Hatmi Çiçeği ve Kardelen


Hatmi (Flos Altheae)

Sizi bilemem ama benim favori çiçeğim Hatmi. Bu sevgi, yıllar süren gözlemlerimin sonunda oluştu...

-!..

28 senedir Ankara''da aynı evde oturuyorum. Balkondan baktığımda, onun her sene aynı yerden bana el salladığını görürüm.

"Ben öyle hissediyorum" diyelim.

Beton yığınlarının arasında kendince (!) bir mücadele veriyor.

Türünün, varlığını sürdürme çabasında.

Yılmıyor...

Semt sakinlerinden, şimdiye kadar ona su veren hiç kimseyi görmedim.

İnsanların pek çoğu onun varlığının bile farkında değil.

-!..

İnsanlar sadece bakıyorlar!

Bundan da öte "görmeme gayreti" içindeler...

Eğer görürlerse, belki de su vermek gerekecek!

Bu farkındalığı yaşamak yerine, en iyisi "görmemiş olmak".

Toplumsal sorunların çözülememesinin altında yatan problemlerin biri de bence bu.

İp, bu noktada da kopuyor.

-!..

Hatmi çiçeğini çok seviyorum. O yaşadığı tüm olumsuz koşullara rağmen, bildiği işi yapıyor.

Güzelliğini sergiliyor.

Kendine özgü bir duruşu var!

İnsanlar çiçeklerden örnek alabilir mi?

-!..

Mutlaka "alan vardır" diye düşünüyorum.

Gülhatmi, solunum yollarından rahatsızlık çekenler için aynı zamanda bir ilaç. Vücuda rahatlık verirken, nezle ve öksürükten kaynaklanan şikayetleri giderirmiş.

Bu konuda daha geniş bilgilenmek için kütüphanemi kurcalarken Sn. Ali Üstay''ın kadim dostu Sn. Yaşar Buluç Beyefendi''nin "Durusu Parkın Gerçek Sahipleri" adlı eseri gözüme ilişti. 33. sayfada "hatmi" ile buluştum. Sadece Latince adı benim bulduğum kaynaklardan farklılık arz ediyor. Neden acaba? (Hibiscus syriacus.)

Sn. Ali Üstay''ın ismini andım. Yeri geldi bir tespit yapalım.

Bilinenin, daha da doğrusu "arzu (!) edilenin" tam aksine, zaman zaman Sn.Ali Üstay ile görüşüyorum. Hem de karşılıklı sevgi ve saygı çerçevesi içinde.

Sadece onunla da değil! Sn. Halil Gülcur ile de...

Bu kadar söyleyebilirim.

Yanılmıyorsam 3-4 ay öncesi idi. Sn. Ali Üstay''dan bir paket geldi. İçinde de her zaman olduğu gibi yine kitap vardı.

Bu sefer 2 tane!

Eşimin rahatsızlığından dolayı 2 ay elimi bile süremedim.

    

Neyse ki şimdi işler yoluna girdi de, rutini yaşamaya döndük.

"Annemin Yemek Kitabı" adlı eseri çok hızlı okudum. 32. sayfaya kadar kahramanların adlarını değiştir, 3 aşağı 5 yukarı benim aile yaşantım ile büyük bir benzerlik içeriyor. Her yeri geldikçe yazıyorum. Bu yılın sonunda sürekli olarak tam tamına 50 senedir Ankara''da yaşamış olacağım. Dolayısıyla Sn. Üstay''ın yazmış olduğu her şeyi ben de yaşadım.

Çok sıcak bir giriş olmuş. İnsanı alıp götürüyor...

Kapağına da bayıldım doğrusu.

Bunun dışında gözüme çarpan (bence) önemli birkaç şey var. Verilen tariflerde ölçekler kimi zaman kg. ile tanımlanırken kimi zaman da okka ve dirhem denilmiş. "Aslına sadık kalınmalı" denilse de, yeni neslin anlayabilmesi için "okkanın ve dirhemin bugünkü karşılıkları bir yerlere yazılabilirdi" diye düşünüyorum.

Hepsinden de önemlisi 91. sayfadaki not!

"Bütün reçetelerdeki (bardak) kelimesi, (çay fincanı) kelimesi ile değiştirilecektir."

-!..

Bu sayfaya kadar 59 tane çeşitli tarif var!

Bu ikazı görmeden "işbaşı" yapanların hali ne olacak!

