Mankurt!
Değerli Üstadım,
Ne yazacağımı, nerden başlayacağımı bilemiyorum. Üye olduğum av sitelerinde gözlemim odur ki, avcılığımızın geleceği büyük tehdit altında. Binlerce üyesi olan sitelerimiz de avcılığın geleceği, ne yapılması gerektiği ve çözümleri ile ilgili açılan konulara duyarsızlık maalesef beni derinden üzdü.
Katılım hiç yok denecek kadar az.
"Ama kimde ne köpek var?",
"Hangi cins?",
"Kimde kaç para?" diye sorarsanız bu oran oldukça yüksek.
"Kim kaç tane vurmuş?" (limit neredeyse hiç önemli değil).
Dişi domuz yavruları dahil bunlara, ilgi hayli yüksek. Sonuç da bir hayli düşündürücü.
Sizden sürdürelebilir avcılık ve yapılması gerekenler ile ilgili bir yazı yazabilir misiniz?
Değerli fikirleriniz öğrenmek istiyorum.
Federasyonlar, konfederasyonlar kuruluyor duyuyoruz. Fakat daha avcılıkla ilgili bu zaman kadar bir şey yaptıklarını duymadık. Avcılık Derneklerinin örgütlenmelerini, Yaban Hayatı ve Milli Parklar'ın ne yapması gerektiğini eğitim, üretim ve paylaşım konuları, özel avlakları hakkındaki değerli fikirlerinizi bizlerden esirgemezseniz en mutlu insan ben olacağım herhalde. (...) Allah ailenize uzun ömürler versin.
Saygılarımla.
Not: Kimileri sizleri 2106 senesinde anlasa da, ben sizi çok iyi anlıyorum..
Ahmet Recai Demirci
Emekli Memur
Atabey - Isparta
Mesajın gönderilme tarihi 20.03.2006, salı gecesi saat 01.09
Benim posta kutumdan 20.03.2006 Çarşamba sabahı çıktı.
Canhavli ile kaleme sarıldım. Hassas noktamdan vurulmuştum. Gelen mektubu, olduğu gibi akıllarına değer verdiğim 3 dostuma aktarırken bir kaç küçük satırda ben ekledim.
Acı içinde şöyle seslendim onlara.
Merhaba değerli dostlarım,
Benimle ilgili kısımlarının tamamen yalan ve yanlış olduğunu düşünün.
(Sn. A.Recai Demirci bana hak etmediğim kadar iltifatta bulunmuş.)
Hissi deyin, daha doğrusu ne derseniz deyin...
Beni de katın aranıza, ettik mi 4.
Yazan var!
Eder 5.
95 tane de unuttuğumuz, bilemediğimiz veya erişemediğimiz olsun!
Ne kadar küçük , ne kadar çaresiz...
Sabah sabah...
Mektupu gönderdiğim zaman saat 09.59' u gösteriyordu.
Gün içinde 10 saate yakın bir süre "bu mektubu nasıl cevaplasam". diye düşündüm.
Eve gelip bilgisayarı açtığımda, aşağıdaki iletiyi buldum.
-!..
Sabah bana sorulan sorunun cevabı, bu mektuptaydı...
-!..
Lütfen, özelikle avcılara yalvarıyorum, sonuna kadar okuyun.
Giriş
MANKURTLAŞTIRILMA SÜRECİNDE ATEŞ SUYU ETKİSİ
Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR
İnönü Üniversitesi, Eğitim Fakültesi
Anadolu, ilk uygarlıkların ortaya çıktığı bir yer ve biz Anadolu'da yaşıyoruz. Bu topraklar çeşitli uygarlıkların kurulup geliştiği bir alan üzerindedir. Bu topraklarda kurulan devletlerin hemen hepsi dünyanın önemli olaylarında belirleyici olmuştur. Hitit, Lidya, Roma, Selçuklu, Osmanlı Devleti bunlar arasındadır. Bu topraklarda yaşayıp da yeterince etkin ve öncül rol oynayamayan devlet sadece biziz. Kuşkusuz, uygarlıkları yaratan topraklar değil, kültürümüzdür.
Bu bilgiyi sadece ben değil, herkes biliyor. Dolayısıyla Türkiye'nin kendisinden önce gelenler gibi, bir süper devlet olmaması için her türlü çirkin girişim, entrika, terör, kriz...
Yaşayıp duruyoruz.
