Gaziantep-Kahramanmaraş
Gezi Notları 1. Bölüm


Bakırcılar Çarşısı

Divriği ve Kemaliye'ye yapmış olduğumuz seyahati Malatya-Kayseri güzergahı üzerinden Ankara'ya varmak sureti ile sonlandırdık.

Aradan yaklaşık olarak 20 gün geçti.

8 Aralık 2008 günü sabah saat 04: 45'de uçakla Gaziantep'e gitmek için İstanbul'a gidiyorduk!

Yanlış duymadınız. Ankara'dan Gaziantep'e sabah saatleri gitmek isteyenler, zorunlu olarak İstanbul'a gidiyor.

Gezilerde "Gün" kazanabilmek için sabah kalkan uçaklar bizim için cazip oluyor. Dönüş için, aynı mantık ile akşam saatlerini tercih ediyoruz.

Ekip aynı... Erinç Orkun ve ben.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu bizim için cazibe merkezi. Büyük kentler bana, samimiyetten uzak insanların hayatta kalabilme mücadelesi verdiği bir "arena" gibi geliyor. "Yaşamak için öldür" mantığının hakim kılındığı "Batı"nın yerine, daha sakin, insani ilişkilerin, halen olanca sıcaklığı ile devam ettiği "Doğu" öncelikli tercihim... Nispeten el değmemiş doğası, var olan cazibesini daha da arttırıyor.

Neredeyse kemikleşen bu ruh halimin "neden oluştuğunu" anlatmam lazım.

1958 - 2008

Ankara'da geçen tam tamına yarım asır...

Benim için 50 yıl evvel yaşadığım Ankara, bugünkü Ankara'dan 50 kere daha cazip...

Kentler büyüdükçe "insana özgü değerlerin" önemi arka plana itiliyor... İnsanlar farkında (!) bile olmadan yalnızlığa mahkum ediliyor. Sakıncalı ruh halinin oluşmasında "kalabalıkların içindeki yalnızlığın" önemli bir payı var.

Bu ve benzeri daha onlarca sebep sayabilirim. Arka plandaki temel duygulardan "birisi bu"...

Bir diğeri de "Doğu" ile "Batı" arasında var olan "kopukluğun nedenlerini araştırmak" olsa gerek...

Durumdan çıkardığım "vazife anlayışı" bu.

Çünkü bu topraklar tehlike altında.

-!..

Hala farkında değil misiniz?

-!..

Özde, Lozan'ı içlerine sindiremediler.

O antlaşmanın altında imzası olmayanın (!) yaşanan her sıkıntının altında parmağı var.

Ve onun şımarık çocuğunun!

Sıkıntı sadece bu iki ülkeden kaynaklanmıyor.

Çok değil 90 sene önce Anadolu'yu paylaşmak isteyenleri hatırlayınız.

Antep'i işgal edenleri, Maraş'ı işgal edenleri, İstanbul limanına demir atanları, İzmir'e kimin çıktığını unuttunuz mu?

Gündemde olduğu için seslendirmek isterim. Özür dilenecekse, bu ülkeler Türk milletinden özür dilesinler.

Varlığını sürdürebilmek için mücadele veren Türk ulusunun hiç kimseye özür borçlu olduğunu düşünmüyorum.

"Aydın" (!) kimliği altında yayınlanan bu bildirinin ne kadar "karanlık" olduğunu görebiliyorum.

Antep, Maraş, Urfa neden başlarına eklenen sıfatları aldılar ki?

Bunları hatırlıyorsanız, Doğu'da oynanan oyunu da fark etmiş olmalısınız.

Sn. Prof. Dr Ali Demirsoy bu sözde aydınları "Paye edinmek, belirli yerlerden proje desteği altında menfaat edinmek, dünyadaki lobilerin takdirini kazanmak, her türlü çıkar ilişkisini kullanmak için tarihi gerçekleri yeterince bilmeden sadece bir kesimin acısını dile getirmeyi aydın tavrı olarak sunduğunu zanneden; ancak yeterli kanıt ve araştırmaya dayanmayan bu beyanları ile Türk Ulusunun Ermeni politikalarının geleceğini şu ya da bu şekilde çıkmaza sokacak, zarar verecek kesim. Yani çıkarcı özürcüler… " olarak tarif ediyor.

