Fotoğraf İnsan ve An


Zaman olur ki insan

Tek satır yazamaz doğrusu

Bir türlü çıkmaz akıldan

Zülfiyare dokunmak korkusu

                                  Nekrasov (1821 - 1878 / Rus Şair)

Telefonun diğer ucundaki ses, İsmail Haykır'ın.

- Çarşamba günü akşamı Kapodokya'ya gidiyoruz" dedikten sonra hemen ilave ediyor, "Bosna Hersek'li ünlü fotoğrafçı Amer Kapetanovic'de bizimle beraber olacak. Saat 20:00 de FSK'nın önünde buluşacağız. Minibüs ile gideceğiz. Gruba sizi de yazdık."

-!..

Davet çok cazip ama çok uzun zamandan beri toplu taşım araçlarına binemiyorum.

Kapris değil, klostrofobi!

Hareketlerim kısıtlandı mı! Gelenler geliyor.

Uçakla yaptığım yolculuklar sırasında eğer tavan basıksa, hele hele iki kişinin arasına da düşmüşsem vay başıma gelenler!

Önce terliyorum, sonra da kalp atışlarım hızlanıyor.

3 sene evvel yoğun bel ağrısı çektiğim dönemde, değil emara girmek, makinenin olduğu binaya girince neredeyse bayılma aşamasına geliyordum. Hoş bayıldığım da oldu ya...

Bu işin sonu nereye varır?

Bilemiyorum ki!

Arabayla gruba takılsam! Bu fikri göz ardı etmiş değilim.

Ama bu sefer de yol boyu yapılacak olan "fotoğraf muhabbetini" kaçıracağım. Halbuki "öğrenmem gereken çok şey var" diye düşünüyorum.

"İki ara bir dere de kalmak" deyimi böylesi haller için söyleniyor olmalı.

Çare yok, bile bile bu sıkıntıyı yaşayacağım.

Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

Önceden söylendiği gibi oluyor. 03 Haziran Çarşamba akşamı saat 19:00'da FSK'nın önünde buluşuyoruz.

Minibüs gelmiş, gelmiş de...

İsmi ile müsemma!

Gerçekten mini.

Nasıl sığışacağız ki!

Prova yapmak gerekiyor.

Misafirimiz 150 kg ve 2.05 m.

      

Buna karşı seçenekler sınırlı sayıda. Yapacak çok da bir şey yok. Kısa yoldan çözüme ulaşıyoruz.

Önde tek başına Amer Kapetanovic' oturacak.

Bana, en arka sıra ve dip köşe düşüyor.

Gece yolculuğunu bu haşat araba ile yapacağız.

Düşüyoruz yollara...

4 saate yakın bir zaman sonunda Ürgüp'e varıyoruz. Arabadan nasıl çıktığımı hatırlamıyorum bile.

Nasıl yattığımı da...

Son duyduğum söz: 04:30 da kalkıp, gün ağarırken balonları fotoğraflayacağımız.

Neden Ankara'dan daha erken bir saatte yola çıkmadık?

Bunu hala anlamış değilim.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel, en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde

Zor bir gece geçirdim. Büyük söylemek istemiyorum ama bu mutlaka "son" olmalı...

Deniz tutması gibi bir şey! Sabaha kadar yatak sallanıyormuş gibi bir duygu yaşadım.

Şimdi saat 05:00

Kafamı otel odasından dışarı çıkardığımda, İsmail Haykır'ı "seferi" durumda gördüm.

Ne zaman kalktın be adam? (Daha sonra öğrendiğime göre hiç yatmamış!)

Boynunda makinesi, neredeyse start aldı, alacak gibi...

Sessizce birbirimize "günaydın" dedikten sonra:

M.Bora - Amer Kapetanovic' kalktı mı?

İ.Haykır - Bilmem, uyuyordur herhalde.

M.B -!

İ.H - Hadi Mehmet Abi biz gidelim güneş neredeyse doğacak. Bu saatte tepede olmamız lazım.

M.B - Tamam, hemen geliyorum.

Hızla giyinip dışarı çıktığımda İsmail Bey ortada yok. Sağa sola bakınırken o tepeye çıkmış uzaktan bana "gelsene" diye el sallıyor!

Bu hiç alışmadığım bir hal. 40 sene önde hep ben oldum. Yürüyüşte geride kalmak, bana uygun bir durum değil.

Bir yandan bu mealde içimden söylenirken, bir yandan da fotoğraf çeke çeke yukarı doğru tırmanıyorum.

