İçimizdeki Ahır!
Veya Çiçek bahçesi!
Hepimiz biliyoruz ki, yakın çevrenin insan davranışları üzerinde etkisi büyüktür. İnsanlar yaşadıkları çevreye uyum sağlarken, farkında bile olmadan var olan ortam, insanı kendisine benzetir.
İzlenimim odur ki her geçen gün, çevresel etkenlere bağlı bir biçimde değişip duruyoruz.
Bu kanımı "insanlar yaşı ilerledikçe değişir" anlamında alırsanız, bence bu yanlış bir yaklaşım olur.
Çok yaşlı olmasına rağmen, aramızdaki "hiç yaşamamışları" görmüyor musunuz!
Yaşamı boyunca etliye sütlüye dokunmadan "ruh" gibi gezenleri kast ediyorum.
Yaşamın, omuzlarına yüklediği sorumluluğu, bir spor aktivitesini seyreden "taraftar" kadar yüklenememiş insanlardan bahsediyorum...
Halbuki var oluşun temel felsefesi, farkındalık ve sorumluluk ister...
Yazı başlığı olan "İçimizdeki Ahır", bu gereksinmeden (!) kaynaklanmıştır.
Süreç içinde eğitilmemiş insanların içinde "ahır oluştuğu" kanısındayım.
Bazıları bu alanda "küçük baş " beslerken, bir diğeri "büyük baş" besledi.
Bir kısmımız da ihtimaldir ki "kanatlı" beslemiştir.
Çünkü yakın çevre, çocuk yaşta bu ahırın oluşması için her türlü olanağı sunuyor.
20''li yaşlara gelindiğinde neredeyse ahır dolmuştur bile..
Kin, haset, ihanet, yalan, iftira, öldürme arzusu ve benzeri daha pek çok hayvan!
Ahır, bunlarla doluyor...
Daha ılımlı bir benzetme bulunabilir miydi?
Olabilir...
Ne önemi var ki!
Gerçek olan, içimizde var olan ahırdır.
Son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalar; kalıtım yolu ile atalarımızdan devir aldığımız mirasın yalnızca dış görünüşümüzü ve beden yapımızı değil, aynı zamanda, belli ölçülerde kalmak koşuluyla ruhsal özelliklerimizi de etkilediğini söylüyor.
Ünlü antropologlardan Carleton Coon "bedensel ve akılcıl değişimin sağlanabilmesine yetecek sürenin henüz geçmemiş" olduğunu söylemektedir. Yani beden ve ruh olarak taş devri atalarımızdan farklılaşacak zamana sahip olmadığımızdan, onlıara benzer durumdayız.
Özü bu.
İnsanlaşma süreci devam ediyor.
Bu süreci nasıl kısaltabiliriz?
Sorun da bu.
Bu konuda, zaman ve mekan tanımayan genel geçer tek çare eğitim...
Örnek vermek isterim.
1960''lı yılların Ankara''sında, havaya silah sıkanı hiç hatırlamıyorum.
Trafik polisleri, Kızılay Meydanı''nda bir fıçının içinde ayakta dururlar, beyaz kollukları ile arada bir geçen araçlara yol gösterirken, sürücülere güler yüzle selam da verirlerdi.
2007 de Çankaya''da, Gazi Osman Paşa''da hemen hemen her gece havaya silah sıkılıyor.
Trafik polislerinin yüzlerinde tebessüm ile ilgili en ufak bir iz bile kalmadı.
Neden acaba?
Bu sorunun bir tek yanıtı var.
"Köylüleştik"
Kent insanı, yaşadığı şehirde azınlıkta kaldı.
Köy kafası, kentliyi eziyor.
Köylü kafası, kent yaşamını düzenleyen sosyal kontrattan bi haber...
Bu yetmezmiş gibi, köyden kente göç edenler beraberlerinde sadece yatak yorgan getirmedi...
Var olan sosyal sözleşmeye uyma yerine örf adet ve geleneklerini de getirdiler...
Kendilerini, ifade (!) edebilmenin usul ve yöntemlerini getirdiler...
Ezildikleri için, her fırsatta havaya ateş ederek kendilerince güç gösterisinde bulunuyorlar...
Zenginlik, eğitimsizliği örtmediği gibi "börtmesi" için de kolaylık sağlıyor...
Ezildikleri için, pizza götürmeye çabalarken iki teker üzerinden radyo yayını yapmaya çalışıyorlar...
"Beni", "Bizi" fark edin diye umutsuzca çırpınıyorlar...
Şehir içinde kullanılan küçük kamyonetlere verilen yeni bir ad var.
"Varoş cipi"
Vıııııınnn! orada...
Vıııııınnn! burada...
Trafik kaideleri!
