Eşşeğe Su Ver!
Ramazan Bayramı'na 3 gün kala Kızılcahamam üzerinden Çamlıdere'ye gittim.
Her zaman yaptığım gibi yol boyu ağırlıklı olarak ülke genelinde yaşanan sıkıntıların ana nedenleri üzerine düşünme gayreti içinde oldum.
Bu sorunun odak noktası nedir? Bunu tek kelime ifade et deseler "Eğitim",
"Bu hangi sonucu doğurur" denildiğinde ise "Beşeri sermaye eksikliğini" derim.
Her şey insanla başlıyor, insanla bitiyor. Bunları düşünmekten, empati yapmaktan, zaman zaman yorulduğumu fark ediyorum. Allahtan şimdilik düşünürken dudaklarım oynamıyor ama "yakındır" diye düşünmüyor değilim.
Bu bağlamda Kızılcahamam'a doğru bir yandan yol alırken, son günlerde manşetlerden düşmeyen haberler geliyor aklıma!
Koskoca bir ülke sadece bir cinayeti konuşuyor! Hem de 6 aydır.
Yatıyor kalkıyor, konuşuyor.
Süreç sonunda zanlı yakalanıyor.
Haber sonlanacak zannederken tam aksine haber ivme kazanıyor.
Ana haber bültenlerinde tüm kanallar sanki söz birliği yapmış gibi cinayetin ayrıntılarını didikliyorlar.
Muhabirler Sir Arthur Conan Doyle tarafından oluşturulan hayali dedektif Sherlock Holmes, edasında!
Bozuk Türkçeleri ile her cümleyi iki kere tekrarlayarak anlatınca, tansiyonum doruğa ulaşıyor.
Aslında öldürülen bir kişi. Bu cinayet, ilk olmadığı gibi son da olmayacak.
Bu tespitimden "acıyı küçümsüyor" kanaati hasıl olmasın. Ama işin dozunun kaçtığı da bir gerçek.
Sel baskınlarına ne diyeceksiniz?
Biri bitti derken, bir diğerinin haberi geliyor.
Hollanda deniz seviyesinin altında bir ülke. Orada sel, baskını neden olmuyor?
Onlar Okyanus'u durduracak devasa çelik kapılar yaparken, biz bir derenin oyuncağı oluyoruz!
Aynı yüzyılda yaşıyoruz!
Bir cinayet için 6 ay boyunca ülkenin gündemi 24 saat işgal edilirken, aynı sürede 3.000 kişi itrafik kazalarında can veriyor.
Hiç kimsenin kılı bile kıpırdamıyor!
Eğitim bağlamında trafik haftası için ayrılan süre yılda sadece bir hafta!
25 haftadır cinayetle yatıyor cinayetle kalkıyoruz.
Bu bayram (!) sadece 3 gün içinde 99 vatandaşımızı kaybederken 441 vatandaşımız yaralandı!
Belki de ömür boyu sakatlığa mahkum oldu... Yaşadığı ruhsal travma! Onun kalıcı izleri!
Sizce hangisi daha önemli!
Düşünüp sorgulayalım mı?
Düşünmeden konuşalım mı?
Tam bunları düşünürken yoldaki bu reklam panosu dikkatimi çekiyor!
Siz ne düşünüyorsunuz?
Toplumun içine düştüğü algı yanılmalarının altında yatan sebep yanlış koşullanma olabilir mi?
Bu slogan ne derecede doğru?
Referans olarak kabul edilebilir mi?
-!..
Kahrolası (!) sorgulama alışkanlığım hızla devreye giriyor.
Kurgum aşağıda. Paylaşmak isterim.
Varsayalım ki aynı zeka düzeyine sahip olmanın yanı sıra, aynı seviyede eğitimi ve birikimi olan 3 kişiyi bir an için denek olarak bir araya getirdiğimizi düşünelim.
Deneklerden ikisini aynı odada "oda olmaz" derseniz aynı şehirde ikamete mecbur tutarken, üçüncüsünü de "ora senin bura benim" diye zorunlu bir dünya seyahatine çıkarttığımızı varsayalım.
O, dünyayı dolaşırken aynı şehirdeki iki kişi, sürekli olarak sadece birbirleri ile konuşsun.
Yine var sayın ki aradan da 3-5 sene gibi geçen uzunca bir süre sonunda bu kişileri bir araya getirsek, ve sizlere sorsak!
Bu üç kişiden hangisi çok bilir?
-!..
Seçenekler sadece bununla sınırlı değil ki!