Neyse ki sıkı bir tempo ile kısa bir süre sonunda İsmail Beyi yakalıyorum.

O da ne!

Ufuk hattında Amer Kapetanovic' var!

O çoktan işbaşı yapmış bile..

Birileri (!) uyuyor da, farkında değiliz.

Burada bir şeyin altını çizmek lazım. "Tutku" işte böyle bir şey...

İnsanın yüreği ile ilgili.

Görünen o ki, bu kocaman adamın ilgi alanı ile olan tutkusu da kocaman!

İşte ben bunu alkışlarım.

İşini ciddiye alan herkesi alkışlarım.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak, yani ağır bastığından..

Amer Kapetanovic'

Amer Kapetanovic'

Başlıyorum bu ünlü fotoğrafçıyı izlemeye...

Bu kare dikkatinizi çekti mi bilemiyorum ama Amer, çekim yaparken belden dönüyor!

Tıpkı profesyonel avcılar gibi.

"Anı" yakalamış!

Vakit kaybetmemek için ayakları sabit dururken, gövdenin üst kısmı sola dönerek objeye odaklanmış.

Şimdi "ne var yani, kaçan ne?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Ama inanın bana kaçan (!) hep var!

Önemli olan, sizin onu (!) görüp göremediğiniz.

Fotoğrafçılık ile avcılık arasında o kadar çok benzerlik var ki... Saymakla bitmeyecek gibi.

"Bir Fotoğraf Felsefesine Doğru" adlı kitabında Vilem Flusser bakın konuya nasıl yaklaşıyor.

(...) Bir kişiyi elinde fotoğraf makinası ile gördüğünüzde, bir tür avlanma davranışına tanık oluruz. Bunlar paleolitik çağda avlanan bir kimsenin hareketleridir. Fark ise fotoğrafçının oyununu çalılıklar yerine; yoğun bir kültürel nesneler ortamında sürdürmesidir. Onun avlanma davranışlarını da belirleyen bu içinde bulunduğu yapay ortamdır. Kültürel nesneler veya içinde bulunulan kültürel durum söz konusu davranışların bir belirleyicisidir.

(Hayalbaz kitap serisinden yayınlanan bu kitap avcılık ve fotoğrafçılık arasındaki benzerlikleri ve ilintileri öğrenmek isteyenler için hoş bir kaynak. Bence mutlaka okunmalı.)

Ben bunları düşünürken İsmail Bey'de kendi değimi ile "atışlara" başlıyor. Gündoğumu, fotoğrafçılar için çok özel bir an.

İsmail Haykır

İsmail Haykır

2 sene evvel balona binmiştim. Hazırlık aşamasında sepet içinde olduğumdan, o zaman sizlerle paylaşmak istediğim bazı kareleri elde edememiştim. Şimdi bu eksikliği gidermek için ben de işbaşı yapıyorum.

(Yazı ID no: 214 Kapadokya)  http://www.arpacik.net/guncel_detay.asp?id=214

Bir hafta evvel bir balonun sepeti, bir diğerinin balonunu yırttığı için üzücü bir kaza sonunda bir kişi hayatını kaybetmişti. Bugün de benzer bir hal yaşanacak diye çok korktuğumu söylersem pek de yanlış olmaz.

Bir anda varsınız, bir anda yoksunuz!

Bilinenden, bilinmeyene, beklenmeyene geçiş sürecini genellikle "an" diye tarif ediyoruz.

Yaşam, kişi tarafından kesintisiz bir süreç gibi algılansa da aslında birbirini takip eden "an"lar dizisinden oluşuyor. "Biteviye" geçen "anlara" "zaman" diyoruz. "Çok uzun zamandır..." diye başlayan cümlelerin pek çoğu, bir bıkkınlığın ifadesidir, genellikle bir halden şikayetin seslendirilmesidir.

"Bütün kış evden dışarı adamımı atmadım... Biliyorsun azıcık yürüsem bacaklarım ağrıyor" v.b içerik taşıyan öykülerin ana teması yek düzedir.

Böylesi bir hali seslendirirken, boynunuz bükülür, ses tonunuz da ağlamaklıya yakındır.

Neden?

Bence bizim insanımızın yaşlılığa dönük herhangi bir projesi olmadığından...

Hobisi olmadığından... Dedikten sonra daha pek çok tali sebebi kolaylıkla seslendirebiliriz.

