Askerlik ve Avcılık-2
Çatalca Seyyar Jandarma Karakolu'nu senet karşılığı teslim almıştım. Yine senetle bir diğer görevliye teslim edene kadar bu karakolun takım komutanıydım.
Çavuşu yanıma çağırarak ertesi sabah saat 08:00'de takımın tamamını içtima alanında toplamasını istedim. "Emredersiniz" dedi ve gitti.
Sabah 08:00 de ben de alandaydım.
Erlerin kiminin ayağında postal, kiminin ayağında kara lastik, kiminde ise çizme vardı. Saçlar da uzamıştı. Veli Çavuş tekmil verdi. Kısa, ama kararlı bir konuşma yaptım. İlk olarak "temel eğitimlerin" yeniden başlayacağını duyurdum. İkincisi de genel düzenle ilgiliydi.
Herkes en kısa sürede askere benzeyecekti.
Kararlı konuşmamdan anlaşılmış olacak ki, erlerin bir kısmı traş olurken, bazıları da üstüne başına veya dolabına çeki düzen veriyordu.
Onlar için zaten soğuk olan hava, biraz daha soğumuştu!
Bir sonraki gün sabah saat 08:15 de belden yukarısı çıplak ellerinde G3 silahı olan 30 adam ve ben, ana yola doğru koşuyorduk. Bu eğitim aralıksız bir aya yakın bir zaman sürdü. Başta mızırdananlar olsa da, aramızda 10 yaş vardı ve benden utandıkları için koşuyorlardı.
Her geçen gün bana karşı hafif hafif de olsa ısınmaya başlamışlardı. Çünkü, yapılmasını istediğim her şeye ben de katkı koyuyordum.
Koşular sırasında türkü söylüyorduk. Sesi çok güzel olan erler vardı.
Çavuşun "Komşu gızını (!) zapteyle" şeklindeki ikazına, koro olarak "yaylalar yaylalar" diye hep beraber cevap veriyorduk. Bu cevap, komuşuya "yani sen bilirsin!" şeklinde bir gönderme içeriyordu. O anda erlerin yüzlerinde oluşan hinlik görülmeye değerdi.
Şarkı ve türkülerle süslediğimiz sabah koşularında kat ettiğimiz mesafe, 10 km.'yi çoktan geçmişti.
Ana yol üzerinde bulunan Durak Sabit Jandarma Karakolu'na kadar gidip geri geliyor ve bu koşudan sonra en az bir saat kadar bir süre de silahlı eğitim yapıyorduk.
Başta köylüler olmak üzere, bizleri görenler şaşkınlık içindeydiler.
Eğitimin "zorunlu" olması yerine "keyifli" olmasını istedim. İzlediğim odur ki, insanlar her ne olursa olsun bir şeyi isteyerek yapıyorlarsa çok daha özverili oluyorlar. Bu halin oluşması için de, o işten zevk almaları gerekiyor. Ben de bunun oluşması yönünde çaba sarf ettim.
Yarışmalar düzenlemek sureti ile rekabet ortamı yarattım. Timlere ayırıp, gece karanlığında karakola sızma hareketi düzenledik. Eldeki imkanlar nispetinde kamuflaj çalışmaları yaptık. Yarışmalar düzenledim. Takımın "en hızlısı" veya "en güçlüsü" sıfatını kazanabilmek için çok ter döktüler. Onlar "sıfat" kazanırken, ben de onların "sağlığını" kazandım. Bunun ne denli önemli olacağını ilerideki günlerde görecektik.
Kamp yeri ve çadır kurma konusunda çeşitli eğitimler yaptık. Yaptığım her şeyin nedenini sabırla anlattım.
Katılımcı olmalarını sağlamak için zaman zaman "Ben burasını bilemedim! Bu işi çözecek biri var mı?" dediğimde pek çok fikrin hızla üretildiğine şahit oldum.
Akşamları da yemekten sonra ders yaptık. Komando okulunun bana kazandırdığı bilgilerin çok büyük ölçüde faydasını gördüm.