Prof.Dr.İlber Ortaylı ise "Özür devletten devlete konuşulacak iştir. Bir takım adamların kendilerini milletin temsilcisi yerine koymaları geçerliliği olan bir işlem değildir. Ermeni devleti ile görüşülür bu işler. Diasporadaki bazı Ermenilerle, buradaki adamların yaptıkları işler kimseyi ilgilendirmiyor. Ermenistan var ortada,  bunu onunla konuşacaksın. Ermenistan’la temas olursa öyle başlar bu işler. Devletler tartışır böyle işleri. Ayağa düşecek konular değil bunlar. Ayağa düşerse ne olur? Hiçbir netice alınmadığı gibi, insanlar birbirine düşman olurlar. Kutuplaşma da artar." demektedir.

Ermeni patriği bile "bırakın bu işleri" diyor.

Doğu ve Batı arasında uçurumlar var. Giderseniz "görür müsünüz?" veya "fark eder misiniz?" bunu bilemiyorum!

Benim izlenimim odur ki "cumhuriyetin kuruluşundan bu yana 85 sene geçmiş, hala 85 sene öncesi gibi yaşayan insanlar var."

Neden? Niçin? Bu sorulara verilecek yanıtları duymak isterim.

Gaziantep'e 2 yıl evvel gitmiştik. Tadı damağımızda kaldı. "En kısa sürede bir daha geliriz" diyerek ayrılmıştık.

Yolculuk başlar başlamaz kendime yeni bir iş edindim!

Uçağın penceresinden dışarı bakarken aşağıdaki coğrafi yapıdan, nerenin üzerinde uçtuğumu anlayabiliyorum.

Erciyes Dağı - Menzelet Barajı ve Gaziantep.

  

                               Erciyes Dağı                                                                   Menzelet Barajı

Gaziantep'in üzerinden geçtik ve kent merkezine 20 km mesafedeki havaalanına indik.

    

Gaziantep Havalanı

Ankara'dan kiraladığımız araç bizi havaalanının çıkışında bekliyor olmalıydı. Bir süre beklemek durumunda kaldık. Bu tür aksaklıklara karşı hazırlıklıyız, çünkü alıştık. 10 dakika kadar sonra gelen araçla doğruca kent merkezine doğru yola koyulduk. Arabayı getiren genç adam sorduğumuz hiçbir soruyu anlaşılır şekilde cevaplayamadı. Bu sorun, hemen hemen tüm doğuda hakim davranış biçimi. Gaziantep'te park sorunu var. Genç adamı ahret sualine çekmemizin ardında yatan bu. Kale civarında bir yer bulabilirsek önce kaleyi daha sonra da kapalı çarşıları dolaşacağız. Gel gör ki tık yok... Başımızın çaresine bakacağız.

Kent merkezine vardığımızda görüyoruz ki 6000 yıl önce yapılan kalenin onarımı hala bitmemiş. 2 sene evvel bıraktığımız gibi. Dikilen levhada "84 yıl önce vazifesini yapan kale şimdi bizden gereken saygıyı beklemektedir" şeklinde bir yazı var. Kale bu saygıyı bu gidişle daha çok bekler.

Kale doğal olarak ziyarete kapalı olduğu için istikamet kapalı çarşı ve civarı.

Rahmetli babam el sanatları ile uğraşan insanların huzurlu bir yaşamı olacağını, namerde muhtaç olmadan bir yaşam süreceğine dair olan inancını sık sık bana ifade eder ve sonra "zanaatkarların" kafalarının asla kötülüğe çalışmayacağını, hepsinin de iyi insanlar olduğunu tekrar tekrar örnekleri ile anlatırdı. El sanatlarına farklı bir gözle bakardı.