Zannediyorum ki bu ikaz matbaaya yapılmış, ama iş işten geçmiş. Dilerim ki 2. baskısı olur da bu eksiklikler giderilir.

Bu küçük eleştiriden beklediğim bir tek şey var!

İkinci baskı, içindekiler gibi daha da tatlı olsun.

Diğer kitabın önsözü ise, son derece duygusal olmuş...

Sn Üstay''ın avcılıkla ilgili yaşam felsefesinin ip uçları burada...

"65''ime yeni girdim!

Yarım yüzyıldan fazladır bacaklarımın beni dağlarda taşıyabildiği için Tanrı''ya şükrediyorum"

Dağlarda yalnız kaldığında hatıralarını yeni baştan yaşadığını ifade eden Sn. Üstay;

"Bu dağlarda ayak izlerimi bırakabilmek,

Onların insanları ile tanışabilmek

Onların flora ve faunası, yerel yemeklerini tadabilme,

Suyunu içebilmeyi bir "şans" olarak addederken

"Onurlandırıldığımı hissediyorum." diyor.

Kitapta çok güzel fotoğraf kareleri var. Her birinin öyküsü olduğuna da, adım kadar eminim.

İşin en keyifli yanı burası da...

Bu keyifi yaşayabilmenin olmazsa olmazları var!

Ciddi bir ekonomik gücün yanı sıra; Bilgi, kültür ve yılların ona sağladığı -ki aslı aileden gelir- bir görgüye ihtiyaç duyulur.

Bu dört temel unsurdan herhangi birini, bir an için yok sayın!

Aksaklığı hemen göreceksiniz.

Bu noktada açıklanması gereken önemli bir nokta var.

Bilgi ile kültürü karıştırmayalım.

Varlıklı olmayı da görgülü olmayla...

Örneğin, kültür, içerisinde yaşam tarzını barındırır.

Kültürün içinde bilgi vardır ama, bilginin içinde kültür yoktur.

Varlık sonradan edinilebilir. Ama gücü, görgüyü satın almaya muktedir değildir.

-!..

Kendini avcı zannedenlerin "300-500 vurdum" diye yırtınmaların altında bu eksiklik yatar.

Az gelişmiş ülkenin makus talihidir "görmemişlerin oğlu olmak"

Anadolu''da bu tür insanlara;

"Anan turp, baban şalgam, sen içinde gülbeşeker"

Veya

"Anası soğan, babası sarmısak, bir başında yuları eksik" denir.

Her iki benzetmede ince bir zeka ürünüdür.

13/07/2007 - Çamlıdere

Sistemin yarattığı bu sonradan görmelerin ikincil işi, Bedesten''e gidip mümkünse bir "paşa dede resmi" aramaktır.

Bir kaç antika, arzu edilen temayı güçlendirir.

Onların "yol haritası" budur. Hasbel kader yakın temasa geçerseniz, çiğliğin kokusunu buram buram algılarsınız.

Öncelikli bir tek amaçları vardır.

Ünlü olmak.

Varsayalım ki bu kişi ava merak sarmış olsun.

Görgüsüzlük, onu "öldürmekle sonsuza dek yaşayacağı" sanısına iter.

"En büyük ayıyı ben öldürdüm diye" bağırır durur.

Gerçek anlamda dostları olmadığı için, yakın çevresinde "bunun çok önemli bir şey olmadığını" ona anlatacak da yoktur.

Ne acıdır ki, böylesi bir hezeyana kapılan zavallıların "şak şakçı"sı da her zaman çok olur.

Bu sözlerim, doğayı bir türlü algılayamayan "bir şey (!) olmak" için 21. yüzyılda öldürmeyi marifet zannedenleredir.

Doğayı bilen, kendini bilir.

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için somut bir örnek vermek istiyorum.

Çok değil bundan 15 gün önce yabancı bir yayın kanalında Afrika''da su aygırı avlayan bir avcıyı gösteriyordu. Yerlinin biri su kenarına çatal bir sopa dikti. Avcı, silahını bunun üzerine koydu, bu zahmete (!) katlandı. 200 metre ötede nefes almak için su yüzüne çıkan su aygırına ateş etmek sureti ile hayvanı öldürdü. (Avladı diyemiyorum)

Çok sayıdaki görevliler büyük bir uğraşı sonunda su aygırını dışarı çıkardılar. Göğsünün üzerine yatırabilmek için en az 30 kişi bir süre daha uğraşmak zorunda kaldı. Hayvanın ağzını açıp içine kalınca bir sopa soktular. Avcı (!) bu karede yerini aldı ve fotoğraf çektirdikten sonra sağ elinin baş parmağını yukarı çevirerek "ok" anlamına gelen malum işareti yaptı.

