My Bahşiş!


Karadeniz Gezi Notları
II. Bölüm

Bayburt'tan güzel duygularla ayrılıyoruz. İlk fırsatta bu güzel ili tekrar ziyaret edeceğiz.

Tabii ki Gümüşhane'yi de...

Gümüşhane'nin 450 tane yaylası varmış!

Hiç aklınıza gelir miydi?

Dilerim ki, onların bir kısmını görmek bize nasip olur.

Bayburt'tan ayrılarak Çaykara istikametine doğru yol alıyoruz.

Yol tek kelime ile muhteşem.

 

Büyük kentlerdeki beton yığınlarından, iç içe, vıcık vıcık yaşamaktan o denli bıkmışım ki!

Yol, Soğanlı Geçiti'ne doğru yükselmeye başlayınca arazideki bitki örtüsü de değişmeye başladı. Yüksek kesimler Temmuz ayının sonu olmasına rağmen Nisan veya Mayıs ayını yaşıyor gibi...

Geçit Bayburt'un kuzeyine düşüyor.

Bu güzergahı kullanarak önce Çaykara'ya varmak, daha sonra da Uzun Göl'de bir gece konaklamak istiyoruz.

Soğanlı Geçiti bir başka güzel. Müthiş bir hava var.

Yol Kuzey Karadeniz'e doğru inmeye başlar başlamaz, flora zenginliği hemen dikkat çekiyor.

Toprak olan yol, yağan yağmurlardan aşınınca sert kaya parçaları dışarı çıkmış. Sürekli olarak hem arabanın önüne hem de görebildiğiniz son noktaya bakmak zorunda kalıyorsunuz.

Ciddi bir trafik de var..

Bu görüntülere çok da aldanmayın. Eylül ayından sonra bu yolda birilerine rastlayacağınızı hiç sanmam. Karşılaştığımız bir minibüs sürücüsü İzmir'den geldiğini söyledikten sonra "nereden düştüm ben buralara" diye mırıldanıp duruyordu.

Zaman zaman bulutların üstünde olmanız, çok farklı bir duyguyu tatmanıza sebep oluyor.

Yol boyu gördüğünüz çiçekler insanı tek kelime ile alıp götürüyor.

Aşağı doğru inerken bu noktadan vadinin derinliklerini görmeye başlıyoruz.
Daha doğrusu, bize öyle geliyor...

Çok kısa bir süre daha yol alınca "vay canına" demek durumunda kalıyoruz.

Şoför eğitimi için yapılan pistlere benzettim...

İnsan, hangi yöne bakacağını inanın ki şaşırıyor. Yavaş yavaş yerleşim bölgesine yaklaşıyoruz.

 

Her dereden su akıyor.

Bir Ankara'lı olarak hasetle baktığım tek şey, bu tür (!) manzaralar oldu diyebilirim!

Bu kızımızı, sırtında kendinden büyük bir yük ile yakaladım.
O da bana arkasını döndü...

Her nedense sırtında yük taşıyan çocuk, kadın veya yaşlı bir erkek beni derinden yaralar.


Neden!

İlk ikisini;

"Neden buna mecburlar ki" diyerek sorgularken, sonuncusuna "hayatı ıskalamanın acı bir sonucu" diye bakarım. Bu ülkede; ilkeliysen, evrensel değerleri benimsersen, kırmızı çizgilerin varsa, tutarlıysan, sistemin adamı değilsen ve benzeri medeni tavırları sergilersen...

İşin zor be!

Böylesi anlarda aklıma kemanî Serkis Efendi'nin nihavent makamındaki mâlum ve meşhur şarkısı gelir.

Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime

Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime

Korkuyorum her halde...

Başka adı olabilir mi?

Özde benim için, "çaresizliği vurgulayan her görüntü" tek kelime ile hüzün vericidir.

Gel de üzülme, böylesine bir durum kader ile tanımlanabilir mi?

Örnek yukarıda, kaderleri bu diyebilir miyiz?
Onlar, bu yaşta bu yükün altına niye girerler ki...

Gönüllerini almaya çalışarak fotoğraflarını çekiyorum.

Yıllar sonra bir gün kendilerini bu sayfalarda bulacaklarına da yürekten inanıyorum...

O zaman, sizce de hoş olmaz mı?

Bu küçük abla, sırtından yükünü bir türlü atamıyor...
Ama onu da güldürmeyi başarıyorum...
Ne kadar masum ve temizler...