1956-57 yılları arasında Kayseri'de bulunan 4'üncü Yurtiçi Bölge Komutanlığı'nda Yarbayı rütbesi ile görev yapıyordu. Şimdi, ne kadar anlatsam pek çok genç insanın inanası gelmez.

Örneğin ordu ayakkabısını kendi sahip olduğu iş ocaklarında yaptırırdı. Demir atölyesi, marangoz atölyesi, terzihanesi vardı. Ben orta okul 1. sınıfa giderdim. 3-5 erin çalıştığı iş ocağında bir günde 15 civarında ayakkabı yapıldığını çok çok iyi hatırlıyorum. Metal çivi yerine ağaçtan yapılmış çiviler kullanılırdı. Ayakkabı işi ile uğraşan erler bu ahşap çivileri dudaklarına tek sıra dizer ve daha sonra ayakkabı tabanına "biz" ile deldikleri deliklere hızla çakarlardı. Görülesi bir işti. Ocakta ısıtılan bir demir vasıtası ile ayakkabı çevresi yakılarak dolanılırdı. Biten ayakkabılar raflardaki yerini alır ve günlük sayıma girerdi.

Babam, ayakkabı sayısı o gün baklenenden fazla çıkarsa sevinirdi.

Askerin giydiği ayakkabıya "potin" denilirdi.

Tabanın ucuna ve topuğuna aşınmasın diye koruyucu metal aksam çakılırdı. "Ökçelik" veya "burunluk" denildiğini hatırlıyorum.

Hatta bazıların tabanına "kabara" çakılırdı. Yürürken "takur tukur" ses çıkarması işin "şanından" sayılırdı.

("Biz" çuvaldız kılıklı, ama arkası ahşap saplı bir delme aletine verilen addır.)

Asker de ot yataklarda yatardı. 1960'dan sonra pamuklu yataklara geçilmiştir. Dolayısıyla babamın el sanatlarına verdiği kıymetin altında yatan ana tema geçmiş yıllarda yaşanan sıkıntılardan kaynaklandığını zannediyorum. Cumhuriyetten sonra gelen 1'inci kuşak doğal olarak -harpten çıktığı için- tutumlu ve yurtsever bir nesildi. Yaşayanlara Allah'tan sağlık, ölenlere de rahmet diliyorum. Kendi yağları ile kavruldular ama çok şey yaptılar.

Bu düşüncelerle bakırcılar çarşısında dolaştım.

Fotoğraflarını izin alarak çektiğim bu insanların bizlere -seslendirmeseler de- kırgın olduklarını hissettim. Hatta yeri geldi bazılarının hafif tonda da olsa "hep fotoğraf çekiyorsunuz ama bir tane bile göndermiyorsunuz" dediklerini duydum. "Ben göndereceğim" dedim. Gülümsediler... Bu sözleri kim bilir kaç kişiden duydular!

Ama ben gönderdim.

Güncel söylemlerin başında "ekonomik kriz" geliyor. Ben buna gülüyorum!

Kriz kime geliyor?

Anadolu insanı yaşam standardını öylesi bir ölçüye çekmiş ki... İnanılır gibi değil.

Onlarca senedir krizle iç içe yaşıyor. İnançları doğrultusunda yaşıyor. Tevekkül içinde... Kaderci.

Gözlemlediğim odur ki "kendine yeterlik" üzerine kurulu "feodal düzen" Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da hala geçerliğini koruyor.

Siyasal iktidarlar -ayırım yapmıyorum- bunu kullanıyorlar. Gördüğüm bu.

1957 yılında Avustralya'da ölen ve "Tarih Öncesi Arkeolojisi" dalında yapmış olduğu çalışmalarla tüm dünyanın ilgisini çeken Prof. Dr. Gordon Childe;

"İnsan topluluklarının yalnız ekmekle yaşayamayacakları açıktır. Eğer 'Tanrı'nın ağzından çıkan her söz' doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak, bu sözleri kutsal bulan toplumun gelişmesine ve ekonomik refahını arttırmaya yaramazsa, o toplum eninde sonunda Tanrısıyla birlikte yok olur." demektedir.