Çok okuyup çok gezen olamaz mı?
Bilginin kaynağı konuşmak olabilir mi?
-!..
Sn. Emre Kongar "Sözlü kültür aşamasından yazılı kültür aşamasına geçemedik" der.
Kahve muhabbeti belimizi kırdı. Kolay, ucuz ve sıradan....
Son üç sene içinde yılın yarısına yakın bir zamanını Çamlıdere'de geçiriyorum.
Bu süre içinde Çamlıdere'nin 39 köyünü defalarca ziyaret ettim. 5 kere 10 kere gittiğim köyler var.
Hemen hemen tüm yaylalarını gördüm.
Ayak basmadığım orman yolu kalmadı.
Binlerce fotoğraf çektim. Hepsini arşivledim.
Yüzlerce kişi ile sohbet etme fırsatım oldu.
Sonuç!
Karşılaştığım tablo hüzün vericidir.
Örneğin:
Başkente 100 Km mesafedeki bu ilçede, bir adet ticari taksi yoktur.
Başkente 100 Km mesafedeki bu ilçede, saat 20:00 den sonra yemek yenecek yer yoktur.
Başkente 100 Km mesafedeki bu ilçede, bir tek diş hekimi yoktur.
Başkente 100 Km mesafedeki bu ilçede, özel muayenehanesi olan bir tek doktor yoktur.
Başkente 100 Km mesafedeki bu ilçede ele gelir, dişe dokunur hiç bir üretim yoktur.
Başkente 100 Km mesafedeki bu ilçede doğrudan dağıtıcı olan bir gazete bayii yoktur.
Başkente 100 Km mesafedeki bu ilçede bir tek kitapçı yoktur.
Başkente 100 Km mesafedeki bu ilçeden 4 yıllık bir üniversiteyi kazanan bir tek öğrenci yoktur.
Ama!
Başkente 100 Km mesafedeki bu ilçede GSM kullanıcısı çoktur.
Cep telefonu kullananların pek çoğu, telefonuna kontör yüklemeyi bilememektedir.
Sabit telefonun numarasını çevirmekte zorlananlar vardır.
Sn. Ömer Erkaya'nın engin sabrı ve hoşgörüsü olmasa, Çamlıdere'de yaşam bir çok kişi için çok daha zor olacaktır.
"Eşşeğe su ver!.."
Telefonu, köydeki yakınına "eşşeğe su ver" diyebilmek için kullananlar vardır.
Kadim dostumuzun Alexander Graham Bell'in keşfinden dolayı doğrudan faydalanma olanağı olmasa da, sahibini bu yakın ilgisinden dolayı "memnun" olduğunu düşünüyorum.
Habertürk programında Sn.Fatih Altaylı ile söyleşi yapan Sn.Haydar Dümen "Nallı Fatma" tabirini kullandı.
Acı ama gerçek!
Siz ne düşünüyorsunuz?
-!..
Bu geri kalmışlığın arka planında ne yatıyor?
Nasıl ortadan kaldırılabilir?
Yıl 2009 yakacak hala en ilkel yolla ormandan temin ediliyor.
Hayat standartları o denli düşük ki bu yola "Çok şükür yolumuz var" diyebiliyorlar.
Önce bir şeylerin altını kalın çizgilerle çizmek isterim. Var olan bu durum yakın zamanın sorunu değildir.
50'li yıllara kadar gitmek lazım. Sorun köklü ve büyüktür.
Ama her şeye rağmen ortada bir "problem varsa" ki öyle görünüyor bir de "çözüm var" demektir.
Dolayısıyla karamsarlığa da gerek yoktur.
Problemin varlığını kabul etmek, çözüm için atılacak ilk adımdır.
Aksi halde başkente 100 km mesafedeki bu ve benzeri yapıya sahip ilçeler daha uzunca bir zaman aynı yaşam koşullarını paylaşacaklar ve bu hali "kader" diye algılayacaklardır.
Çünkü uzun yıllar içine yaygınlaştırılan öğreti bu yöndedir.
Düşünebiliyor musunuz büyük bir spor kulübünün önde gelen yöneticilerinden biri, geçmişteki başarılarının "dua" marifeti ile olduğunu söyleyebilmektedir. Pes doğrusu.
Bu düşünceler içinde Kızılcahamam'a geliyorum.
Kızılcahamam'da tanıdığım bir döşemeci arkadaşım var. Araba hareket halindeyken, camdan fotoğraf çekebilmek için, içi ay çekirdeği dolu bir torba yaptırmak istiyorum.