Ankara'dan getirdiğim kitaplardan, onlara hikayeler okumak sureti ile zaman zaman da olsa ortamı yumuşatma gayreti içinde oldum.
Aziz Nesin hikayelerini çok sevdiler.
Herşeyi onlarla beraber paylaştığım için, beni kısa zamanda zorlanmadan kabullendiler.
Bunda, haftada bir kere kesilen koyunun kavurma yapılarak yenilmesinin önemli bir rolü oldu.
Et pişiyor ve askerlere eşit olarak dağıtılıyordu.
Kalırsa, ben de yiyiyordum.
Yemek sırasında yemek adabı ile ilgili bilgiler veriyordum.
Bu davranışımın, onların bana bakış açısının değişmesinde çok büyük bir etken olduğunu zannediyorum. Daha evvel böyle bir tutuma hiç şahit olmamışlar. Komutana etin en güzel yerini öncelikle ikram etmek, alışkanlık (!) haline gelmiş.
Pazar günleri kavurma keyfi yaşanırdı
Boş zamanlarımızda, fotoğrafçılık konusunda onları bildiğim kadarı ile aydınlatmaya çalışırdım.
Bunun da faydasını ilerleyen zaman içinde görecektik.
Süreç içinde onlara söylediğim pek çok sözün özünde, temel olarak iki ana mesajı vermeye çalıştım.
1- Hududu bize teslim ettiler. Burayı her ne pahasına olursa olsun, namusumuz gibi koruyacağız.
2- Aileniz sizleri asker ocağına sağlam teslim etti. Ben de sizleri, evinize sağlam olarak geri göndermek istiyorum.
Tabii ki arkadan gelen cümle de "Bunun böyle olmasını istiyorsanız benim dediklerime harfiyen uyacaksınız. Yani çalışacaksınız." oluyordu.
490 ve 499 no'lu hudut taşlarının arası bana ve askerlerime emanet edilmişti. Karakolun bulunduğu yerleşim yeri ise, sonduraktı!
Benden önce, bu durumu belirten herhangi bir şey yoktu. Fotoğrafta görülen bariyeri ve nöbet yerlerini askerlerimle beraber yaptık. Karakolun havası değişti. Arka planda görülen karlı yamaçların hemen arkası da İran topraklarıydı.
Bundan 30 sene evvel dağ karakoluna 2 torba çimento bulabilmek başlı başına bir işti.
Ekmek yoktu ki çimento olsun...
Çatalca Seyyar Jandarma Karakolu
1976 / Şemdinli
-Diman-
Karakolun arkasında sadece Tisi Köyü vardı, o da tanpon bölge içindeydi.
Tisi Köyü'nün üstten çekilmiş bir fotoğrafı
İran'la olan hududumuzu, aradaki dağ sinsilesi belirliyordu. Yakın çevremdeki 4 köyün her birinde, 25-30 kişi yaşıyordu ve köyler birbiri ile yakın akraba ilişkisi içindeydiler.
Toplam mevcudumuz 30 ila 40 kişiden ibaret olsa bile, gerektiği zaman bu sayı artabiliyordu. Büyük bir aile gibiydik. Her sabah görev taksimi, yapılırdı.
2 kişi nöbete.
2 kişi devriyeye
1 kişi telsiz başına,
2 kişi çamaşıra,
3 kişi oduna,
3 kişi ekmek yapmaya
1 kişi koyun güdmeye,
2 kişi mıntıka temizliğine,
3 kişi yemek yapmaya,
Geriye kalan!
-!..
Onlar da eğitime...
Üç aşağı beş yukarı her gün yaşanan fiili durum buydu.
Ekmek yapanlar işinin ehli olmuştu
Her sabah 150 veya 160 adet yufka açardık. İkinci bir seçeneğimiz yoktu.
Tabiat şartlarından ötürü ulaşım sık sık kesildiği için, bir yıl içinde tüketeceğimiz et miktarı hesap edilir ve bunun karşılığı olan kasaplık hayvan, canlı olarak bize teslim edilirdi. Bu sayı toplam olarak 50 civarındaydı.
Koyunlarımız, o yıl kuzulamıştı...
