Kapadokya-Çuğun
Saat 13:00 civarında Kayseri'den ayrılarak Ankara yoluna düştük...
Takriben 4 saat sonra evimizde olacağız.
Akşam güneş batmadan çekmek istediğim bir fotoğraf var.
13. Yüzyıl Selçuklu dönemi mimari eserlerinden " Çeşnigir Köprüsü".
Köprüyü gün batımında fotoğraflayacağım için 18:00 sularında oralarda olmam lazım.
İyi bir kareyi o saatlerde elde edebilirim.
Kırşehir'i geçtikten sonra yolun sağ tarafında gördüğüm bir reklam tabelası beni düşünceye sevk ediyor.
Keşfedilecek bir yer var ve bu yerden benim haberim yok...
Üstelik bir göl!
!..
Hiç tereddüt etmeden ok istikametine dönüyorum.
Bir süre gidiyoruz.
İkinci levha ile karşılaşıyoruz.
Bir süre sonra da 3'üncüsü ile..
!..
Arazi hemen hemen düz gibi görünüyor...
Ama göl görünmüyor!
Nasıl oluyor bu iş derken önümüzdeki hafif yükseltiyi aşınca bir anda kendimizi yeşilliklerin içinde buluyoruz.
Gördüklerim de inanılır gibi değil...
Girişte bizi Sn. Serkan Altuk karşılıyor.
Sanki 40 yıllık dost gibi...
Bilirsiniz bu duyguyu ...
Çok yakın dostlar bazen 3-5 sene bile görüşemeyebilir.
Ama ilk rastlaştıklarında hiç bir girizgaha ihtiyaç duymadan sohbetlerine uzun seneler evvel kaladıkları yerden devam ederler ya...
İşte durum aynen bunun gibi oldu...
Bismillah demeye meydan kalmadan başladık sorulara...
Bu nedir?
Mahonya
Her zaman yeşil yaprakları olan bu bitkinin boyu 1 mt civarına kadar yükselebiliyormuş.
Serkan Altuk; "Sonbaharda yaprakları kırmızıya, mora döner. Mart ve temmuz başında kokulu sarı salkım salkım çiçekler açar. Ağustos ayından sonra nohut büyüklüğünde, suyu koyu kırmızı olan mavi- siyah ekşi meyveler verir." diyor ve ayrıca "Tıp alanında Akne, sedef ve bazı deri hastalıklarına, kür yapıldığı takdirde kan dolaşımına bağlı rahatsızlıklara da iyi geldiğini" ifade ediyor.
Tüm bu konuşmalar 5 dakika içinde oluyor.
Yemek yeme şansımız var mı? diye sorunca "Ne demek, şimdi size bir masa hazırlayacağım" dedikten sonra yanımızdan ayrılıyor.
Ben kelimenin tam anlamı ile kendimden geçiyorum...
Sizlere burayı gerektiği gibi anlatabilmek için sürekli deklanşöre basıyorum.
Bu arada sofra kurulmuş bile!
Peynir kalıbı gibi görülen, aslında yoğurt!
"Esas duruş"a (!) durduğuna göre, tadını da siz tahmin edin.
Ben sabırsızlıktan öleceğim ...
Burası neyin nesi!
-!..
Çölde rastlanan vaha gibi...
-!..
Burasını kim bu hale getirdi?
Aklımdan hızla geçen bunlar. Dayanamayıp bu soruları Serkan Bey'e yönlendiriyorum.
Cevap çok kısa ; Babam.
"Bu babayı görmem lazım" diye cevap veriyorum ki Serkan Bey'de babasına sesleniyor.
- Misafirlerimiz var!
Sn. İbrahim Altuk ile tanışmamız böyle oluyor.
Sn.İbrahim Altuk
Bir kenara oturup konuşmaya başlıyoruz.
Bize kendini tanıtıyor.
