Çamlıdere için başka ne yapılır?" şeklindeki bir soruya, hayal ettiğim bir diğer düşünceyi seslendirdim.
Çamlıdere ve yakın çevresi yabanhayatı açısından çok zengin.
Soğuksu Milli Parkı ile sınır komşu.
Bu özelliklerinden dolayı "Çamlıdere'de 'yabanhayatı enstitüsü' veya 'araştırma merkezi' kurulmalı diye düşünüyorum" dedim. Başka bir ad altında da olabilir. Önemli olan işlevi...
2-3 dönüm arazi üzerinde, en az 500 metre kare üzerine 2 katlı bir bina hayal ediyorum.
Alt katında en az 100 kişilik bir toplantı salonu. Daha büyük de olabilir.
Örnek, Mersin İl Çevre Müdürlüğü toplantı salonu
Düzgün bir yemekhane,
Sn.Ömer Kıraç - Sn. Hasan Saday
Mersin
Ve sekreterya hizmetlerin verilebileceği bir yapılaşma...
Üst katta kütüphane, arşiv ve laboratuvar.
İletişim sağlamaya dönük en az 4-5 bilgisayarın bulunduğu bir bölüm.
Ayrıca bu binadan bağımsız olarak arazi üzerinde en az 10 kişiyi istihdam edebilecek 10 ayrı odadan müteşekkil bir misafirhene...
Nasıl? Hayalimi gözünüzün önünde canlandırabiliyor musunuz?
İşin uzmanı mimarlara amacımızı ayrıntıları ile anlattığımızda çok daha iyi bir proje ile karşılaşacağımızdan hiç şüphem yok.
"Hayal etmek kolay, katkın ne olacak?" sorusunun yanıtlamak isterim.
Bu merkezin ihtiyacı olan kitapları ben temin edeceğim. Yaklaşık olarak 5.000 den fazlası hazır.
40 seneyi aşan bir süre içinde oluşturabildim.
Bunların dışında yabanhayatını doğrudan ilgilendiren 600 civarında seçilmiş kitaplardan oluşan bir kolleksiyonum daha var.
Bu gruba dahil kitapların sayısı her geçen gün artıyor.
Aşağıdaki kitapları U.S.A'dan yeni getirttim.
Gelecek olanlar var.
Anlatmak istediğim odur ki, öyle bir kütüphane yapabiliriz ki, sonuçta araştırmacıların tüm ihtiyaçlarını karşılamış oluruz.
51 yıldır fotoğraf çekiyorum. Hatırı sayılır bir arşive sahibim. Benim gibi bir çok doğaseverin de benzeri birikimleri olduğundan hiç şüphem yok.
Neden bunlar bir araya getirilmesin ki!
Bu bölümün yönetimini Sn.İsmail Haykır'a verin...
Sn. Aykut İnce'yi istihdam edin...
Dünya size hayran kalsın.
Takım: ODONATA / Agrion pulchellum
Çamlıdere / Dörtkonaklar - 2009
Şimdi dikkat!
Bu duyguyu sadece ben yaşamıyorum. Bu sadece benim arzum değil.
Bu yolu açabilirsek, neler olacağını hep beraber göreceğiz.
Örneğin. Sn. Ali Kozanoğlu'nun da çok özel bir kütüphanesi var.
O da benim gibi düşünüyor.
Onun yakın arkadaşları da...
Kısa sürede sonunda oluşacak kütüphane, inanın bana dillere destan olabilecek bir nitelikte olabilir.
Öncelikli sorun, işin patronajının nasıl oluşacağı yönünde!
Daha basit bir anlatımla, bu merkez nasıl kalıcı olabilir?
Sürekli olarak nasıl geliştirilebilir?
Bence, arzu edilenin tam aksine çok başlı bir idareye ihtiyaç var!
Çok başlı olmalı ki, birisi (!) aklına estiği gibi davranamasın!
Yani başta Çevre ve Orman Bakanlığı, olmak üzere ülkede var olan tüm orman fakülteleri, üniversitelerin biyoloji bölümleri, yabanhayatı ille ilgili sivil toplum kuruluşları ve doğal olarak Çamlıdere Belediyesi, bir şekilde işin parçası olabilmeli.
İşin içine asla siyaset girmemeli. Tüm korkum bu yöndedir.