Çekim sırasında objektife destek sağlasın diye.
Alta gelen kısım torbanın kaymaması için lastik ağırlıklı bir malzeme olması lazım. Halıların altına serdiğimiz malzeme gibi.
Bu düzenek -yanlış anlaşılmasın- sürücü için değil. Tele objektiflerin ağırlığı, insanları bu yönde bir çözüm arayışına yöneltmiş. Çeşitli kitaplarda "Çekim teknikleri?" başlığının altında bu tarif veriliyor.
Araç içinde tripod kullanılamayacağı için "iyi bir fikir" diye düşünüyorum.
Torba 4 kg çiğ ayçiçeği alıyor. Ortada kalan kısma elyaf sıkıştırdık.
75x50 cm
Torbanın yapımı 1 saate yakın bir zaman alıyor. Yaklaşık olarak 80 TL gibi bir maliyeti oldu ama çok iş yapacak gibi görünüyor.
Tekrar yola düşüyorum. Aklıma son aldığım kitap geliyor.
Kitap çeşitli internet sitelerinde aşağıdaki tanıtım yazısı ile sunuluyor.
"20 yıllık yoğun emeğin ve bilimsel birikimlerin bir ürünü olan bu eserin hazırlanabilmesi için, yaklaşık 75.000 km. kat edilerek Türkiye'de yetişen ve ulaşılabilen Orkide türleri ortalama 70.000 diya (slayt) ile belgelemiştir.
Bu eserin, doğaseverlere, botanikçilere, çevre konusunda etkili politikacılara ve bizzat doğanın korunmasıyla yükümlü yetkililere Orkidelerin olağanüstü güzelliklerini ve muhteşem doğasını yakından tanıtacağı ve onlara hem doğaya hem de bu bitkiye karşı daha bilinçli değer yargıları ve farklı bakış açıları kazandıracağı açıktır. Sunulan eser, Türkiye'de Orkideler için "alarm zilleri"nin eskiden beri çalmakta olduğuna dikkatleri çekmekte, çok ince uyarıları ile bizleri ve tüm yetkilileri göreve çağırmaktadır. Salep, dondurma, vb. ürünlerde kullanılmak üzere Türkiye'de her yıl yaklaşık 120 milyon Orkide yumrusu toplanmakta, dolayısıyla tahmini 120 milyon Orkide çiçeğinin kökü kurutulmaktadır.
Geçmişten beri süregelen aşırı ve bilinçsiz faydalanmalar nedeniyle pek çok Orkide topluluğu yetişme ortamlarından bir bir uzaklaşmaktadır. Oysa etkileyici güzelliklere sahip bu bitkilerin bazıları öylesine enderdir ki, dünyada yalnızca Anadolu'daki tek bir alanda ve sadece birkaç öbek halinde yaşamaktadır. Ne yazık ki çoğumuz Türkiye'de yetişen doğal Orkidelerin ve onların hazine değeri taşıdığının farkında olmaktan uzağız. Bu endemik türleri tanımak, onlara sahip çıkmak ve korumak, kanımızca Türkiye'yi seven tüm insanların en temel görevlerinden biri olmalıdır."
Aklıma avcılara verdiğim dersler sırasında sık sık orkidelerin ekonomik değerinin yanı sıra bunların gelecek kuşaklara aktarılması gereken önemli değerler olduğunu anlatmam geldi. Bu yöndeki bilgileri ilk defa duyan, avcılığın sadece ele geçirmek eyleminden ibaret olmadığını öğrenen pek çok avcı kardeşimin o zamanki ilgileri hala gözlerimin önünden gitmez.
Pursaklı, Gölbaşılı, Etimesgutlu Nallıhanlı, avcı kardeşlerim! Sizlere geçmişte yaşadığımız birliktelik sırasında sergilediğiniz içtenlikten ve katkılarınızdan dolayı, yeri geldi bir kere daha teşekkür etmek isterim. Sağ olun var olun.
Kitaba geri dönmek isterim.
Yapanların ellerine kollarına sağlık. Ne çok emek! Örnek bir çalışma.
Tekrar tekrar teşekkür etmek isterim. Sağ olun var olun.
Gelelim kitap-avcı ilişkisine
Bu ülkede 300.000 den fazla avcı (!) var.
Bu kitabın yayınlandığını kaç avcı biliyor?
Bu kitapla avcılık arasında bire bir ilinti olduğunun farkında olan kaç avcı var?
Kaç avcı bu kitabı satın aldı?
-!..
- 3-5
-!..