Ahırımız vardı!
Dolayısıyla istesek de istemesek de çobanımız da olacaktı. Bunun için erler arasında öncelikli olarak bir gönüllü bulurdum.
Yaklaşık olarak aradan bir aya yakın bir süre geçti. Her sabah mutad ziyaretini yapan Veli Çavuş, bana makam aracımın olduğunu, istersem bunu hemen getirebileceğini müjdeledi.
Sevindim tabi.
Hemen "Araç nerde?" diye sordum.
Aldığım cevap tam anlamıyla sıra dışıydı.
- Tavlada.
- !..
-Şemdinli'deki ahırda komutanım... İki tane... Biri at, diğeri katır.
- !..
Kış şartları çok ağır geçtiği için, binek hayvanları sonbaharın sonunda Şemdinli'ye götürülürmüş. Çavuş yanına bir asker alıp bunları takıma getirebileceğini söylüyordu.
Şaşkın şaşkın "olur" demekten başka seçeneğimin olmadığını fark ettim.
Bir sabah erkenden gittiler, hem de yaya...
Akşama doğru da muzaffer bir komutan edası ile döndüler.
Atlı, katırlı!
Bugüne kadar sadece eşeğe binmişim.
Bu önemli bir fırsattı, önüm açılmıştı!
Basamak basamak da (!) olsa önüme yükselme fırsatı çıkmıştı...
Hatta, sabırsız davranıp bir hamlede en yükseğine (!) yerleştim.
Ata ilk binişim
Yalnız gözardı edilemeyecek bir sorunum vardı.
Atın eğeri yoktu!
Bir süre, kızılderililere özenerek gösterdiğim azim, "güney nahiyemdeki" kızarıkların azması sonunda bu hevesimi dumura uğrattı. O sıralar maaşımın önemli kısmını "pişik" kremlerine harcadığımı hatırlıyorum.
Varolan eğeri tamir edebilmek için çok gayret sarfettim. Bu sebatlı çalışmanın arkasında acılarım (!) yatıyordu.
Ben, makam aracımın yürüyüş takımları ile cebelleşirken katır da kendi havasındaydı...
Ne laftan anlıyordu, ne de sözden...
Tek takılıyordu!
Üzerine biraz varsanız, tüm dişlerini bir anda göstererek, o da sizin üzerinize geliyordu.
İlk bakışta "sırıtıyor" gibi görünse de, mizah anlayışının yeterli olmadığı yönünde bir kanaate sahiptim.
Özde, mevcut durumdan ne at ne de katır memnundu.
Çok sürmedi zaten. Bir sabah her ikisi birden toz oldular.
Beni aldı bir telaş. Hemen çavuşu çağırıp sordum.
- Bu ne iş? Ne olacak şimdi? Nereye gitti bu hayvanlar?
Veli Çavuş, bir bilge adam edası ile sorumu cevapladı.
- Merak etmeyin komutanım. Onlar (!) Şemdinli'ye tabura dönmüşlerdir.
- !..
- Yani, ne demek bu?
- Komutanım yani nasıl desem... Ihh...
- "Veli Çavuş ne diyeceksen de, daraldım artık" demem üzerine gerekçeli açıklama hemen geldi.
Kışın, tavlada son derecede iyi beslenen hayvanlar öncelikle "rahata" alışırlarmış! Karnı doyunca da diğer cinsleri ile melenkolik ilişkilere girerlermiş. Bu hal, bazı durumlarda sapkın ilişkilerle de sonuçlanabilirmiş!
Katırın ata, veya atın katıra sevdalandığı haller olabilirmiş...
Bizim karakoldan organize bir şekilde tüymelerinin altında, bu sebep olabileceği gibi "Arpa dolu mutlu günlerin özlemi" de ağırlıklı bir ihtimalmiş!
Gördün mü başımıza gelenleri!
Çaresiz Veli Çavuş'la bir er, yendien Şemdinli yollarına düşecekti...
Öyle oldu, yine bir sabah erkenden yola revan oldular.
