Askerlik ve Avcılık-6


 

Atmaca Karakolu'nun çevresinde kontrol çalışması yapacaktık. Ama bu karakola gitmek, başlı başına bir işti. Yol uzun ve arazi şartları kötü idi.

Takımda ulaşım aracı olarak bir at, bir de katır vardı.

Ata ben, katıra da Veli Çavuş biniyordu.

Dolayısıyla erler, yaya olarak bize refakat etmek mecburiyetindeydi. Bu hem komik, hem de çirkin bir görüntü oluşturuyordu.

Çirkindi, çünkü onca yolu siz atla giderken, birileri sizin yanınızda bu yolu yürüyerek kat edecekse! Bu durumdan hoşnut olmak imkansızdı.

Komikti, çünkü ben önde atla giderken, Veli Çavuş'un arkamdan katırla gelmesi, bana Don Kişot - Şanso Panso ikilisini hatırlatıyordu.

 

Atmaca Karakolu'na giderken

Takım merkezinden kuzey batı istikametine doğru yönelince bir saatlik bir zamandan sonra şimdi ismini hatırlayamadığım bir köye geliyorduk. Yaya olan erler, burada benden izin alarak köye gidiyorlar ve o köyden emanet at alarak bize iştirak ediyorlardı. Çözüm olarak sadece bu seçenek vardı.

Kıyamet de bu saatten sonra kopuyordu.

Jandarma erleri tezkere alana kadar jokey oluyorlardı

Köylülerden emanet olarak aldığımız atlar, yörenin yollarına alışkın oldukları için çok hızlı koşuyorlardı. Kadrolu atımın ve tabii ki Veli Çavuş'un katırının bunlara yetişebilmek için sarf ettiği gayret, cidden görülmeye ve takdir edilmeye değerdi.

Sadece atımı değil, beni de izlemeniz lazımdı!

Kovboy filmlerinin etkisinde kalmış olacağım ki, hızla giderken yapılması gereken tüm hareketleri becerebiliyordum.

Beni gören kırk yıllık Jokey zannederdi...

İşin bilinemeyen tarafı, düşmemin an meselesi olmasıydı!

Çünkü "kadrolu" "dur" deyince durmuyordu! Komuta, ben de gibi görünse de, işin aslı başkaydı.

Ben, sadece grup çalışmasının bir parçasıydım!

Ata çok çok iyi binen erlerin atı durunca, benimki de duruyordu.

Askerler bir yön tayin edip de, "dehhh" der demez... Oldu! Hadi artık tut tutabilirsen...

"Biz de gidecek miyiz? Gitmeyecek miyiz!" tövbe Allah, bir kere bile kararıma itibar ettiğini görmedim!

Dıgı dıg, dıgı dıg...

Uçuyoruz!

Üstelik, en arkada olan da benim!

Dışardan bakıldığında, hepsini önüme katmış gibi görünüyorum ama...

Şekil yanlış...

Ordusunu kovalayan komutan durumlarındayım...

!..

Görüntü, sürekli bu...

 

Bir vadiye geldik. Kar yolları kapamış, su, kardan oluşan bir köprünün altından, deli deli sesler çıkararak akıyor. Müthiş bir manzara. Her faniye nasip olmaz.

Dinlenmek için mola verdik, atların burnundan çıkan buharlar zaten gizem dolu ortama başka bir hava veriyor.

Havadan yana zenginiz!

Karşı kıyıya da geçmemiz şart.

Veli Çavuş köylülerden aldığımız atlardan birinin üzengisini çekerek, kardan oluşan köprünün yanına getirdi ve atın arka tarafına geçti. Ne yapmak istediğini sorduğumda bana "At, köprünün yıkılıp yıkılmayacağını bilir, hisseder" dedi.

At!

-!..

At bilirkişi konumunda!

Seyretmekten başka çarem yoktu.

Gerçekten de at köprünün başına geldi, ön ayağı ile bir iki eşindi, bir düşündü, ölçtü biçti ve geçti!.