Kırşehir İl Bayındırlık Müdürlüğü'nden 1993 yılında emekli olmuş. 1947 doğumlu olan İbrahim Bey'in iki oğlu var.
"Babam zengin dedenin fakir oğluydu" diye sözlerine devam eden İbrahim Bey'e "asıl mesleğiniz nedir?" sorusunu yönelttiğimde "Yüksek Operatör Şoför" diye cevaplıyor.
İbrahim Bey'in bu cevabı verdiği zaman sizler onun yüzünü göremediğiniz için, benim anlatımım pek de anlamlı olmayabilir...
"O kıvrak zekanın ilk izlerini bu cümlede yakaladım" dersem sizler anlamış olacaksınız.
Gerisi kendiliğinden geliyor
- Tahsiliniz?
- Yüksek ortaokul.
-!..
İbrahim Bey devam ediyor;
"İlk ve Ortayı Kırşehir'de okudum. İyi resim yaptığım söylenir. Ortaokuldayken liselilerin ev ödevlerini yapardım. Sanatı seviyorum. Bizler 68 kuşağıyız. Bir çizgimiz var. Buralarda doğruyu söylemek Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya benzer."
"Emekli olduktan sonra burayı bir kooperatiften 49 yıllığına kiraladım. Gördüğünüz her şeyi ben yaptım. Burada iş yaptırmak da zordur. Oturduğumuz şu küçük köşkü tasarlarken çatısının da İskandinav tarzı olması hayal ettim. Gel gör ki ne mümkün!
Ustaya; çatıyı ne kadar da ''kaldır'' dersem ancak bu kadar kaldırtabildim. "Niye çatıyı yükseltmiyorsun?" dediğimde de "Öyle çatımı olur! Ben bunu senin dediğin gibi yaparsam herkes anama avradıma küfür eder" dedi.
Olmadı.. Çatıyı yükselttiremedik!
"Hep izlemişimdir; Tanrıdan kendine ''güç'' istediğinde, Tanrı da sana ''güç işler'' verir. Bunu başarabilirsen gerçekten de güçlü olursun" diyerek sözlerini bitiriyor.
Aslında daha çok şey konuşuyoruz.
Örneğin ''gününüzü nasıl geçiriyorsunuz?'' dediğimde;
Bir tarikat kurdum burada.
Adı "Şişe dipi bendi tarikatı."
Eş dost geliyor. Akşam güneş rakı burcuna girdiğinde soframızı kurup sohbet yapıyoruz. Sofrada konuşulan sofrada kalır. Sonrası mezar sessizliğine dönüşür" diyor.
Aslında hepimiz Polyannacılık oynuyoruz diye de sözlerine ekleme yapıyor.
Kendisini ziyaret eden gönül dostlarını anlatıyor. Hepsi de kariyer sahibi insanlar.
Bu arada benim aklıma Sn. Muzaffer Topak geliyor. O da Kırşehirli. Onu tanıyıp tanımadığını soruyorum.
1962 yılında sınıf arkadaşıymış!
"O ve kardeşleri çalışkandı. Biz ise yaramazdık..." diye cevap veriyor.
Bu arada oğlu eşimle derin bir sohbete dalmış, okumakta güçlük çeken bir kız çocuğunun durumu için bir şeyler yapıp yapamayacağını soruyormuş.
Eşim de bu soruyu bir kaç gün sonra yanıtlayabileceğini söylemiş. Bu yazıyı kaleme aldığımda, bu problem çözülmüş. Yani bu kız çocuğa yardım için bir yol bulunmuş.
Görüyor musunuz olanları!..
-!..
Meraktan bir yola sapıyorum...
Yol bulmakta zorlanan birine "yol" açılıyor...
-!..
İzah edebilir misiniz?
Her doğan gün, bir kapı kapanır, bir kapı açılır...
Allah'tan umudunuz kesilmesin...
Tabiat anayı izleyin....
Göreceksiniz!