- 1-2
-!..
Yabankeçisini avlayabilmek için 3-5 milyarı gözü kapalı ödeyebilen yüzlerce avının olduğunu resmi yayınlardan öğrenebiliyoruz.
Bu avcılardan kaç tanesi bu kitaplardaki orkidelerin farkında!
Kaç tanesi anılarını kaleme alırken orkidelerden bahsetti?
Hangimiz bu orkidelerden 10 tanesinin adını sanını yaşadığı yöreyi biliyor?
Neden bu konulara ilgi duymayız?
Teknolojin avcılara sağladığı ezici üstünlükle yabanhayvanlarını yaraladığı için mutluluk duyan, çok sayıda yaban domuzu avladığı için ödüllendirilen avcıların yabanhayatının temeli teşkil eden floraya karşı en ufak bir ilgi duymamalarını neye bağlıyorsunuz?
Eğitim eksikliği olabilir mi?
-!..
Avcı, kayda değer bir şeyler okuma yerine sıradan vurdu-kırdı öyküleri okuyor.
Artmıyor! Artamıyor!
Ödüllerle şişirilen egoların gaza gelen (!) dışında kime ne faydası var ki?
-!..
İnternet üzerinden bir mektup aldım. Paylaşmak isterim.
Belki, bahse konu problemleri çözme yolunda faydası olur diye düşünmekteyim.
Okuyalım.
Cornell University'de görevli psikologlar Justin Kruger ve David Dunning'in tarihe geçmelerine vesile olan bulguları, yani "Dunning-Kruger Etkisi" adıyla literatüre geçecek olan teorileri de, Türk sağduyusunun yüzyıllardır "cahil cesareti" dediği şeydir aslında.
Journal of Personality and Social Psychology'nin Aralık-99 sayısında yayımlanan teorileri özetle, "cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır" der.
Metin çözme, araç kullanma, tenis oynama gibi çeşitli alanlarda yapılan araştırmaların sonucunda şu bulgulara ulaşılmıştır:
- Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
- Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
- Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
- Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.
İki uzman daha sonra, bu teorilerini test etme fırsatı da buldular. Cornell Üniversitesi' nden 45 öğrenciye bir test yaptılar, çeşitli sorular sordular. Ardından öğrencilerden "testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını tahmin etmelerini" istediler.
En başarısızların (yani sadece yüzde 10 ve daha az doğru cevap verenlerin), testin yüzde 60'ına doğru cevap verdiklerine, ayrıca iyi günlerinde olsalar yüzde 70'e ulaşabileceklerine inandıkları ortaya çıktı.
En iyilerin (yani en az yüzde 90 doğru sonuç alanların) en alçakgönüllü denekler olduğu (soruların yüzde 70'ine doğru cevap verdiklerini düşündükleri) görüldü.
İki uzman psikolog bu bilinçsizliği, "kronik kendi kendini değerlendirme yeteneksizliğine (auto-evaluation)" bağlıyorlar. Çalışan, kendi kapasitesini değerlendirmekten ve eksikliğini teşhis etmekten acizdir. Ama asıl vahim olan, bu "yetersizlik+haddini bilmeme" kokteylinin, mesleki açıdan, karşı koyulmaz bir itici güç oluşturması. Kariyer açısından bir eksiyken, artıya dönüşmesi.
İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan "yetersiz", kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayacaktır. Aksine bunu bir "hak" olarak görecektir. "Uyanıklık" bilecektir.
Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar ise çalışma hayatında "fazla alçakgönüllü" davranarak kendilerine haksızlık edecekler, öne çıkmayacaklar, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmayacaklar, kıymetlerinin bilinmesini bekleyecekler (ve bilinmeyince için için kırılacaklar ve kendilerini daha da geriye çekecekler) ve muhtemelen üstleri tarafından "ihtiras eksikliği" ile suçlanacaklardır. Üstleri de zaten, genelde "aynı yoldan geçmiş" insanlardır.
Kırlangıçkuyruk / Papilio machaon
Çamlıdere /2009
Yukarıdaki yazıyı okuduktan sonra çevrenizi değerlendirirken daha seçici olacağınızı düşünüyorum.
Konuşarak mı artıyoruz, okuyarak mı?
!..
Yalanlamak ve reddetmek için okuma
İnanmak ve her şeyi kullanmak için okuma
Konuşmak ve nutuk için de okuma
Kıyaslamak ve düşünmek için oku
Francis Bacon
26 Eylül 2009 / Ankara
Mehmet Emin Bora