Ertesi akşam Veli Çavuş'un bana anlattığına göre, tabura sızan iki kafadar, ahırdaki mutad yerlerinde, arpaya gömülmüş vaziyette bulunmuş.
E geri getirdik tabi...
Aş zamanı değil iş zamanıydı.
Çatalca Seyyar Jandarma Karakolu'nda elektrik olmadığı için geceleri gaz lambası yakardık. Yemekhanede ve yatakhanede olmak üzere toplam 2 tane gazyağı ile çalışan lambamız vardı. Pompalarken fitili düşerdi. Demirbaş listesinde bir adet jeneratör görülüyordu. Ama çalıştırılması yönünde hiç gayret sarfedilmediği için, yıllardır yata yata hurda yığınına dönmüştü. Kağıt üzerinde "var" görülüyordu.
Hava erken karardığı için vakit geçirmek çok zordu, derme çatma bir barakada tahta bir masa ile demir karyoladan oluşan mobilyalarımın baş ucuna silahımı ve dürbünümü asardım. Soğuk kış geceleri odun sobası kullanarak ısınmaya çalışırdık. O da, bir anda ortalığı cehenneme çevirir, kısa bir süre sonra da hükmü tamamen geçerdi.
Duvarada oğlumun Ankara'dan gönderdiği resimler, önümde ise uzun günler vardı.
Kırık dökük bir teypten Erol Evgin'i dinlerdim.
"Gel sen ne çektiğimi bir de bana sor"
Akşamları, her asker gibi gün sayarken, her günün doğuşunda şevkle işime sarılırdım.
Gel sen ne çektiğimi bir de bana sor
Gün içinde yanıma 5-6 tane er ve bir erbaş alır, keşif gezilerine çıkardım. Bu, tabur komutanının emirleri doğrultusunda yapılan bir işti. Arazideki "kar" durumu özellikle izlenirdi. Çok sarp dağların bulunduğu yörede, koyun kaçakçılığını kendine iş edinenlerin, yol olarak kullanabileceği dereleri ve dağdaki geçit yerlerini sürekli kontrol altında tutardık. Koyun ve kaçakçı izi arardık.
Atmaca Karakolu civarında arazi kontrol çalışması
Dağların ne başı ne de sonu vardı
Yöreyi iyi bilen köylüleri, zaman zaman da olsa rehber olarak yanımıza alırdık. Tisi Köyü'nde yaşayan Siso, bu işin tam anlamı ile ustasıydı. Ondan rehberlik yapması için yardım istedik. Tanpon bölgenin en yüksek tepesine "Kartal Seyyar Jandarma Karakolu'nu kuracaktık. Buradaki mevcut durumu yerinde görebilmek için bir keşif kolu kurdum. Sabahın köründe başladık tırmanmaya. Kars'ın Selim Kazası'ndan gelmiş olan bir er vardı. Dağlarda uçarcasına gidiyordu. Onu, öncü yapmıştım. Yerel bir rehberle önden gidip, tırmanabileceğimiz kolay güzergahları tespit ediyorlardı.
Mevsim itibarı ile çığ tehlikesi vardı
Zirveye varan yol çok uzun ve karla kaplıydı. Ayaklarımızda normal ayakkabı olduğu için sırılsıklam olmuştuk. Karakolun bulunduğu yerden doruğa ulaşmamız, yaklaşık olarak 7-8 saatlik bir zamanımızı almıştı. Yerel rehberlere sık sık, urkekliğinin burada bulunup bulunmadığını soruyordum. En nihayet bana "ağnandığı" yeri ve ayak izlerini gösterdiler. Ağnağa, koca bir tencere rahatlıkla oturtulabilirdi. Çok heyecanlandım. Rehberler bu halimi ve ilgimi görünce "Vallah köyde bir tane vardir... 2 sene evvel furmuşiz" dediler.
Şehit Dağı Zirvesi
Bu gazla daha da hızlandım. Öğleden sonra saat 15:00 civarında zirveye ulaştık. Bu noktadan arazinin her yerini rahatlıkla görebiliyorduk. İran'a ait Rızaiye kasabası zor da olsa görülebiliyordu.