Ama ben bu konuda Prof. Dr. Ali Demirsoy'un anlatımını tercih ediyorum.

Bakın bu çok değerli bilim adamı nasıl bir tespit yapmış.

(...) Her yaşanan gün bir önceki ya da sonraki günün aynı. Yaşamın kalitesi bir günü diğerinden ayıran özelliğinin olmasıdır. Tespih tanelerinde yer yer imame dediğimiz daha büyükçe yapılı taneler gelir, burada ya duraksarız ya da farklı bir şeyler söyleriz. Yaşamın akışında da imameler vardır ve bu imamelerin sayısı yaşamın kalitesini belirler. Bir insanın tespihinde ne kadar çok imame var ise, o denli zengin yaşıyor demektir. Bu imameler ise, yaşamın ve ilişkilerin çeşitlenmesi ile ilgilidir. Tek boyutlu insan bu imameleri en az taşıyan insandır; ister bilim adamı olsun ister sanatkâr olsun, ne olursa olsun…

İnsanlar yaşadıkça ihtiyarladıklarını sanırlar, hâlbuki yaşamadıkça ihtiyarlarlar. (İskoçya atasözü)

Nasıl? Bu tespite hayır demek mümkün mü?

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini,
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
Yahut da yine sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.

Bazıları" Gelir düzeyinin bu imkanları sağlamaya müsait olmadığından söz edebilir.

Ayda bir kitap bile okuyamamanın nasıl savunulduğunu, ancak bu insanlardan öğrenebilirsiniz.

Onların her zaman bir mazeretleri vardır ve hep olacaktır.

Halbuki adrenalin, "sıra dışı anlar"ın içinde saklıdır. Ortaya çıktığı kadar yaşama renk katar. Tabii ki "ölçüyü kaçırmamak" işin püf noktasıdır. Aksi halde, "o anı" anlatan siz değil de bir başkası olur ki, bu da üzücü olur.

An meselesi!

Avcılık, fotoğrafçılık ve benzer spor dallarını popüler yapan içinde barındırdığı "sıra dışı anlar"ın çokluğudur.

Uğraşının süresi ile heyecan arasında doğrudan doğruya bir ilişki yoktur.

Bir maçın 90 dakikası heyecanla dolu dolu geçerken, bir diğerini "bitse de eve gitsek" diye seyredebilirsiniz.

Maraton yarışması iki saate yakın bir zaman alsa da, çoğu zaman son 400 metresi heyecan verir.

Daha da önemlisi, böylesi bir heyecan yaşanırken aslında yüklendiğimiz rol edilgenlikten öte değildir.

Halbuki yaşmam sürecinde önemli olan, sizin koşunuzdur! Nasıl koştuğunuzdur!

Yani etkenliğiniz!

Bir anı, bir diğer andan farklı kılabilmek, renklendirmek, insanın yaşama bakış açısı ile doğrudan doğruya ilişkilidir.

"İcat çıkarma, otur oturduğun yerde" öğütleri ile beslenmiş bir toplumda, bu ve benzeri fikirleri değil paylaşmak, tartışmak bile beyhudedir. Genel yaklaşım "kader" ağırlıklı olduğundan, tartışmaya boyut kazandırma çabalarınızın karşılığında, küfür yemeniz de "an" meselesidir.

Bu hale "olsun" diyebiliyorsanız... Doğru yoldasınız demektir.

Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Orda daha ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

Öğleden sonra ağırlıklı olarak Amer Kapetanovic'in arzusu yönünde önemli ören yerlerini geziyor ve fotoğraf çekiyoruz.

Yolumuz Avanos'a düşüyor.

Seramik atölyesi görüntüleyeceğiz. Aslına bakarsanız ben de merak ediyordum.

Edindiğim bilgilere göre ham maddenin aslı olan toprak için aylık 100 TL civarında bir bedel ödeniyormuş.

3 usta, ayda 20.000 civarında toprak tencere imal edip toptan olarak tanesini 4.00 TL den satıyorlar.

Aynı ürüne, son satıcı 25.00 TL istiyor!

Görülen o ki üretici, her yerde olduğu gibi burada da eziliyor.

4 Tl!

Bu imalathaneden ayrılıp çarşı içinde bir diğerine gidiyoruz. Bu hem imalatçı, hem de parekende satış yapıyor.

Şahamettin Sızar

İzlenim odur ki, çalışan insanların kabiliyetleri, el becerileri yüksek.

Bundan hiç şüphem yok.

