Askerlik ve Avcılık-5
6 haziran sabahı yataktan silah sesi ile fırladım!
Kafamda çeşitli senaryoları daha önce canlandırdığım için başucumda asılı duran MP5'i alarak kapıya temkinlice yaklaştım. Kartal istikametindeki dereden, karakola doğru bir sürü koyun geliyordu. Arkasında da bizim askerler...
Karakola yaklaştıkça havaya silah atıyorlardı.
Bu görüntünün anlamı belliydi. Askerler kaçak koyun sürüsü yakalamış.
Çok keyiflendim.
Başta Kartal Karakolu'nun çavuşu olmak üzere, hepsini kucakladım ve yanaklarından tek tek öptüm.
Daha sonra da telsiz başına geçip, taburu bilgilendirdim.
Yavuz Göksel üsteğmen kısaca, "Geliyoruz" dedi.
Karakolun bahçesi bir anda koyun pazarına dönmüştü. Askerlerin bir ellerinde silah, diğer ellerinde söğüt dalı ile koyunları gütme çabaları bir ironi oluşturuyordu.
Çavuşu yanıma çağırarak olayı bana anlatmasını istedim. (Sulakyurt'lu olan bu çavuşun adı Mustafa idi. Seneler sonra o civara ava gittiğimde kendisini bulunca çok şaşırmıştı.)
Gece pusu atmışlar! (Böyle tabir ediliyor).
Kaçakçılar da üzerlerine gelmiş. Çatışma çıkmış ve kaçakçılar gün ağarmaya yakın koyunları bırakıp kaçmışlar. Onlar da koyunları alıp buraya gelmişler.
Bir saat sonra Şemdinli'deki taburdan Yavuz ve Sadık üsteğmen Jeeple geldiler. Yanlarında 2-3 Unimog ve 5-6 tane de erle beraber.Yanlış hatırlamıyorsam bir de sivil memur vardı.
Onlar da çavuşu yanlarına çağırıp aynı benim yaptığım gibi soru sordular.
Çavuş, öyküsünü bir kera daha seslendirdi.
Koyunlar tek tek sayılarak Unimoglara yüklendi. Bunlar, hazine adına açık artırma ile satılıp devletin kasasına gelir olarak kaydedilecekmiş. Memur da, kaymakamlıktan gümrük adına tespit yapmaya gelmiş. Usul buymuş.
Sivil memur zabıt tuttu ve olayı çavuşun bize anlatıldığı gibi zapta geçti. Daha sonra da bu hadiseye adı karışan askerlerin adlarını tek tek yazmaya başladı. Bir anda bana dönerek sordu.
- "Siz de oradaydınız değil mi?"
- "Hayır ben orada değildim" dedim.
"Oradaydım, ben de falan yerde pusudaydım" veya benzeri bir şeyler söylersem, zabıtta benim de adım geçtiği için bir miktar ikramiye alacakmışım!
-!..
Kesin bir dille "Ben yoktum, o gece merkez karakolunda uyuyordum" demek sureti ile ifademi herhangi bir yoruma açık bırakmayacak şekilde netleştirdim.Zabıt da bu şekilde tutuldu.
Komutanlar bizleri kutladılar ve Şemdinli'ye döndüler.
Askerler de muzaffer bir komutan edası ile tekrar Kartal Karakolu'na...
Van'a eşimi ve çocuklarımı karşılamak için gitmem, gidebilmek için de taburdan izin almam gerekiyordu. Cumartesi veya pazar diye adlandırdığımız tatil günleri, hudutta bu anlamını tamamen yitiriyordu.
Sadece bununla kalsa iyi...
Çalışma zamanı da 24 saat!
Neyin, ne zaman olacağını, doğal olarak bilemiyorsunuz.
Bilinen tek bir şey var! Sizin her an orada olduğunuz gerçeği.
Gecenin herhangi bir saatinde bir vukuat olsa; "Tamam, sabah gelir bakarım" demek gibi bir şansınız yok.
Bir tek seçenek var.
- Görev başına!
- Emredersiniz.
Hudut görevi yapan Seyyar Jandarma'nın yaşadığı zorluklar, anlatılmayla bitmez.
-!..
İzin verdiler de Van'a öyle gidebildim.
8 saatte
Van, o tarihte yörenin en büyük kenti idi. Uçağı beklerken çarşıda alışverişe çıktım.
Av malzemeleri satan bir yer aradım. Küçük bir dükkanı tarif ettiler. Buldum, içeride kapı kilidinden at nalına kadar ne ararsan hepsi var!
Saçma almak istediğimi söyleyince önüme koca koca şevrotinler çıkardı.
Saçmadan anladığı buydu. "Küçük küçük" diye sızlandım. Bulabildiği en küçük saçma numarası 4 oldu. Kekliğe 4 numara saçma atıyorlarmış! Doğuda, hatta çoğu yerde yaygın kanaat hala bu.
Gösteri (!) yapa yapa malzemeyi tüketmiştim. Mecburen birkaç kilo aldım.
Takımda banyo sorunu vardı. Eskimiş olan kazan yer yer delinmiş, su kaçırdığı gibi, ısınmıyordu da... Paraya kıyıp bir adet bakır termosifon aldım ve Jeep'in üzerine bağladım. Elimdeki ihtiyaç listesine göre eksikleri giderdim.