Kar çoktu ama, ne koyun ne de kaçakçı izi vardı.
Görev bitmişti.
Bitmişti de nasıl geri dönecektik!
Ben kara kara düşünürken Siso;
- "Komutan sen korhirsin!" dedi...
Birden bire sinirlendim ve;
-" Ulan şimdi ben niye korkacam, kimden korkacam!" diye terslendim.
- "Sen benim gibi yapabilirsen!"
Hiç düşünmeden;
- "Yaparım tabi."dedim
- "Bah hele baa..."
Bu karşılıklı diyalogtan sonra Siso, kafasına taktığı sarık kılıklı şapkayı başından bir hamlede çıkardı, eli ile bir iki düzeltti ve hızla yerdeki karın üzerine ağzı yukarı gelecek şekilde vurdu.
Şapka manda pisliği gibi yere yapıştı.
Siso, ellerini havaya doğru kaldırarak, ayaklarını topladı ve küt diye şapkasının üstüne kıç üstü kendini bıraktı.
Ve Siso uçtu...
- !..
Siso yok!
- !..
Artık aramızda değil!
Karda yaklaşık 60 derece olan bayırdan aşağı bir gitti, pir gitti.
Abartmıyorum 10 sn. sonra Siso gözden kaybolmuştu.
- !..
Normal zaman olsa kıvırtabilirsin. Çamura yatarsın... Bu senin, ana sütü gibi hakkın.
Durum buna fazlası ile müsait...
Ama şimdi beni gözleyen askerlerim ve rehberler var!
Ben ne yaparsam yapayım, en geç yarın bu saat, Hakkari kesin de, İran'da dahi duyulur.
- He vallah gomitan korhmiştir...
- De hele... Kimdir o?
- 5 krş'u furan cenderme astegmen..
- Vıııyyy
- !..
Karizma ya var ya da yok!
Saat o saat...
Kep de, üstüne oturulacak gibi değil!
Mamiya C 330 var!
30-06 var!
A5 var!
- !..
Kırıkkale'de MKE'de çalışan Halis isimli bir erim vardı. Onun yanına bir er daha verdim.
Malzemeleri onlara , canımı da Yaradan'a teslim edip, saldım kendimi kıç üstü bayıra...
Gidiyorum...
Kısa sürede fark ettiğim şey, asla ayağınla yavaşlama girişiminde bulunulmaması gerçeği oldu.
Hangi ayağımın topuğu ile frenlemeye çalışırsam, o yöne doğru yan dönüyordum.
Bir kere döndün mü!
Geçmiş olsun!
Siso'nun aşağıda mevzilenmiş, hain hain bu sahneyi beklediğine adım kadar eminim.
Avcılara has o özel duygu, derhal devreye girdi.
Hızla karar verdim.
Asla fren yok!
Hatta ayaklarımı hafifçe havaya kaldırararak tamamen şase (!) üzerinde gitmeye başladım.
30 sn. sonra Siso'nun yanındaydım.
Kırmızı daire içinde olan ben... Bu fotoğrafı bizler kayarken Halis isimli er çekti.
Kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır.
Kırmızı kalemle çizdiğim güzergah kaydığım dağ yüzünü gösteriyor.
Şimdi size anlatacaklarıma inanmayabilirsiniz. En kutsal bildiğiniz değerlerin üzerine yemin ederim ki, belimdeki tabancanın namlusu karlı zemine sürtünmekten yanmıştı!
Hem de deri kılıfın içinde olmasına rağmen. Tabii ki kılıfın ucu da, bundan böyle açık olarak kalacaktı.
Üstüne üstlük, mabadım donmuş, pantolon da yırtılmıştı.
Olsun!
Karizma yerindeydi ya...
Hepsinden önemlisi; o anda, içinde bulunduğum konum ve üstlenmiş olduğum görevlerin başarı ile sürdürülebilmesi için, her ne pahasına olursa olsun oradan kaymam gerekiyordu.
Ve gerisi önemli değildi.
Yerel rehberler. "Siso" ortada!