Arap Yarımadası'na bakın!

Ve...

Bir an için petrolün de olmadığını düşünün...

Hepsi aç kalırlar aç...

İslam dinini kullananların, servetlerini Hristiyan ülkelerde saklamaları, başlı başına bir ironi değilse siz bu olguyu nasıl açıklarsınız?

-!..

Çamlıdere'den biliyorum ve her yeri geldikçe sık sık seslendiriyorum. 4 kişilik aile 200-300 YTL gibi bir gelirle geçiniyor.

Çamlıdere Başkent'e 100 km uzaklıkta!

Kriz Çamlıdere'ye neden gelsin ki!? O zaten hep orada.

Maho Dayı

El sanatları ile uğraşan bu insanlara hayranlığım her geçen gün daha da artıyor. İşlerini yaparken öylesi bir hal yaşıyorlar ki... Tıpkı trans hali gibi... Bu insanların varlığı -siz ne düşünürsünüz bunu bilemiyorum- bana güven veriyor. Anadolu halkı yaşanan durumu hak etmiyor. Globalleşme adına, Avrupa Birliği adına yapılan ölçüsüz ithalatın için için bizi kemirdiğini düşünüyorum.

Salman Çarlı

Daha çok vakit kaybetmeden bu insanlara ciddi bir yardım yapılmalıdır. Bu insanlar desteklenmelidir. İthalata konacak %1 bir vergi ile müthiş bir fon yaratılabilir. Bu kaynak, doğru yöntemlerle doğru yerlere aktarılırsa Anadolu insanının yüzü güler. Çoktan hak ediyorlar diye düşünüyorum.

El sanatları ile uğraşan insanlarımız devlete yük olmuyorlar.

Global sermayenin savunucularına bu tespitlerimin, eski bir taş plağın namesi gibi geldiğini biliyorum. Onların bilemediği orta sınıfın her geçen gün yok olma yolunda hızla eridiğidir.

Anadolu'nun neresine giderseniz gidin 20 veya 30 YTL'ye her türlü ihtiyacınızı giderebilirken, aynı filenin yarısını İstanbul veya Ankara'da 100 YTL'ye dolduramazsınız.

Sonuç: İnsanları büyük kentlere göç etmeye mecbur kılmayacaksınız. İnsanı doğduğu yerde yaşadığı yerde üretken kılmanın yolları aranmalıdır.

Yeri geldi seslendirmek istedim.

Çamlıdere'ye bağlı 39 köyde içerik olarak kır sosyolojisi bağlamında bir araştırma yapmak istedim. Çünkü insanımızın çok kabiliyetli olduğunu düşünüyorum. Yaşanan bunca olumsuzluğun altında yatan olguyu tespit edebilmek ve çözüm üretebilmek için veri toplamam lazım.

Bu bilgileri nereden bulacağım?

-!..

Çamlıdere köylerinde yaşayan insanlardan.

Onlara hangi soruları soracağım?

Bilmiyorum. Bu alanda çalışma yapabilmek için özel bilgi birikimini gerektiriyor.

Kişi kendini bilmeli... Ben bu anketi hazırlayamam.

Ne yapmalıyım! Eş, dost, sordum soruşturdum.

Bir isim önerdiler. Y.Doç.Dr. Abdulkerim Sönmez. Ona gitmeliymişim. Hay hay...

İstikamet Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Ana Bilim Dalı.

Üşenmedim gittim ve buldum.

Sn Y.Doç.Dr. Abdulkerim Sönmez'den çok önemli bilgiler aldım. Kırsal alanda cumhuriyet sonrası yaşanan önemli olayları sınırlı zaman dilimi içinde sıraladı. Başlangıç çalışmaları için Devlet İstatistik Kurumu'ndan faydalanabileceğimi söyledi. Köy Enstitüleri hakkında bu güne kadar duyduklarımın dışında çok farklı bir analiz yaptı. Yeri geldiğinde onun ağzından sizlere aktaracağım. Sn Y.Doç.Dr. Abdulkerim Sönmez'e teşekkür ederek yanından ayrıldım.