Şimdi sizlere soruyorum.

Avcılık, bu mu?

-!..

"Görgü" gibi "merhamet" de sonradan oluşmaz ki!

Çamlıdere/ 2007

Sn. Ali Üstay yazısına şöyle devam ediyor.

"Binlerce aroma kokladım, yeşilin grinin, mavinin ve kahverenginin binlerce tonunu gördüm.

Fakat sevgili dağlarda yeterince olamadım.

Şimdi dağ günlerimin sonuna yaklaştığımı hissediyorum.

Daha hızlı yoruluyor, daha uzun dinleniyorum.

Bu nedenle dağlar gitmeme izin vermeden önce bu kelimeleri bir araya getirmeyi düşündüm."

Düşünebiliyor musunuz Sn. Üstay daha doymamış!

Nasıl bir tutkudur bu!

-!..

Sn. Üstay doymamışsa- ki doymamış- bizlerin gözü açık gideceğimiz tartışılmaz bile.

Sn. Üstay ülkemiz için -benim ölçülerime göre- son yüzyılın, hatta belki de gelecek yüzyılın en büyük 2 avcısından biri.

-!..

Diğerini merak ediyorsunuz...

Sn. Mehmet Adakan.

Her ikisinin de üretim konusunda büyük emekleri var.

Bu işi, usulünce yapan iki büyük avcı.

Kendilerini yürekten kutluyorum.

Bu ayrıcalık ancak seçilmişlere nasip olabilir.

Sn. Üstay, "Onurlandırıldığını" düşünmekte "yerden göğe kadar haklıdır" diye düşünmekteyim.

Dilerim ki daha uzun yıllar gönlünce yaşayabilsin.

Çok sevdiği dağlardan uzak kalmasın.

Avcı yoksa "kardelenlerin boynu bükük kalır" diye düşünmekteyim.

 

Sn. Ali H. ÜSTAY

Sn. Üstay,

Dilerim ki genç avcılara örnek olacak kazanımlarınızı, yeni kitaplarınızda okumak şansına sahip olabilelim. Bu toplumun, buna şiddetle ihtiyacı var. Her iki kitap için de teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.

Ellerinize sağlık. İyi ki varsınız.

2107 de yaşayacak olan avcı kardeşlerim,

Bu ülke, benim şahidi olduğum zaman diliminde sayıları sınırlı da olsa, hemen hemen her alanda çok ciddi birikimlere sahip donanımlı insanlar yetiştirdi.

Acı olan odur ki avam (!) bu "değerleri" sözleri ile eylemleri ile "yok" saymaya çalıştılar.

Onların ellerinde "iftira" gibi son derecede güçlü bir silahları vardı.

Yalan, sıradandı.

Ortak paydaları olan "menfaat"i kendilerine pusula yaptılar.

Çoğu zaman da başarılı (!) oldular.

Acıdır ama, vasat (!) buna uygundu.

Ekonomi için geçerli olan "kötü para iyi parayı kovar" kuralı, "beşeri sermaye" için de doğruluğunu kanıtladı.

Avcılık, (Yabanhayatı İdaresi) bu ülkede bir yerlere gelemediyse, bunun büyük ölçüde sebebi sadece ve sadece bizler, yani tecrübelerden kazanım çıkaramayan, günü birlik yaşayan avcılardı.

İdare!

-!..

İdare avcılara uydu!

İnsanını -eğitmek sureti ile- değiştiremeyen bir toplum, sistemini değiştirmeyle başarıya ulaşamaz.

Küçük menfaatlerimiz uğruna, geleceğimizi heba ettik ve etmeye de devam ediyoruz.

Bu böyle biline...

 

 

"SÖZCÜKLER BİR ADAMIN ZEKASINI GÖSTEREBİLİR,

AMA AMACINI GÖSTEREN EYLEMLERİDİR"
                                                                                                    Benjamin Franklin

 

 

Mehmet Emin Bora

16 Temmuz 2007 / Ankara

Bu yazı 6835 kez okundu...