İbrahim Bey, 100 dönümlük alana yüzlerce ağaç dikmiş. 500 den fazla ceviz ve benzeri....
Hemen hemen, hangi sebzeyi ararsanız var diyebilirim. Bize özenle baktığı bahçeyi gezdirdi...
Bu kadar mı tatlı olur...
Ahududu (Frambuaz)
Biber Dere otu
Arabamızı da ağzına kadar sebze ve meyveyle doldurduktan sonra "Almayanlara gönül koyuyoruz" diyerek bir incelik daha sergiliyor.
Bir ara ha bire fotoğraf çektiğimi görünce ''tepeye çıkalım oradan gölü daha iyi görürsüz'' dedi.
Beraberce yukarı doğru yürüdük ve tepeye gelince yere oturduk
İbrahim Bey anlatıyor.
"Bir gün buraya bir grup geldi. Meraklı bir bayanla aynen sizinle yaptığımız gibi buraya kadar yürüdük.
O, şu gördüğünüz taşa ayağı ile bastı ve gölü seyretmeye koyuldu..
Ona, biraz da otoriter bir tavırla "Ayağınızı oradan çekin" dedim.
Çok şaşırdı ve "ne oldu?" diye bana sordu.
"Görmüyor musunuz? Tanrı'nın paletine basıyorsunuz" dedim ve devam ettim.
"Şu kaya parçasının üzerine bakar mısınız? Ne çok renk var değil mi? Üstelik her sene bunun üzerinde ot ta bitiyor! Görüyor musunuz?" diye ona cevap verdim.
O da çok şaşırdı dilerim ki daha sonra beni anlamıştır...
Yaptığım aslında bir şakaydı ama içinde derin manalar taşıyan bir şaka...
İnsanımız görmüyor sadece bakıyor diye cümlesini sonladı...
-!...
Aklıma bir dönem, Milliyet Gazetesi'nde yayınlanan yazılarımdan biri geldi...
"Bakmak ve Görmek"
"Ortak akıl" diye seslendirdiğimiz ama bulmakta güçlük çektiğimiz işte bu...
Çuğun Göleti
Biliyorsunuz (!) hatmi çiçeğini çok seviyorum...
Duruşunu (!) seviyorum...
Kendi başına, tavrını (!) seviyorum...
Dik duruşunu (!) seviyorum...
Kendi dünyasını yaratmasını (!) seviyorum...
Her türlü şart altına ayakta kalabilmesini (!) seviyorum...
Bu tavrı sergileyebilen insanları çok seviyorum....
Bir ara gözüm saate takıldı...
Cennet misali bu yerde tahmin ettiğimde çok daha uzun bir zaman kalmışız.
Ayaklarımız geri geri de olsa bu güzel insanlarla vedalaşıyoruz.
İstikamet Ankara....
Köprüye geldiğimde fotoğraf için vaktin iyice geçtiğini görüyorum.
Ama oldu bir kere... Hızlı davranıp bir kaç kare almak için çaba sarf ediyorum.
Çeşnigir Köprüsü
13.Yüzyıl / Selçuklu Dönemi
700 yıldan bu yana ayakta. Zaman zaman tamamı su altında kalsa bile...
Estetik nedir? sorusuna cevap olabilecek nitelikte bir örnek.
Bir diğerini (!) gördükten sonra " İşte bu değildir" diyebilirsiniz.
Gün batımı hızlandı...
Pek çoğu yolda geçen 2 güne bu kadar sığdı...
Bu gezi, bu iyi insanları tanıdığım için maksadına ulaşmış demektir.
Bu gezi bir çocuğa (!) az da olsa okuma imkanı tanıyabilecek ise, maksadına fazlası ile ulaşmış demektir.
Okuyup yazanla okumayanlar arasındaki fark,
ölülerle diriler arasındaki fark kadardır.
Aristo
Mehmet Emin Bora
29 Eylül 2007 / Ankara