Ufkum açıldı bu çalışmayı gerçekleştirmek istiyorum.

Türkiye bu yoksulluk zincirini kırabilecek enerjiye sahip.

Güç sahibi "gücünün" siyasi iktidarlar ise "gücün" farkında değil.

Bu pazarlar, tek bir çatı altında toplanabilse!

Bu insanlara yol gösterip destek versek!

Haphapçı Çarşısı

Gaziantep'e gelinir de kırmızı biber ve benzeri gıdaların peşine düşülmez mi?

Biz de çarşıda gezerken Almacı Pazarı'nı buluyoruz. İşletme sahibi Sn.Mustafa Almacı ile başlayan diyalog bir süre sonra ortak frekansın yakalanması ile bir dostluğun kapısını aralıyor.

Gaziantep yemekleri üzerine sohbet başlayınca Sn. Almacı "Antepli patlıcan yemezse kafayı yer" diyor. Bir yandan bize gösterdiği kırmızı biberde "aflatoksin"in neden olmadığının sebeplerini anlatırken, bir anda konu ceviz oluyor. Sn. Almacı başlıyor cevizin şeceresini anlatmaya... Bu arada yarım cevizin üzerine bir çay kaşığı kırmızı biber koyup ağzımıza tıkıyor. E iyi oluyormuş...

Beş çeşit fıstık çıkartıp aralarındaki farkı düzgünce anlatınca biz de anlamış oluyoruz. Aldıklarımızı orada bırakıyoruz. Mustafa Bey onları Ankara'ya gönderecek. (Biz Ankara'ya dönmeden paketlerimiz çoktan gitmiş bile)

Lafın özü:

Mustafa Almacı: 0 342 231 32 64 Doğal Gıdalar Pazarı / İsmet Paşa Mahallesi Gaziler Caddesi Tuz Pazarı No 2/B Şahinbey/ Gaziantep

Gerçek bir esnaf ile karşı karşıyasınız. Siparişinizi güvenle yapabilirsiniz. Ben kefilim.

Mustafa M.Almacı

Mustafa Bey'den doğru dürüst kebap yiyeceğimiz bir adres önermesini istiyoruz.

Mehmet Usta'yı öneriyor.

"Nasıl bulacağız?" diye sorduğumuzda "Kan bankasını sorun. Tam karşısında diyor."

Pek iştah açıcı bir tarif olmasa da yapabileceğimiz bir şey yok.

15 dakika sonra Mehmet Usta'dayız.

Kapıdan içeri girince bir reklam çekimi ile karşılaşıyoruz.

Var olan kompozisyonun bir fotoğrafını da ben çekiyorum. İşyeri yakın zamanda açılmış düzenli ve temiz.

Elimdeki makinayı görünce beni gazeteci sanan personel bize de farklı bir hizmet sunma gayreti içinde oluyor. Porsiyonlar bir değil bir kaç kişiyi doyuracak çoklukta. Kişi başına 10.00 YTL gibi bir bedel ödemek sureti ile sofradan kalkabilirsiniz. Yemek sonrası para bile almak istemiyorlar. Zorla verdik desem yeridir.

Böylesi hallerden istifade edenler ve birinci derece akrabaları hakkında Erinç'le kişisel kanaatlerimizi seslendirdikten sonra yola koyuluyoruz. İstikamet Kahramanmaraş.

Son Kahramanmaraş seyahati sırasında aklımızda kalan tek yer Menzelet Barajı.

Gaziantep - Kahramanmaraş arası 80 km. Saat 14:00 gibi baraj sahasına varabileceğimizi hesaplıyoruz.

Hesap doğru ama hava şartları olumsuz. Barajın üzerinde sis tabakası var. Güneş de batmak üzere.