Hak getire...
Vıııııınnn!
O aracı kim kullanıyor!
Bir diğer ezilmiş...
Sollayacak ki...
Aklınca saygın olsun!
Halbuki, bizi biz yapan değerler, doğuştan sahip olduklarımız ile sonradan kazandıklarımızın toplamıdır.
Doğuştan sahip olduğumuz değerlere -en azından şimdilik- bir müdahale yapamayacağımız aşikar olduğuna göre geriye bir tek şans kalıyor.
"Sonradan kazandıklarımız", daha da doğrusu "kazanabileceklerimiz"
Anlaşılacağı üzere, lafı döndürüp dolaştırıp eğitime getireceğim.
Köylülükten kurtulmanın, saygınlığı kazanmanın sadece bir tek yolu var. Eğitim.
Bu yazının başlığını seçerken çok düşündüm!
Aklım, sürekli olarak yabanhayatının sağlıklı bir düzene nasıl kavuşabileceği konusunda çalışıyor.
-!..
Erişebildiğim sonuçlara giden tüm çözüm yolları, eğitimli insanın varlığını gerektiriyor.
Yabanhayatının önemli bir parçası olan avcıların da eğitimli olması, çözüm yoları içindeki "olamazsa olmazlardan" bir tanesi.
Peki, sayıları yüz binlerle ifade edilen avcılar nasıl eğitilecek?
Bu konuda, var olan sistemi "daha da güçlendirmek" yerine "olabildiğince sulandırmak" yolu tercih edildi.
Popülizm!
Kanser veya aids ile eşdeğer bir hastalık.
Halk dalkavukluğu...
Aksini iddia edenlere her zaman "hodri meydan" dedim, şimdi de diyorum.
Avcılık belgesi almış olanları, bir heyet huzurunda yeniden imtihan edelim...
Görelim bakalım kim haklıymış?
Yalnız ili, kulübü, zamanı ve soruları ben tespit edeceğim!
Habersiz yapacağız!
Anladınız değil mi?
- !..
- Vıııııınnn!
- Kim tüydü?
- !..
Acı ama, gerçek budur.
Bakın size çok canlı bir örnek vereyim, ne demek istediğimi daha kolay anlayacaksınız.
Tarih 08 Kasım Perşembe. Saat 06:47
Yayın yapan televizyon kanalı TRT 2
Programın adı "Hayat Akarken"
Ne marifet ama!
Programı sunan muhabir Sakaryalı gençlerle balık avı (!) üzerine program yapıyor.
Sakaryalı gençler bir ırmakta elleri (!) ile balık avlıyorlar.
Muhabir, çok marifetmiş gibi bu gençelere ha bire soru soruyor.
- Nasıl yapıyorsunuz bunu?
Onlar da gerine gerine (!) anlatıyor.
Bir yandan da görüntü akıyor...
Programın özü bundan ibaret.
Yabanhayatını korumakla görevli devletin kurumları bu yanlışı görmüyorlar mı?
Avlanma metodlarının içinde "elinizle yuvalarındaki balıkları kıstırıp yakalayın" diye bir avlanma metodu var da biz mi bilemiyoruz?
Yabanhayatının idaresinden sorumlu olan bir bakanlık var, bunu biliyoruz. Çevre ve Orman Bakanlığı.
Şimdi onlara sorsak "bu ne iş?" diye...
Cevabı hazır; "Orman içi suların dışındaki akarsulardan biz sorumlu değiliz" diyecekler!
"Orman içi sularda yasak zamanda olmasına karşın, hatta Milli Park statüsü içindeki akarsularda alabalık avlayan avcıları görmek ister misiniz? desek!
-!..
Bunu geçelim..
Tarım Bakanlığı, denizlerde ve iç sularda yapılan balık avcılığı ile ilgili düzenlemeleri yapan kurum.
Her iki bakanlığın da konu ile ilgili genel müdürlükleri var.
Çok sayıda da çalışanı...
2 bakanlığın TRT ile bu bağlamda bir bağı olsa, bu muhabir aklına geleni program yapabilir mi?
Görevlerinin içinde "halkı eğitmek" gibi bir sorumluluğu olan TRT''nin yaptığı programa bakar mısınız?
Şimdi sorulması gereken soru;
Yasa dışı avlanan avcıyı cezalandıran sistem, yasa dışı avcılığı teşvik eden program yapımcısını cezalandırmayı düşünecek mi?
Bir avcının yapacağı yasa dışı eylem, onun cezalanması ile sona erer...
Burada toplumu yanlış bilgilendirmenin yanı sıra suça teşvik unsuru da var...
Yok mu?