Apar topar takıma geldik. Islanan elbisemi çıkartıp kuru bir şeyler giydim. Çay içip, içimizi ısıttık. O gün öyle geçti. Ertesi gün de köydeki ur kekliğini görmeye gittim.
"Furilan" ur kekliği. Tost gibi yassıltıp duvara asmışlar.
Zaman zaman "Takımı içtima alanında topladım" gibi cümleler kuruyorum. İçtima alanı, aşağıdaki fotoğraf karesinde görülen yer...
Daha önemlisi, bu fotoğrafta arka planda "bulutlarla kaplı olan Şehit Dağ'ı görülüyor" yukarıdaki öyküde anlatmaya çalıştığım, kayarak indiğimiz dağ!
Farklı zamanda çekilen bu kareyi, yukarıdaki öykümüzü gözünüzde daha iyi canlandırabilmeniz için buraya aldım.
Arazi kontrollerinin ardı arkası kesilmiyordu. Bu yöreye has ve yanılmıyorsam endemik bir tür olan "Ters lale" ile ilk defa bu kontrol çalışmaları sırasında tanıştım.
Karın topraktan kalkması ile beraber keşifler sırasında tespit ettiğimiz hakim noktalara çadır kurararak "Seyyar Jandarma Çadır Karakollarını" oluştururduk. Yaklaşık olarak 30 km.''lik bir sınırı koruyordum. Bu hat üzerinde 3 tane çadır karakolum vardı.
Kula, Atmaca ve Kartal.
Her birinde yaklaşık 10 -12 asker görev yapardı. 10 er, 1 onbaşı, 1 de çavuş.
Burada nöbet, 24 saatti. Ne gecesi vardı ne de gündüzü...
Nöbet yeri, yeni tim gelmeden asla terk edilmezdi.
Cumartesi ve pazar kelimeleri anlamını çoktan yitirmişti.
Her karakol için en az 3 çadır kurardık. Biri yatakhane, diğeri mutfak üçüncüsünde de telsiz ve mühimmat bulunurdu. Malzeme ikmalini at ve katırlarla gerçekleştirirdik.
Kartal Seyyar Jandarma Karakolu'nun yolu
Aşağıdaki fotoğrafta bulunan sarı dikdörtgenin içinde Kartal Seyyar Jandarma Karakolu'nun çadırları görülüyor. Yanındaki kırmızı dairenin içinde de "yılkıya bırakılan atlar" var. Askerler devriye gezerken bu atları yakalarsa, sezon bitene kadar da onlara binme hakkı oluyordu.
Bunun için keplerini çıkarıp ata doğru uzatıyorlar, içinde yiyecek olduğunu düşünen at da ere yaklaşınca bizimkiler değme biniciye şapka çıkartacak kadar hızlı davranmak sureti ile ata hakim oluyorlardı. Şartlar onları usta bir binici yapmıştı.
Kartal Seyyar Jandarma Karakolu
Kartal Seyyar Jandarma Karakolu
Çatalca merkezde 4-5 asker ancak kalırdı. Ben merkez karakolunda kalarak koordinasyonu sağlardım. Benim o zamanki çağrı kodum "Aslan 7" idi. Her saat başına 10 dakika kala taburun telsizi, çevrime çıkardı. Sesler bugün ki gibi kulağımda...
- Aslan aslan... Aslan 7...
- Aslan 7 dinlemede.
Taburdaki telsizin kod adı "aslan"dı. Sıra ile her karakol, saat başı merkeze vukuat raporu verirdi.
Radyo da çalışmadığı için dünya ile tek irtibatımız bundan ibaretti.
Çadır karakollarının merkeze uzaklığı, konumuna göre 2 saatle 5-6 saatlik yürüme mesafesi içindeydi.
Hemem hemen hergün çevreyi dolaşır, olası ihtimalleri hesaplardım.
Atmaca ve Kartal karakolları adlarına layık yerlere kurulmuştu. Bu karakollarına bırakın malzeme götürmeyi, yürüyerek gitmek bile başlı başına bir işti. Dolayısıyla ulaşım esnasında büyük sıkıntılar yaşıyorduk.