Gözlerimle görmesem inanılır gibi değil...

Şimdi "kardan köprü nasıl olur" diye düşünüyor olabilirsiniz.

Bu sahneleri fotoğraflayamadım. Çünkü hava kapalı ve yeterli ışık yoktu. Çekilemez miydi? Hayır bunu demek istemiyorum. O anda bunu ben çekemezdim. Fotoğraf makinesi taşımak çok zordu. Halis isimli bir erin boynunda asılı olarak duruyordu. Her an, "al-ver" ile uğraşacak zamanımız da yoktu.

Bu sene Artvin'de benzeri bir köprü gördüm ve onun fotoğrafını çektim. Asla Şemdinli'dekilere benzemez. Ama size en azından bir fikir verebilir.

.

Ortası yıkılmış!

Daha sonra sizlere Şemdinli hakkında anlatacağım bir öyküm daha var. Şimdi bu öykünün kahramanı 1964 yılında Şemdinli'de benzer bir fotoğraf çekmiş. Arkadaşlarım, benim adıma rica ederek aldı.

Bu kare, belki "kardan köprü" hakkında şimdi bir fikir oluşturur!

Sn. Sadi Uysal
Sürünüs Vadisi - Tisi Deresi - Diman Yolu
1964 / Şemdinli

Neyse, tek tek sırayla köprüden geçerek bir süre dinlendik. Daha sonrada Atmaca Karakolu'na gittik. Tespit çalışmaları yaptık. İz sürdük, vakit bir hayli geçmişti. Alaca karanlığa kalmıştık. Dolayısıyla hızla dönmemiz gerekiyordu. Ben "dönüyoruz" der demez, askerler de "dehh" dedi.

-!..

Seçme şansım hiç olmadı!

-!..

Yol dar olduğu için atlar ister istemez birbirini takip ediyordu. Hasbel kader bu sefer önlerdeydim.

İte kaka, en azından "plase" durumunu muhafa ediyordum. Bir düzlüğe geldik. Grup birbirinden iyice koptu. İlk virajı geçince (!) sayıca azaldığımızı fark ettim. İster istemez durduk. Arkadan gelen giden yoktu! Hemen geri döndük. 100 metre geride at tökezlenmiş Halis de fena halde yere düşmüştü. Doğruca yanına koştuk.

Omuzuna el sürdürmediği gibi "böğrüm ağrıyor" diyordu!

Hızla karar vermem lazımdı. Toplam 5 kişiydik. Halis'in yanına 2 kişi bıraktım.

Veli Çavuş'la atlara bindik ve uçtuk...

Bunun başka bir adı olamazdı. Gecenin zifir karanlığında atların gemini saldık.

Başımızı da, atın boynuna doğru olabildiğince eğdik. Çünkü atlar zaman zaman ağaçların altından geçiyordu.

Gözümü sık sık kapadığımı dün gibi hatırlıyorum. Hatta şapkamı çalılardan birine astım!

Kısacası, ata emanettik!

Takriben 1 saat sonra takıma ulaşabildim. Bol miktarda battaniye ve gerekli sıhhi malzemeyi Jeep'e koyduktan sonra bir de asker alarak kaza mahaline gitmek üzere yeniden hareket ettik. Arabamı oraya götürmenin büyük faydasını gördüm.

Atla 1 saatte geldiğimiz yere, araçla 2 saate yakın bir zaman içinde ulaşabildik.

Halis'i arabaya alıp takıma döndüğümde saat gecenin 03.00 olmuştu.

Takım ayaktaydı. Ne yapacağız diye düşünürken erlerden biri, kırık çıkık işlerinden anladığını söyledi.

Yeni yüzülmüş bir hayvan postunun sırtına sarılması gerekirmiş!

Gecenin o saatinde bir hayvan keserek bu işlemi uyguladılar. Ben Halis'e ağrı kesici verebildim.