Uzun Göl Girişi

Akşama doğru son derece yorulmuş bir vaziyette kendimizi Uzun Göl'e atıyoruz.

Sabah 07:00 den beri yollardayız.

Gümüşhane - Kelkit - Şiran - Tomara Şelalesi,

Dönüşte tekrar; Şiran - Kelkit - Köse - Bayburt - Soğanlı Geçiti - Çaykara - Uzun Göl.

Hepsi aynı gün içinde....

11 saattir sallanıp duruyoruz...

İç organlarımız yoruldu.

Harita üzerinden hesap ettiğimde 320 km civarında da bir yol kat etmişiz.

Otellerde yer bulmakta zorlanıyoruz.

Bir kişilik oda 90 YTL...

Buna karşılık olarak sadece "sandık" kılıklı bir oda ile kahvaltı veriyor.

Biz çaresiziz, onlar da bunun farkında....

Mecburen odaları tutuyoruz.

Yerleşip banyo yapmak istiyorum.

Banyoda duşu açtığım zaman, karşı duvara su fışkırtan bir düzenekle karşılaşıyorum.

"Bu ne haldir" diyene kadar o civarı çoktan sular seller götürmüş oluyor.

Dolayısıyla tuvalet kağıdı ile vedalaşmış oldum.

Klozetin çerçevesi malum nahiyenin baskısına rağmen kısa mesafeli gezilere çıkıyor...

"Neremi kıstıracağım" diye düşünmekten...

-!..

Evet anladığınız gibi...

Eşyaları üstün körü odaya bırakıp akşam yemeği için o civardaki en ünlü tesise gidiyoruz.

Bu arada Erinç yarı baygın, İçişleri Bakanı'na (!) tekmil veriyor.

- İyiyim iyiyim...

Yolculuk bitti üstünden 7 gün geçti. Erinç hala bana "yorgunum" diyor..

Neyse, yemek için masaya oturuyoruz.

Garson geliyor. Malum diyalog.

Her yer alabalık çiftliği. Hava serin. Biz kurt gibi açız, kısacası tüm şartlar oluşmuş vaziyette.

Balık yiyeceğiz. Garson not alıyor ve akabinde soruyor;

- Ne içersiniz?

- Varsa bir duble Efe alayım, yoksa Burgaz da olur, diyorum.

-!..

Aradan bir ya da iki saniye geçiyor. Garson gürlüyor.

- Fanta, gazoz, kola, ayran. Seç!

-!..

Başım dönüyor. Ne yapsam ki! diye düşünüp duruyorum.

Şimdi beni yakinen tanımayanlar "adam akşamcı herhalde" diye düşünecektir.

Evet içerim. Hem de zalım içerim.

Aylık ortalamam kesinlikle 2 duble olur.

Dedim ya zalım içerim...

-!..

Burada içilmez ise nerede içilir?

Bu dayatma niye ki!

İçince zıvıtıyorsan!

İçme yahu!

Dört seçeneğin hepsine muhalefet şerhi koyuyoruz.

Neyse, ben bunları düşünürken garson bir anda toz oluyor.

Takriben 45 dakika sonra elinde iki balıkla geliyor.

Bu arada biz salatayı çoktan diplediğimiz için balık, ekmek, su üçlüsü ile yemeği bitiriyoruz.

Sanki savaştayız...

İstikamet otel.

Hiç konuşmadan doğru yatağa...

Kafamı yastığa koyar koymaz da yallah...

Rüyamda, avcıları kitap okurken görüyorum.

Bakanlık yetkilileri, koruma kontrol çalışmaları yapıyor.

Av turizmi acenteleri, kendilerini Türk sanat müziğine adamış!

Koro halinde içten içten, yanık yanık şarkı söylüyorlar.

"Kendim ettim kendim buldum...
Gül gibi sararıp soldum eyvah eyvah"

Rüyanın en tatlı yerinde büyük bir gürültü ile uyanıyorum, ter içindeyim.

"Hayırdır İnşallah" dedikten sonra kulak veriyorum.

Sıradışı bir durum var.

Seslerden algıladığım kadarı ile bir Arap aile ve 30-40 çocuğu, bir odaya yerleşmeye çalışıyor.

50 de olabilir!

Saat 10:20 gibi...

"Şeytana lanet" diyerek, diğer yanıma devrilip uyumaya çalışıyorum.