Bu kurumlar bir araya gelirse dillere destan bir enstitü kurmanın yolu açılmış olur.
İlgili fakültelerin yabanhayatına dönük lisans ve lisans üstü çalışmaları için çok hoş bir ortam yaratmış oluruz.
Bu merkezde oluşturulacak bir program çerçevesi içinde çalışma yapacak insanlar için en az 15 gün yatılı kalma imkanı sağlamak, çalışmaları kolaylaştırdığı gibi inanıyorum ki özgünleştirecektir de...
Bu projenin gerçekleşebilmesi hiç de zor değil.
Çevre ve Orman Bakanlığı'nın dünya kadar arazisi var. Hatta, hazırda boş binası bile olabilir.
Saymış olduğum kurumlar bir araya gelebilse enstitüyü kurmak en fazla bir yılımızı alır.
Zaman içinde avcılıkla ilgili etnografik anlamda bir müze kurmak, zannedildiğinden çok daha kolaydır.
O müzeye armağan edebileceğimiz o kadar çok şey bulunabilir ki...
İnanıyorum ki bu konuda avcılar, kısa sürede işi bir yarış haline getirecektir.
Asıl yarış (!) bu alanda olmalıdır!
Sonuçta:
Çevre ve Orman Bakanlığı, yabanhayatının idaresi hususunda son sözü seslendirirken aldığı kararlara dayanak olarak sunabilecek ciddi bir oluşumun önemli bir parçası olacaktır.
Aksi halde "Zehirleriz" olmadı "kuyruk getirene üç beş veririz" şeklindeki bilimsel öneriler (!) yüzünden yıpranacağı kaçınılmazdır.
Bunun dışında;
Çamlıdere karlı çıkacaktır. Eşi olmayan bir yapının ev sahibidir.
Üniversiteler karlı çıkacaktır. Mensuplarına eğitim adına büyük bir kolaylık sağlanmıştır.
Yaşamını, yabanhayatının iyileştirmesine adamış pek çok doğa sever, kuruma kendine göre kişisel zenginliklerini bağışlarken, gelecek kuşaklara çok büyük bir armağan sunmanın mutluluğunu yaşama fırsatı elde etmiş olacaklardır.
Ne düşünüyorsunuz? Bu hayali gerçekleştirebilsek sizce de iyi olmaz mı?
Buyurun o zaman...
Sizleri dinlemek isterim...
Ah ki ah!
Prof.Dr.Uçkun Geray'ı gel de şimdi anma!
Bu yaklaşıma nasıl destek verirdi bi bilseniz...
Nur içinde yat Sn. Hocam.
Sarı Bantlı Kadife /Nymphalis antiopa
Kızıcaören Vadisi / Kızılcahamam - 04 Ekim 2009
Ölüm ve yaşam birbirlerine o kadar yakın ki...
"Birşeyler yapabiliriz" demek istiyorum...
Yoksa!
Yoksa, aklı bir karış havada,
Sapla samanı ayırd etmekten uzak bir nesil,
Yaşamın değerler manzumesini alt üst etmek için olanca hızı ile aramıza katılmaktadır.
30 sene geriye dönmek istemiyorum.
-!..
Ne kötü bir dünya bu; sevgisiz, acımasız
Yaşarken dolu dizgin, ölüvermek apansız
Sen, en güzel yerinde olsan bile yaşamın
Alırlar, götürürler bir yerlere zamansız
Bütün o sevdiklerin, dostların, yakınların
Koyup giderler seni orada yapayalnız
Çalkalanır gidersin kapkara bir boşlukta
Ne sevinç, ne de keder; artık her şey anlamsız
Hakkın yok üşümeye, ağlamaya, gülmeye
Unutma! ölüsün sen, boş bir kalıpsın cansız
Her şey geride kaldı, ne sandın yalan dünya
Gördüğün gibi işte; bir ölüm var yalansız.
Ümit Yaşar Oğuzcan
06 Ekim 2009 / Ankara
Mehmet Emin Bora
Not:
Kelebek ve böcek tanımlamalarında uzman olmadığım için hata yapmış olabilirim. İkazınız olusa sizin adınıza düzeltirim. Bu zahmetiniz için de şimdiden teşekkür etmek isterim.