Elle balık yakalamayı marifetmiş gibi ballandıra ballandıra anlatırsanız, bu programı izleyen diğer genç insanlar "Yaaa demek böyle bir yöntem varmış, biz de yapalım" demezler mi?
-!..
Veya,
Bu programları denetlemenin de bir sorumluluk olduğunu düşünemeyen bakanlık, bu andan sonra kendi içinde bir düzenleme yapacak mı?
Her iki bakanlığın, bu yanlışları görüp algılayacak bir kanaat önderi var mı?
-!..
Yaşanan tüm olumsuzlukların altında eğitimsiz insan unsuru yatıyor.
Ne yazık ki, akademik seviyede bu konuların üzerine gitmekte çok geç kaldık.
Orman mühendisleri ormanı idare etmeyi öğrendiler ama yabanhayatının idaresi konusunda sathi bilgilere sahipler.
Bu konuda en ciddi çalışmayı İstanbul Orman Fakültesi yapıyor. O da yeni yeni...
"Özde eğitim" yerine "sözde eğitim" felsefesini benimsedik.
Geriye bir tek çare kalıyor.
Kendimizi eğitmek!
İşte bu bağlamda sizlere bir kaç kitap önermek istiyorum.
Yabanhayatına ilgi duyanları zenginleştirecek kitapların ön ve arka yüzünü tarayarak sizlere sunmaya çalışacağım.
Kitap içeriğinin anlatıldığı arka yüzü okuyabilesiniz diye biraz daha büyük tuttum.
Önce kitaplara bakalım, daha sonra diyeceğim bir kaç şey daha olacak.
Okumuyoruz. Araştırmıyoruz.
Sn. Emre Kongar''ın tespit ettiği gibi "sözlü kültür aşamasını bir türlü geçemedik".
Halbuki okusak, içimizdeki ahırı (!) seraya çevireceğiz!
Orada çiçekler açacak!
Hoşgörü, nezaket, ali-cenaplık, metanet, cesaret, insan sevgisi, özeleştiri, umut, adalet sevgi ve saygı çiçekleri yeşerecek...
ve
İnanın ki çok şey değişecek...
Ama bu olasılık hemen hemen imkansız gibi...
"Kaç avcı bu kitapları okudu?" demiyorum.
"Kaç avcının bu kitapların varlığından haberi var?" diyorum.
Kaç avcı bu kitapları bundan sonra alır da okur!
Çevre ve Orman Bakalığı''nın kütüphanesi var mı?
Varsa yabanhayatı üzerine yazılmış kitapların listesini yayınlayabilirler mi?
Kaç silah üreticisinin kütüphanesi var!
-!..
Her alanda bu eksikliğin faturasını ödüyoruz ve daha uzun bir süre de ödemeye devam edeceğiz.
Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk 57 yıllık kısa ömür süresi içinde 3397 adet kitap okumuş.
Çocukluk yıllarını aradan çıkartın...
Savaş yıllarını aradan çıkartın...
Devleti yeniden yapılandırdığı süreyi aradan çıkartın...
-!..
Ne zaman okudun be mübarek adam...
Bizleri her halinle utandırıyorsun...
Yıl 1948. İsmet İnönü Cumhurbaşkanı.
Yabancı gazeteciler İsmet İnönü ile söyleşi yapıyor.
Gazetecinin biri İsmet İnönü''ye ülkesini 2. Dünya Savaşı''na sokmadığını, bunun ülkesi için bir avantaj olarak kabul ettiğini söyledikten sonra "3''üncü Dünya Savaşı çıkar mı? Çıkarsa nerede ve neden çıkar? diye bir soru yöneltiyor.
İsmet Paşa cevap veriyor.
- 3''üncü Dünya Savaşı çıkar. Ortadoğuda çıkar. Petrol yüzünden çıkar.
-!..
İsmat Paşa''nın söylediği 59 sene sonra olmak üzere!
Zor günler geliyor...
Okuyan öğrenir...
Okuyan gelişir...
Okuyan farkında olur...
Farkındalık, sorumluluğa davetiye çıkartır...
Buna icabet eden, ülkesine karşı görevini yerine getirir.
Gelişmenin bir başka yolu yoktur.
Tabii ki var olan mevcut durumdan hoşnut değilseniz.
Hoşnutsuzluk, bir insanın
ya da bir ulusun,
ilerlemesi için attığı ilk adımdır
Oscar Wilde
Mehmet Emin Bora
10 Kasım 2007 / Ankara
Not:
Her biri başlı başına yoğun bir emek ürünü olan kitapları daha gemiş tanıtmak isterdim.
Buna imkan bulamadım. Yazanlara teşekkür borcumuz olduğu kanaatindeyim.
Hepsinin ellerine sağlık. Akılları ile yaşasınlar.