Bunlar bize özellikle batılı dostlarımız ve yerli işbirlikçileri tarafından yaşatılmaktadır. 80. yaşını kutladığımız Cumhuriyet sağlam temellerine rağmen ciddi tehditler altındadır. Bir ülkenin geleceğinde eğitim önemli bir belirleyicidir. Eğitim gelecek kuşakları, geleceğin toplumunu hazırlar. Eğitimine sahip çıkmayan, yeterli kaynağı ayırmayan, hatta eğitimden tasarruf yapan toplumlar geleceğe güvenle bakamazlar. Sorun sadece kaynak ayırma sorunu da değildir. "Nasıl bir insan tipi yetiştirileceğini" de belirlemeli ve eğitim sisteminin o insan tipinin yetişip yetişmediği izlenmelidir.
Millî eğitimin amaçları ve ders kitaplarına bakarsanız Atatürk'ün dikkate alındığını sanırsınız. Kitaplar Atatürk'le ilgili yazı ve şiirlerle dolu. Oysa giderek bir “mankurtlar” toplumu oluyoruz.
Mankurtlaştırılamayanları yetiştirmek eğitimin görevi ise bu kadar mankurt nereden ve nasıl çıktı?
Acaba kendimizi mi kandırıyoruz?
Türkiye yine çok cepheli bir ateş altında.
Sürekli tehdit ve taciz altında tutuluyoruz.
Ulusal reflekslerimiz yavaşlatılmak ve ulusal direncimiz kırılmak isteniyor.
Bu yazıda bunun nedeni üzerinde durmayacağım.
Sürecin nasıl işlediğini açıklamaya çalışacağım. Bir şey yapmak için tehditlerin neler olduğunu bilmeliyiz. Bilirsek, önlemimizi alırız. Önce görmek ve tanımak gerekir.
Görünen o ki, mankurtlaştırılıyoruz!
Mankurt Ne Demektir?
Dilimizde "mankafa" sözcüğü argo da olsa yaygın biçimde kullanılmakla beraber, "mankurt" sözcüğünün aynı yaygınlıkta olmadığını biliriz. Mankurt sözcüğünü Aytmatov gündemimize yeniden soktu.
Mankurtlaşmak, ulusal kimlikten uzaklaşma, topluma ve kültüre yabancılaşma, egemen güçlere ve süper devletlere yaranmayı içeren sosyolojik bir kavram olarak kullanılmaktadır.
Cengiz Aytmatov'un "Gün Olur Asra Bedel" adlı yapıtında [i] anlattığı bir efsane vardır:
Mankurt Efsanesi.
Juan-Juan adlı barbar bir toplum tutsak ettiği kişileri nitelikli (!) köleler haline getirmek için onların belleklerini silermiş. Bunu şöyle yaparlarmış: Önce tutsağın başını kazır, saçlarını tek, tek kökünden çıkarırlarmış. Bu arada bir deveyi keser derisinin en kalın yeri olan boynundaki deriyi tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına sımsıkı sararlarmış.
Kuruyup büzülen deri kafayı mengene gibi sıkıp, dayanılmaz acılar verirmiş.
Bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp dışarı çıkamayınca başına batarmış.
Tutsak başını yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde dört beş gün aç susuz bırakılırmış. Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölürmüş. Kalanlar ise belleklerini yitirirmiş.
Tutsak zamanla kendine gelir yiyip içerek gücünü toparlarmış.
Ama o artık bir insan değil, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan "mankurt" olurmuş.
Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmezmiş.
İnsan olduğunun bile farkında değilmiş.
Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış.
Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köle.
Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş.
Yukarıdaki anlatının şiddet dozunun ağır olduğunun farkındayım. Ancak bugün bu toplum mankurtlaştırılıyor. Ulusal kimliği, kişiliği, onuru dejenere ediliyor, aşağılanıyor. Geçmişimiz ve kim olduğumuz bize unutturuluyor.
Azar azar, alıştıra alıştıra şiddeti zamana yayıp yüngülleştirerek mankurtlaştırılıyoruz.
Uygarlıkların beşiği olmuş bu ülkenin insanları mankurtlaştırılıyor. Topluma "geçmişi unut, kim olduğunu unut, geleceği düşünme, anını yaşa" düşüncesi genel geçer yapılarak mankurtlaştırılıyor.
Başta artık bizim olmaktan çıkmış ulusal (!) kitle iletişim araçları olmak üzere her türlü araç bu amaçla kullanılıyor.
Bir daha kendimizi toparlayamayacak biçimde zihnimiz yeniden inşa ediliyor!
Böylece ulusal refleksimiz, direncimiz kırılıyor. Görünüşe bakıldığında epey yol aldıkları anlaşılıyor.
Kitle iletişim araçlarında yer alan kimi okumuşları okuyup, dinleyince bunların mankurtlaştırıldıklarını ve tüm toplumu da mankurtlaştırmaya görevlendirildikleri gibi bir kanıya ulaşılıyor.