Kula Çadır Karakolu'nun yolu, en kolay olanıydı!
Zaman hızla geçiyor süratle ortama alışıyordum. Çevrede avcı olduğum duyulmuştu. Civar köylerde oturan köy sakinleri "hoşgeldin" demek için ziyaretime geliyorlardı, Bu, her komutan değiştiğinde yapılan sıradan bir işmiş. Bana böyle anlattılar. Jandarma, köylüyle en yakın ilişkide olan kolluk kuvvetiydi. Ben elimden geldiği kadar onlara sıcak ilgi gösteriyordum.
Sohbet sırasında laf lafı açıyor, konu kısa süre benim tarafımdan "avcılığa" getiriliyordu. Başlıyordum sormaya;
- Ayı bulunur mu?
- Çohtur
- Keklik
- O nadir?
Başlıyordum anlatmaya. Beş dakika sonra "Gev" üzerinde karar kılınıyordu. Hem de pek çok varmış. Anladığıma göre Irak'tan "sökün" kekliği geliyormuş.
Türk insanının silaha olan merakını hepimiz biliyoruz. Özellikle Doğu insanında bu tutku fazlası ile var. Yanılmıyorsam bunun böyle olmasında, var olan doğa şartlarının büyük etkisi olsa gerek. Bu durumu Şemdinli'de yakinen izledim. Dolayısıyla ortak paydamız "silah" gibi görünse de, ben "ava" onlarda "silaha, atıcılıktaki ustalığa" meraklıydı.
Sohbetin sonunda "E gomutan sen de iyi furabilir misin? diyerek topu bana atıyorlardı.
Ben de "evet vurabilirim" diye cevaplıyordum. Bir süre sonra bu diyaloğun sonu karakolun bahçesine taşınıyordu. Gelen yöre sakinleri "Hele bir daş dikah da furasan oni" diye beni denemek istiyorlar, ben de "dikmeyin havaya atın" deyince çok şaşırıyorlardı.
Havaya atılan 3-4 kutuyu otomatik tüfekle vurunca şaşkınlıkları had safhaya ulaşıyordu. O zaman en küçük para birimi 5 krş. idi. Son numaramız da havaya atılan 5 krş''u vurmak oluyordu. Bu sahneyi gören ok gibi toz oluyor, çok geçmeden bu basit gösteriyi izlemek isteyen yeni seyircilerle muhatap oluyordum.
Her geçen gün, yöredeki namım "5 krş. furan asteğmen" şeklinde yaygınlaşıyordu.
Yine köylüler gelmişti. Mutad sohbetin sonunda yine bahçede sahne aldık.
İçlerinden bir tütün sardığı tabakasını havaya atacağını ve bunu vurmamı istedi.
Sözlerini "Ama yivli silahla" diye bitirdi.
Tabakası kıymetliydi, o da bu şartı öne koşmakla onu koruyordu.
M.70 30-06 silahımı aldım. O da tabakayı fırlattı. Attım ve vuramadım.
Gözleri parladı. Artık konuşulacak yeni bir konu vardı. Yere düşen tabaka da az da olsa yamulmuş ve kapanmıyordu. Bu arada ben de tabakanın bir tarafının içinde ayna olduğunu gördüm.
- "Bu denemeydi... Şimdi senin istediğin taraftan vurayım da bir gör bakalım" dedim.
-"Temam o zeman, ayne tarafini furasin" dedi.
Hesabım basitti. Vuracağımı hissetmiştim.
Bir de ayna tarafına denk gelirse!
Şansım %50 idi ama ya tutarsa!
Olacakları şimdiden düşünebiliyordum.
O fırlattı ben de attım ve vurdum. İkimizde koşarak yanına gittik aynanın yerinde delik vardı.
Ağzından "Veahhh" gibi bir ses çıktı ve son misafirim de köyüne doğru uçtu...
Şans benden yanaydı.