2 tane de tüp aldım. Tabii ki aydınlatma başlığını ve bol miktarda da gömlek...
Gaz lambası altında oturmaktan içim kararmıştı.
Kendin bak, kendin çek!
Bazı günler Mamiya C 330'u otomatik çekim moduna getirir karşısına geçerdim!
Ruhumun aydınlığı nasıl da yüzüme vurmuş!
Uçağın geliş saatine yakın bir zamanda da havaalanına gittim.
Uçaktan inen eşimin elindeki bavulları, çantaları görünce ağzım bir karış açık kaldı.
Pasta tenceresi getirmiş!
-!..
Gerisini yazmasam da olur.
Bir gece Van'da kaldık. Ertesi sabah da düştük yollara..
Merkezde 7-8 erin dışında kimse kalmamıştı.
Küçük barakaya ailece yerleştik.
Hanım yemek yapıyor tek kazandan, askerler de dahil hepimiz yiyiyorduk.
"Ayşekadın fasulye kabusu" bitmişti.
Hanım işe dört elle sarılmış, yufka yemekten bıkmış askerlere gözleme yapmayı öğretmişti. Her yeni tad, bayram sevinci ile eş değerdi. Bazı geceler, askerler acıkıp uyanınca, gözleme yapıp yemeye başladılar. Onlar da memnundu.
Sabahları çadır karakollarını kontrole gitmek için askerler bana at hazırlardı. Atı gören kızım otomatiğe bağlanmış gibi başlardı ağlamaya!
Önce o biner, bir ileri bir geri gidince sıra oğluma gelirdi. Hemen hemen her gün bu sahneyi 5 dakikalığına da olsa yaşardık.
Güzel günlermiş...
Pek fark edememişim!
Kızım Pınar Özdemirci, şimdi evli ve 32 yaşında.
Ümran Bora - Pınar Özdemirci - Tolga Bora
Yüksekova'dan askerlere aldığım lastik ayakkabıdan, çocuklara da pay düşmüştü!.. Hanım da, basmadan diktiği entari ile dolaşıyordu.
Bugünün tabiri ile, sosyalleşmiştik!
Yemekler bozulmasın diye bir düzenek kurmuştum. Dağdan gelen buz gibi erimiş kar suları, hemen yanıbaşımızdan geçen bir dere ile aşağı doğru akıyordu. Bu dereden oluşturduğumuz bir kanal marifeti ile su almıştık.
Karakolun yoluna paralel akıp gidiyordu. 60-70 cm. genişliğindeki bu kanalın üzerinde 1 metre çaplı bir daire oluşturduk. Göllenen suya indirdiğimiz, yemek dolu tencerelerin üzerine taş koymak sureti ile yarı bellerine kadar suya batırıyorduk.
Bu suretle bozulmadan uzun süre saklanabiliyordu.
Akan suyun debisi, zaman zaman hızlanınca tencereler de bizi terk ediyorlardı...
Onları, yol boyunca bir çalıya takılmış vaziyette bulabiliyorduk.
Ayrıca güneş ısıtmasın diye, bu düzeneğin üzerini çalı çırpı ile kapatmıştık.
Çok uzun sürmedi. Tencereden yayılan süt kokusuna yılan gelince, eşimle aralarında paylaşım konusunda anlaşmazlık çıktığını ben zar zor hatırlasamda...
Eşim iyi hatırlıyor!
O da, karakola şikayetçi oldu!
Bir gün yanıma -ismini şimdi yanlış hatırlamıyorsam- Musa Geylani geldi. Yörenin önde gelen bir ailesinden geliyordu. Yaptığımız sohbet sırasında bir sıkıntısı olduğunu anlamıştım.
Musa Geylani
Çok sürmedi!
Oğlunu evlendirecekmiş!
Ben de "Ne güzel hayırlı olsun" dedim.
"Hayirli olacak, olacak de lakin gomutan yani sen bilirsin!" dedi. Artık yeterli deneyimim vardı.
"Yani!" dedim.
Kız dağın öte tarafında (!) akrabasının kızı imiş.
Lafı uzatmak istemiyorum.
Kız geldi, bizi de düğüne çağırdılar.
Düğün sabahı kapıya süslenmiş bir at geldi. Başına tülbentler sarılmıştı. Düğün sahibi göndermiş!
Ailecek ata yerleştik.
Gittik...
Gelin, ortada uzun boylu olan...
Zenube - Halime Leo'nun kızı
Haziran 1977
Bu fotoğrafta, yukarıdaki karede bulunan ve fotoğrafın en sağındaki küçük kız
Bir saat kadar düğünde kaldık, eşim geline bir altın taktı. Bunu, burada yazsam ne olur, yazmasam ne olur! Ama anlatmak istediğim şey başka. Orada geçici bir süre için de olsa bir gücü temsil ediyordum. Bu görevin usulünce yapılması gerekiyordu.
Varlıktan değil, gerekliliğine yürekten inandığım için yaptık.
Ayrıca çok hoş insanlardı, keşke daha da fazlasını yapabilseydik.
1981 veya 1982 senesinde, Ankara'ya evimize kadar gelen, bu aile mensupları bize yeniden teşekkür ettiler.
5'inci Bölümün Sonu
Devam edecek...
Mehmet Emin Bora
15 Ocak 2007
Ankara