Menzelet Barajı

Bu hal moralimizi bozuyor. Gölün yakınına inersek sisin daha az hissedilebileceğini söylüyorum.

Hiç zaman kaybetmeden yola düşüyoruz sonuçta dediğim çıkıyor ve muhteşem bir manzara ile karşılaşıyoruz.

Öylesine sakin bir ortam ki... "Kelebek uçsa kanat sesi duyulur" dersem belki bir şeyleri tarif etmiş olurum. Gözün görebildiği sınırlar içinde insan yapısı hiçbir şey yok. Bu denli büyük bir arazi parçısı içinde bu halin varlığı insanı başka bir dünyaya taşıyor. Erinç "Seneye mutlaka buraya gelip bir gece konaklayalım" diyor.

Neden olmasın?

Böylesine güzel bir koyda bir gece yatmak!

Bu fotoğraf karesini 1 Aralık 2008 de açmış olduğum fotoğraf sergisinde izleyicilere sunmuştum. Dikkatli bir ziyaretçi bana "bu fotoğraf karesinde bir insan silüeti var. Bilerek mi çektiniz" dedi. Dikkatli bakınca ben de o zaman gördüm. Siz görebildiniz mi?

Ya bu karedekini?

Belki de bir tekne turu!

Vakit geçmek üzere. Kahramanmaraş'a dönmek istiyoruz. Farklı bir yolu tercih edince aşağıdaki manzara ile karşılaşıyoruz.

Budaklı Köyü

Kazanın altı kaynıyor, cevizli sucuk imal ediliyor. Pek çok kişi gibi ben de bunun nasıl yapıldığını merak eder dururdum. Şimdi biliyorum.

Kaynatılan üzümün adı kabarcık. İsmi o kadar hoşuma gitti ki akşamın geç saatinde kent içindeki bir manavda üzümü bulup fotoğrafını çektim. Dünyaca ünlü bir üzüm çeşidi olan Cabernet Sauvignon ile bağlantısı var mı diye de düşündük.

Ökkeş Usta'nın www.k-maras.com adresli internet sitesinde yazıldığına göre Kahramanmaraş'ın Andırın ilçesi'nin Çığşar köyünde yetişen kirazın, birçok Kahramanmaraş'lı tarfından dahi bilinmediğini, bu ender kiraz çeşidinin aylar öncesinden bazı Avrupa ülkelerine pazarlandığını, hatta bunlara Hollanda ve İngiltere kraliyet ailesinin de dahil olduğunu öğreniyoruz.

Kahramanmaraş için "mutlaka görülmesi gereken yerlerden bir tanesi" diye düşünüyorum.

Bertiz Kabarcığı

Gece Kahramanmaraşta kalacağız. Sabah, istikamet Şanlıurfa.

Değerli okuyucular, Avcı kardeşlerim.

Zor değil, çok zor bir yılın başındayız. Bu şekilde başlayan bir cümlededen sonra zannetmeyin ki sizlere kapkara bir tablo çizeceğim. Tam aksine, gezdiğimden gördüğümden elde ettiğim çıkarımlara göre "bu ülkenin hiç kimseye ihtiyacı olmadığını düşünüyorum." Bunu görmek için alim olmaya da gerek yok.

Elimizdeki kaynakları akıllı kullanabilsek yeter de artar bile.

Kurtuluş Savaşı'nın hangi şartlar altında gerçekleştiğini anımsayın. İçinde bulunduğumuz halle kıyaslayın.

Millet aynı millettir.

Eksik bellidir.

Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının ruh hali ve çalışma azmi...

Nice mutlu yarınlara kavuşmak dileği ile yeni yılınızı candan kutlar, sevgi ve saygılar sunarım.

El ayağın çalışmasından hoşnut değilse sorumlu baştır.

                                                                                                             Nizami

 

 

Birinci bölümün sonu / Devam edecek...

Şanlıurfa - Mardin

 

31 Aralık 2008 / Ankara

Mehmet Emin Bora

 

 

Bu yazı 8989 kez okundu...