Bu olay, Şemdinli'deki tabur komutanı tarafından da duyulmuş. Bir sabah çok erken saatlerde karakolun kapısına bir jeep dayandı. İçinden de son derece atletik yapılı bir yüzbaşı indi ve doğruca benim odama geldi. Tabur komutanı Yüzbaşı Cemal Özdemir ile tanışmamız bu şekilde oldu. Beraberinde bölük komutanlarını ve birkaç tane de sivil personel getirmişti.
Soldaki küçük daire Üsteğmen Yavuz Göksel - Karenin içindeki de ben.
Sağdaki büyük daire de Üsteğmen Sadık Ercan
Ben geldiğimde tabur komutanı İstanbul'da yıllık izindeymiş. Önceleri karakolu ve kayıtları bir güzel inceledi. Memnun kalmış olacak ki;
- "E asteğmen bugün bize ne yedireceksin? Öğlen yemeğine misafiriniz olacağım" demez mi!
Ne yapacağımı şaşırdım. Yiyecek olarak sadece "ayşekadın fasulye" vardı. Kenarından çıkan "kılçıkları" yemek sonrası "kürdan" olarak kullanabilirdiniz. Türlünün de ondan kalır yanı yoktu. Kuru bakliyat ise en az bir gün suda yatmalıydı ki yumuşasın!
Ben kara kara düşünürken çavuş yanıma gelerek "komutanım bir koyun keselim" dedi. Bu fikre cankurtaran diye sarıldım. Askerler bu işle uğraşırken ben de komutanın sorduğu soruları cevaplıyordum.
- Nasıl gidiyor eğitim?
- Çalışıyoruz komutanım
- Duyuyorum.
- !..
- Yörede kaçakçı izi var mı?
- Yok komutanım. Dün Kula Karakolunu'nun civarını gezdim. Hiç bir ize rastlamadık.
- Biliyorum, Kartal'a da gitmişsin.
- !..
Ben ne desem benden iyi biliyordu.
"Nasıl iş bu!" şeklinde kendi kendime düşünürken, komutan lafı atış konusuna getirerek "Asteğmen sen iyi bir atıcıymışsın. Köylüler öyle söylüyorlar, tüfekle 5 krş.''u havada vuruyormuşsun da, tabanca da kullanabilir misin? demez mi!
Ne demem gerektiğini düşünmeme fırsat kalmadan belindeki tabancayı çıkaran komutan, askerlere bir şişeyi 10-15 metre öteye dikmelerini emretti. Askerler bir çırpıda emri yerine getirdiler.
Komutan bir süzdü, bir attı. Şişe parçalandı.
Yeniden nişan alarak bir daha attı, kırılan küçük parçayı vurdu.
Son olarak da şişenin metal kapağına nişan aldı, kapak ta uçtu...
Tom Miks gibi!
Gördün mü şimdi başımıza gelenleri.
Komutan "Sen de vurabilir misin asteğmen!" dedikten sonra tabancayı beklemeden bana uzatarak "Al bakalım görelim hadi" dedi.
Ben avcıyım, benim ne işim olur tabancayla!
Ne desem ki diye hızla düşündüm ve kibarca;
- "Komutanım ben duranı vuramam o benim işim değil, benim işim uçanla kaçanla. İzin verirseniz askerler havaya bir kutu atsınlar, ben şansımı öyle denemek isterim" dedim.
Yüzbaşı hayretle yüzüme bir baktı ve askerlere emir verdi.
- "Havaya kutu atın"
Asker attı ben de vurdum.
Yüzbaşı ayağa kalktı, önce bana şöyle bir baktı sonra da jeep'e bindi gitti.
İçimden "şimdi yandın oğlum " diye düşündüğümü gayet iyi hatırlıyorum.
Ertesi sabah saat 10:00 gibi jeeple bir astsubay geldi. Arabadan 1 kasa MG3 mermisi indirdi ve yanıma gelerek "Yüzbaşının emri var. Askerlere atış dersi vermenizi istiyor. Sizin de gözlerinizden öpüyor" dedi ve gitti.
- !..
Nasıl duygulandım anlatamam.
İkinci Bölümün Sonu
Devam edecek...
Mehmet Emin Bora
10 Ocak 2007
ANKARA