Yanlış hatırlamıyorsam kolu çıkmıştı, o gece ite kaka yerine yerleştirdiler. Halis 20 güne yakın tek kolu askıda dolaştı.

Sabaha doğru 05:00 gibi yatağa girebildim. Bu sefer manen de yorulmuştum!

Ertesi gün öğlene doğru uyandım. İlk işim Halis'in yanına gitmek oldu. Ağrısı vardı ama dün geceye göre daha iyiydi. "Anlat bakalım nasıl oldu" diye sordum. O da köylüden aldığımız atlardan birine binmiş!

Viraja girince dengesini kaybetmiş. Omuzunda asılı duran fotoğraf makinası da ister istemez savrulunca Halis bir anda kendisini yerde bulmuş...

Yere düşünce de fotoğraf makinesi altında kalmış!

Böğründeki ağrının sebebi bulunmuştu. Vücudunun altında kalan fotoğraf makinesi, kaburgalarını ezmişti.

Bu arada makinenin üst kısmı tamamen çökmüştü. 3-4 sene öylece kaldı. Sonra bir tamir gördü, hala saklarım!

Bence görevini fazlası ile yaptı.

İnsanın insana vefa duygusunun kalmadığı bu ortamda, eşyaya duyulan bu yakınlığımı manasız da görseniz, hoşgörü ile karşılayacağınızı umud ediyorum.

Bir fotoğraf karesi ne çok şey anatıyor değil mi?

Zaman zaman, "keşke ben de gamsız bir çoban mı olsaydım acaba!" diye düşünürüm!

Günler geçiyor, havalar ısınıyordu. Çocuklar karakoldaki yaşama intibak etmişler, hatta sıra dışı bu yaşam bir ölçüde de olsa onları cezbetmişti.

Şemdinli'nin ünlü karakovan balını zannedersem duymayan yoktur. Bir sabah karakolun çok yakınında bulunan bir araziye, Adana'dan geldiklerini söyleyen 2-3 kişi ve bir kamyon dolusu arı kovanı geldi. Kovanları araziye yerleştirdiler, çadırlarını kurdular. Yere bir kazık çakarak bir de ayı yavrusu bağladılar!

Beni, son derece rahatsız eden bu durumdan, çocuklar çok memnundu.

Ata biniyor,

ayıyı seyrediyorlardı.

Zaman içinde bu ayıyı müsadere ederek dağda bulunduğu mağaranın önüne bıraktırdık.

Çok uzun bir süre geçmedi. Önce Tolga yatağa düştü, ardından da Pınar.

Biz "nasıl olsa geçer" desek de yüksek ateş her ikisini de perişan etti.

Taburun doktoru yıllık izindeydi. Şaşkına döndük. Hakkari'deki alayda görevli doktordan ne yapmamız gerektiğini öğrenmek için telsiz başına geçtim. Gel gör ki, ben onun sesini kesik kesik de olsa duyuyordum, ama o beni hiç duyamıyordu!

Aramızdaki dağlar muhaberatı aksatıyordu. Bir garip durum yaşıyorduk.

Araya yardım maksadı ile Şemdinli'deki taburun telsizcisi girdi.

Ben Şemdinli'ye söylüyorum, o Hakkari'ye aktarıyor. Aynı yoldan da geriye dönüyor. Ama anlaşmamız mümkün değil.

Çünkü zaman zaman da olsa aynı sorun Şemdinli ile Hakkari arasında da var!

Ben "Çocuk ateşden yanıyor"derken,.

Hakkari "Ne sucuğu! Sucuk ateşte mi yanıyor! Tam anlayamadım tekrar et" diyordu.

Çıldırmak üzereydim. Yarım saate varan konuşmadan hiç bir sonuç çıkmayıca bölük komutanına "Ben Van'a gitmek istiyorum mümkünse gerekli yazışmayı dönüşte yapalım, dayanamıyacağım" demem üzerine Yavuz üsteğmen "tamam git" der demez hemen yola düştüm.