Ama, ortaya çıkan ürünlerin estetiği hususunda çok ciddi kaygılarım var!

-!..

Ben beni bildim bileli evimizde hep kedi olmuştur.

Halen Ankara'daki evimizde 2 kedi var. Çamlıdere ise 7-8 tanesi ile sürekli ilişki içindeyim.

Bu türü (!) beslemek henüz nasip olmadı!

Kıçı karanfilli kedi görmekten usandım artık.

Kütahya da böyle...

Orada ünlü bir seramik atölyesine gitmiş ve "yabankeçisi, yabankoyunu gibi avlanabilir av hayvanlarının seramik heykelleri var mı? diye sormuştum. "Olmaz mı?" dedikten sonra önüme koydukları kasaplık koyun figürünü görünce nasıl şaşırdığımı hala anımsarım. "Bu besi hayvanı, bunu istemiyorum" dediysem de bir türlü aradaki farkı anlamak istemediler.

İşin en üzücü yanı da bu.

(...)

Kulakları çınlasın, ünlü seramik ustası Sn. Sıtkı Olçar, bu sıradanlığı kabul etmediği için şimdi hak ettiği yerde.

(...)

Diğer yaratık ise neden kasım kasım kasılır! Onu da pek anlamış değilim.

-!..

Fes neyin sembolü?

Ne anlatılmak isteniyor?

Gizli bir sapkınlık!

-!..

Onlar bıyık bırakmıyorlar ki?

Öyleyse!

Ben bunu neden evime koyayım!

Anatomik ölçüleri gerçeği ile bire bir uyum sağlayan, yabanhayvanlarının seramik heykellerini yapmayı düşünen bir usta neden ortaya çıkmaz?

Bu çok mu zor?

-!..

Nevşehir Üniversitesi var mı?

Var.

Neden bu insanlara sanat danışmanlığı hususunda hizmet verilmez?

"İlgili bölüm yok" şeklindeki mazeretin kime ne faydası var?

Belediye ne güne duruyor ki? Bir sanat danışmanı istihdam etmek çok mu zor?

Yüzlerce otel var. Elbirliği yapsalar!

Uluslararası bir sempozyum düzenlense!     

Diyeceğim o ki, fotoğraf çekerken "ayrıntılar" sizin için birinci planda yer almaya başlayıca...

Her şeye takılıyorsunuz...

Bu eleştirel bakış açısı bir süre sonra sizi rahatsız edecek boyutlara ulaşıyor.

İçiniz kararıyor.

Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla beraber yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın arkasındaki dışarıyla.

 

Muhtelif alanlarda çekim yaptıktan sonra Ürgüp'e dönüyoruz. Hava çok sıcak ve saat fotoğraf çekimine uygun değil.

Bir ara soluklanmak için bir pastahaneye oturunca, farkında bile olmadan masada ilginç bir görüntü oluşuyor. İlgili firma görse çok mutlu olur diye düşünüyorum.

O sırada çep telefonum çalıyor. Arayan Çamlıdere'den komşum olan Erdal Tan Bey.

Malum hal hatır sorgulamasından sonra sözüne bir ara verip "Başınız sağ olsun Prof. Dr. Oğuz Güç'ü kaybettik. Cenazesi yarın öğlen namazında sonra Hacıbayram Camii'nden kaldırılacak. Haber vermek istedim" diyor.

-!..

Tabir caizse içim bir anda simsiyah oluyor.

Bir "an"da bir hayatın söndüğünü haber alıyorum.

Ailesi ve yakın dostları için asla telafi edilemeyecek bir kayıp, bir "an"da oluşuyor!

Rahatsız olduğunu bilmek, acıyı hafifletmiyor ki!

(...)

Arabaya binip Uçhisara gidiyoruz.

Hava bozuyor ve fırtına çıkıyor.

Ruh halimin görünen fotoğraf karesinden hiç farkı yok.

Gözlerimin önünde net olan bir tek şey var.

-!..

Prof.Dr.Oğuz Güç

Prof. Dr. Oğuz Güç. Daha 48 yaşında!

"Allah rahmet eylesin" demekten başka ne diyebilirim ki!

Yani, nasıl ve nerde olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak..

Akşam yemeğini Uçhisar'da yemeye karar verdik.

Kısa yoldan oraya gidiyoruz.

Otele girer girmez kendimi sokaklara atıyorum.

"Yürüsem açılırım" diye düşünüyorum.

Ama olmuyor...