Aradan 20 dakika kadar bir süre daha geçiyor, tam dalacağım...

Bu sefer çok daha yüksek bir sesle uyanıyorum.

Arap'ın kapısı şiddetle çalınıyor ;

Tık tık tık...

Tık tık tık...

- Eksüz mi!

Tık tık tık...

- Eksüz mi, eksüz mi!

 My bahşiş...

Otel personeli, yırtınıyor...

Arap tam siper...

Çıtı çıkmıyor.

Bizimki azimli.

Tık tık tık...

- Eksüz mi!

Tık tık tık...

- Eksüz mi!

  My bahşiş...

Bu sürekli saldırı karşısında Arap nihayet çözülüyor ve kapıyı açmak zorunda kalıyor.

(Bu arada ben iyice ayıldım. Not defterime bu diyaloğu kaydediyorum)

Bizimki papağan gibi durmadan "My bahşiş" diyor, başka bir şey, başka bir şey....

Başka bir şey diyemiyor!

Arap "laga luga, trışka, nah, mafiş, yallah yallah " gibi bir şeyler diyor, onu da bizimki anlamıyor.

Durum kel mi!

Kel.

Arap bahşişi ertesi güne ertelemek için vücut dilini kullanıyor. (Bunu ben sallıyorum)

Şöyle;

Arap sağ elini önce yukarı açıp, sonrada bilekten yere doğru saat yönünün tersine çevirerek, ödemeyi erteleme çabası içinde... Kısacası "sabah ola hayrola" diyor. Bu anlamlı hareket son kelime olan "yallah yallah" ile birleşince...

Bizimki bunu bir seferde anlıyor ve hemen cevaplıyor.

- Tomorrow ben olmam burada!

Benim koptuğum an işte bu...

Arap bunu anlar mı!

Senelerdir sözde aydınlar (!) sana TV ekranlarından İngilizce öğretiyorlar…

Pes yani…

"Tomorrow weekend ben olmam burada" desene be canım kardeşim...

-!..

Her ne oluyorsa oluyor. Bizimki gidiyor.

Ben de yatıyorum.

Saat 11:55

30 çocuk üst kata çıkıyor 250 tanesi aşağı iniyor...

Avcıyım asla abartmam.

Kundaktakiler, yattıkları yerden solo yapıyorlar.

Bu seslere 2 erkek, 2 de yetişkin kadın sesi ilave olunca, ben benlikten çıkıyorum.

Don paça koridora çıkarken kapıya bir vuruyorum.

Pir vuruyorum. Kat inliyor.Canım yanıyor.

Gözlerim beni neredeyse terk edecek, burnumun 10 cm. önüne çıkmış, fıldır fıldır..

Aslında pörtlemiş demek lazım.

Dolgulu da olsa, kesici dişlerimi gösteriyorum.

Kol saatimi öne çıkartarak "bak" diyerek bilekten sallıyorum.

Sanırım ki sadece yüzümün o hali, problemin çözümü için yeterli oluyor.

Arap'lar derhal ricat ediyor.

Kafasını kısan, odasına gidiyor.

O saat oteli bir sessizlik alıyor ki...

Sormayın gitsin.

Mütareke sağlandı ama...

Şimdi de uyu ki uyuyabilirsen.

İşte Uzun Göl'de, uzun bir gece...

Oteller!

Çok klasik bir kare ama...

İlk defa 15 sene evvel gelmiştim. Yolu yoktu. Şimdilerde helikopter pisti yapılmış!

"Uzun Göl Turizm Bakanlığı tarafından acilen denetlenmeli" diye düşünüyorum.

Otel adı altında, pansiyonlar her tarafı sarmış.

Sadece gelen turistlerden "ne alabilirim, ne koparabilirim" diye düşünenlerden oluşan bir işletme şekli her yerde ağırlığını hissettiriyor.

Bu hakim görüş, yaylalar dahil her yerde yaygınlaşmış...

Karadeniz yaylaları Turizm Bakanlığı'nın atış menzili dışında mı!

Yazık ki ne yazık...

İstikamet Ayder Yaylası..

 

Yapmadığınız atışların % 100'nü ıskalarsınız

                                                                   Wayne Gretzky

 

II. Bölümün sonu
Devam edecek...

 

Mehmet Emin Bora

06 Ağustos 2007

Çamlıdere

Bu yazı 9696 kez okundu...