Uygarlıkların rahmi ya da beşiği olmuş Anadolu topraklarında nasıl ortaya çıkar bu uğursuzluk?
Çağcıllaşmak yerine batılılaşmaya çalıştığımız için mi?
İçi boşaltılmış bir Atatürkçülükle insanları oyaladığımız için mi?
Yurttaşlarımıza tarihsel bilinci kazandıramadığımız için mi?
Yoksa aydınlarımız bize ihanet mi ediyor?
Mankurtlaştırılmak istenen bu halk, tarihte onlarca devlet kurmuş, sonuncusu dünyanın dörtte üçüne egemen olmuş, şunun şurasında seksen yıl öncesinde en kötü durumunda bile dünyanın ilk beşinde yer alan Osmanlı'nın sahibi; ardından emperyalizme karşı zafer kazanmış bir halktır.
Bu halk, emperyal duyguları tatmıştır, dünyaya düzen vermiştir.
Şimdilerde emperyal bir araç olarak birilerinin Ortadoğu'da, Kafkaslar'da, Balkanlar'da ve başka yerlerde jandarması olarak kullanılmak istememektedir.
AB ve ABD'lilerin ve bir şekilde başımıza geçirilen işbirlikçilerin yapmak istedikleri bu değil midir [ii].
Topluma yerleştirilmeye çalışılan aktarma "tüketim kültürü"nün "kullan-at" ilkesi geleneksel kültürel öğeler yanında düşünceyi, geçmişi, kısaca her şeyi kullanıp atmayla sonuçlanmıştır.
Geçmişin unutulması, geçmişteki çözümlerden yararlanmama sonucunu da ortaya çıkarmıştır. Toplum giderek geçmişi daha az anımsıyor, düşünce modaya teslim oluyor.
Öte yandan, geçmiş tam da unutulduğu içindir ki, itirazla karşılaşmadan hüküm sürmektedir. Bunun aşılması için öncelikle anımsanması gerekir.
Geçmişteki çözümleri unutuyor, hatalarımızı tekrar ediyoruz!
Yeni adına eskiyi rafa kaldıran günümüz eleştiri tarzı, devrin zihniyetinin bir parçasını oluşturur; unutarak temize çıkmaya ve savunmaya yarar.
Kısacası, toplum belleğini ve onunla birlikte aklını yitirir.
Geçmişi düşünme yeteneksizliğinin ya da gönülsüzlüğünün bedeli düşünememektir. Bellek yitimi geçmiş düşünceyi fazladan bir "entelektüel çöplük" gibi sırtından atan "radikal" ampirisizm ve pozitivizmden, geçmişin devlerine ve dehalarına çok erken doğma talihsizliğine uğradıkları için selam duran açıkgöz kuramlara kadar çeşitli biçimler alır [iii].
ATEŞ SUYU POLİTİKASI
(Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz?)
Batılılar Amerika'yı işgal ettiklerinde (keşif değil, işgal) onlar gibi silahlanmamış ve daha da önemlisi aç gözlü, barbar davranışlara sahip olmayan yerli halkı sistemli biçimde katletmişlerdi.
Kimini kılıçtan geçirerek, kimini yerlilere bağışıklığı bulunmayan hastalık mikropları bulaştırarak, kimini de barınma ve beslenme ortamlarını ortadan kaldırarak yok ettiler.
Örneğin Kızılderililerin temel besin ve geçim kaynağı olan bufaloları yok ederek onları aç bıraktılar.
Kızılderili (ne çirkin bir adlandırma!) katliamın boyutlarını anlamak için şu sayısal karşılaştırma yeterlidir:
1492'de Amerika'da 100 milyon civarında yerli yaşarken 2000 yılında bu sayı 1,5 milyondur!
Batı (Avrupa, Amerika) Kızılderili katliamlarının hesabını vermemiştir.
İnsanlıktan özür dilemediği için yayılmacılığa hâlâ devam etmektedir.
Şimdilerde açıkça Afganistan ve Irak'ta, öteden beri ise örtülü olarak birçok yerdedir.
Batılılar bir şekilde katledemediği Kızılderilileri ise "ateş suyu" ile pasifize etmiştir.
Ateş suyu Kızılderililerin viskiye verdikleri addır. Bu ilk ateş suyudur.
Ateş suyu (alkol) bugün yaşamaya çalışan Kızılderilileri sindirmiştir. Alkole alıştırılan, uyuşturulan Kızılderili, Kızılderili olmaktan çıkmıştır. Kızılderili, kendisi olmak için savaşımı bir tarafa bırakıp "ateş suyu" elde etmek için beyaz adamın kölesi olmuştur.