Vana gelince ara tara bir doktor bulduk. Doktor bize "birşey olmaz, kola içirin" dediğinde tükendiğimi hissettim. Eczaneden kendi bildiğimiz ilaçları alıp, tedaviye başladık. Bir gece Van'da yatıp ertesi gün takıma döndüm.

Sabahtan akşama kadar kimi zaman yürüyerek kimi zaman da atla sürekli olarak çevreyi dolaşıyordum. Bahar yavaş yavaş yüzünü göstermiş her taraf çiçeklerle dolmuştu. O güne kadar allerjik bir bünyem olduğunun farkında olamamıştım. Burnum sürekli akıyor, gözlerim kaşınıyordu.

Ben bu durumu soğuk algınlığına bağlayarak, bu akıntıları kesen bir ilacı sürekli olarak kullanmaya başladım.

Burnun aktı! Yut...

Hapşırdın! Yut...

Tıksırdın! Yut...

Bu arada "kadrolu" ile arayı düzeltmiştim. O da bana daha sıcak bakıyor, komutlarıma uygun tepki veriyordu. Tek sıkıntısı boynuna konan kocaman at sinekleri oluyordu. Sinek kovucuları boynuna sıkmamın verdiği ferahlık en fazla 5 dk. sürüyor daha sonra sineklerin biri gidiyor bini geliyordu. O kadar kötü ısırıyorlardı ki atın boynundan kan aktığına şahit olurdum.

Benim çaresizliğimi, gören Siso (Hüseyin Çelikbaş) ;

"Gomitan ben sana diyeyim ki bi şey yapasan!.. Vallah bi daha sinekler heç gelmiyrrr." deyince ben de patladım.

- Biliyorsun da niye söylemezsin be adam!

Siso köye gitti, elinde bir kağıt ile de geri döndü. İçinde kreme benzer beyaz bir şeyler vardı. Onu atın boynuna sürdü.

Sinekler toz!

İçimden, "tamam ilacı varmış, biz de alır süreriz" diye düşünürken Siso sordu;

- Bilirsen bu nedir!

- Nedir?

- Vallah tereyağdir...

-!..

Tereyağı düşünülenin tam aksine, sineklerin atın boynuna yapışmasına mani oluyormuş! Ben şahidim.

Son durumdan "kadrolu" da memnundu.

Atla haşir neşir olmam takımdaki erlerin de hoşuna gidiyordu.

Bir akşam üstü mesai saati sonunda takıma gelen yolun ağzındaki bariyerin önünden başlamak kaydı ile, takım çıkışına kadar olan 50-60 metre için bir yarış düzenledik.

Ben atla, erlerden biri de katırla, yarış yapacağız.

Katırla, beni geçeceğini iddia ediyor.

Ne biçim bir kanaat hasıl oluşmuşsa!

Hodri meydan dedik. Ben ata, o da katıra bindi. Bekliyoruz, start alacağız!

Bir anda üzengiler elimden kaydı. Ben de tekrar elime almak için öne eğildim...

Ondan sonrasını hatırlamıyorum.

-!..

Bayılıp attan tepe üstü yere düşmüşüm.

Tabi eşim feryat figan, çocuklar ağlaşır, erler koşuşturur ama bende hiç tepki yok.

Yatağa yatırmışlar ağzımdan sarı sarı köpükler gelmiş. Telsizle Şemdinli'den Dr. çağırmak istediklerinde ise, olacak ya akü bitmiş!

Allahtan benim arabanınki var. Onu söküp telsize takmışlar. Doktorun gelmesi benim gözümü açmam tam üç saat sürmüş. Sebep aşırı ilaç yüklemesi ve ilacın ikaz edilen yan etkisi..

En nihayet attan düşmeyi becermiştim...

 

 

6'ncı Bölümün Sonu

Devam edecek...

 

 

Mehmet Emin Bora

16 Ocak 2007

Ankara

Bu yazı 6686 kez okundu...