Bu sırada yol kenarında yarı yıkık bir ev görüyorum. Aklıma yakın zamanda yazdığım bir yazı geliyor

(Avcılık Nereye gidiyor ID no: 362)

http://www.arpacik.net/guncel_detay.asp?id=362

Bu ev bana, o yazıdaki evden daha anlamlı geliyor. İçimden "bunun fotoğrafını çeker, o yazıdaki ile değiştiririm" şeklinde bir düşünce geçiyor.

Yandaki evin çatısı, yolla hemen hemen aynı kotda.

Bitişik çatıya çıkıp evi fotoğraflıyorum.

Saat:17.44.41

Çok kısa bir süre sonra sağıma dönüp vadinin fotoğrafını çekiyorum. Aradan sadece 2 sn geçiyor.

Saat:17.44.43

Ben sola dönerken ev aniden büyük bir gürültü ile yıkılıyor.

İnanılır gibi değil.

3-4 sn önce evin içine girip fotoğraf çekmeyi düşünüyordum!

Saat:17.44.45

Saat:17.44.47

Havada tozlar uçuşurken ben de deklanşöre basıyorum.

İşte size "an"

Bir varmış bir yokmuş!

Çok karmaşık duygular içindeyim.

Gökyüzüne bakınca sanki "biri bizi gözetliyor" diye düşünmeye başlıyorum.

Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani, bu koskocaman dünyamız.

 

Otele dönüyorum.

Kalan aklımın diğer yarısını da bu evle beraber yitirdiğim için sandalyeye yığıldım diyebilirim.

Aşağıdaki kare çekilirken ben yaşadıklarımı henüz arkadaşlarıma anlatmamıştım.

Güler gibi görünmek, bilin ki mecburiyetten oldu.

Soldan sağa: Mehmet Melek - Ömer Özdenören -Sami Türkay - Amer Kapetanovic' - M.Emin.Bora

Yaşadığım bu ruh halinden sonra orada kalmamın imkansız olduğunu, öğleden sonra arkadaşlarıma söylemiştim. Sabah ilk otobüsle Ankara'ya döneceğim.

Gece kötü değil, çok kötü geçiyor.

Sabah erkenden kalkıp terminale gidiyorum. İsmail Bey beni yalnız bırakmıyor. Israrım sonunda otele dönüyor. Şimdi tek başımayım.

(...)

Uzunca bir süreden beri kişisel eşyalarıma farklı bir gözle baktığımı fark ettim.

Örneğin av silahlarım artık benim için bir şey ifade etmiyor. Sadece onlar mı?

Pek çok şey değerini yitirdi.

Aklıma ünlü felsefeci J. Krishnamurti'nin çok anlamlı sözü geliyor.

    

"Hiç bir şey bizim değildir"  

Bu sözün neresi yanlış?

-!..

Hemen hemen hepimiz, yeni bir güne başlarken bir önce yaşadığımız kötü "an"ı unutuyoruz.

Bu hali de uzunca bir süreden beri gözlemliyorum.

Bu "yaradılışın olmazsa olmazlarından biri" İnsanın fıtratında var, iyi ki de var.

Yoksa o acılarla nasıl yaşanır ki!

Unutmanın bu denli hoş olabileceğini hiç akıl edememiştim.

Her doğan yeni gün...

Bir umudun peşindeyiz...

Herkesin bir telaşı , bitmez bir de işi var.

Nereye kadar acaba?

Nasıl olsa bir gün, herkes gibi yarım kalan bir şeylerim olacak...

Ama, buna rağmen yapabileceklerim olduğunu düşünüyorum.

Gördüklerimi ve düşündüklerimi paylaşmak şimdilik (!) kudretim dahilinde...

Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya,
"Yaşadım" diyebilmen için...

                                                                Nazım Hikmet Ran / Yaşamaya dair

 

Sıra dışı anları yazmak, onları fotoğraflayabilmek

ölümün elinden bir şey kurtarmaktır.

 

Mehmet Emin Bora

24.06.2009 / Ankara

 

Not: Geziye katılan tüm arkadaşlarıma buradan teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.

Arzu ederim ki misafirimiz Sn. Amer Kapetanovic' ülkemizden iyi duygularla ayrılmış olsun.

Hoşgörüsü ve hayata bakış açısı ile farklı bir kimlik sergileyen bu fotoğraf ustasından çok kısa zamanda "az da olsa bir şeyler öğrendim" diye düşünüyorum.

Bu yazı 11703 kez okundu...