Kızılderililer şimdilerde hiçbir "kıymeti harbiyesi" olmayan bir şekilde Amerikan toplumunda müzelik bir eşya muamelesi görmektedir. Unutulmuş geçmiş, unutturulmuş katliamlar, unutturulduğu için az bir kısmı kalmış kültürle turistlere Kızılderili dansları sergileyerek bahşiş toplayan, onu da ateş suyuna harcayan bir kitle!
Kızılderililer mankurtlaştırılmıştır.
Türkiye de böyle yapılmak isteniyor.
Batılılarla uygarlık yarıştıracak bir Türkiye değil, onların turistlerini eğlendirecek güzel bir tatil ülkesi, silahla sömürgeleştirmek istedikleri yerlerde kullanmak üzere askerleri olmamızı istiyorlar.
Bunun için mankurtlaştırılmamız gerek!
Kitleleri uyuşturmak için ateş suyunu sadece Amerikalılar kullanmadı. Rusların da benzer politikalar izlediğini Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ortaya çıkan devletlerde görüldü.
Oradaki ateş suyunun adı Votka idi.
Birinci Ateş Suyu: Alkol ve Uyuşturucu Bağımlılığı
Emperyalizm ateş suyu politikasını her sömürgeleştirmek istediği ülkede uygulamaktadır. Kendi mantığınca tutarlıdır. Meşrulaştırılan şey yani alkol ve uyuşturucu, emperyalizmin toplumları/kitleleri uyuşturmada, düşündürmemekte kullandıkları bir araçtır.
İçer unutursunuz.
Sizi şaşırtan, alışamadığınız şeyleri zamana yayar, alışırsınız.
Alıştırılırsınız, uyum sağlarsınız.
Böylece tehdit olmaktan çıkar, sömürgeleştiğinizin farkına bile varmazsınız.
Oysa bilişim devrimi sürecinden geçmekte olan dünyada, dünya entelijansiyasını izlemek, yeni haritaların çizildiği coğrafyaları en azından anlamak, AB, Avrasya ve ABD köleliği arasında tercihe zorlanan, birileri tarafından yol haritası belirlenmekte olan yurttaşlarımızın uyuşturulmaya değil, ayık kalmaya gereksinimi vardır!
Kitleler/toplumlar/uluslar ne kadar uyuşturulursa, düşünmekten uzaklaştırılırsa sömürgeleştirme politikası o kadar başarılı olur. Uyuşturulup bireysel zevklerin peşinde koşan, "anını yaşayan" gelecek kaygısı taşımayan insanlar emperyalizmin kendisine hangi oyunu, nasıl oynadığının da farkına varamazlar. İstenen de budur çünkü sömürü devam eder.
Emperyalizm, alkol dışında da uyuşturucular/ateş suları geliştirmiştir.
İkinci Ateş Suyu: Ödlek Tavşan Yetiştirmek
Üniversitede Çocuk Edebiyatı derslerine de giriyorum. Bir dönem boyunca "çocuk kitapları nasıl olmalı ki, hem çocuklara okuma yazmayı sevdirebilelim, hem de okuyanlar iyi birer yurttaş olarak yetişsin" sorusuna yanıt arıyoruz.
Öğrencilerim öğrendiklerini dönem sonunda birer çocuk kitabı yazarak ortaya koyuyorlar. Biçim yönünden harika şeyler ortaya çıkıyor. Ama en çok yazılan tema benim "minik tavşan tema"sı dediğim biçimde oluyor.
Hikâye şöyle: Anne tavşan yavru tavşanla ormandaki evlerinde mutlu bir şekilde yaşardı. Günlerden bir gün anne tavşan yavru tavşana dedi ki ;
- "bak yavrucuğum, benim çıkıp yiyecek getirmem gerek. Sen evde otur. Sakın dışarı çıkma, ortalığı karıştırma ve beni evde bekle."
Anne tavşan çıkıp gider. Derken yavru tavşan evde sıkılır. O sırada kapı önünde bir kelebek görür. Merakla kelebeğin peşinden koşarak çıkar ve epeyce dolaşır. Yorulup eve girmek isteyince kaybolduğunu anlar. Korkar ve ağlar. Derken bir ağacın dibinde uyuya kalır.
Gözlerini korkunç bir hırlamayla açar.
O da ne?
Kurt değil mi?
- "Seni şimdi yiyeceğim" demektedir.
Yavru tavşan yalvar yakar olurken, komşu "Ayı Amca" oralardan geçmez mi? (Çocuk öykülerinin kötü sonla bitmemesi gerekiyor) Ayı Amca kötü kurdu kovalar ve yavru tavşanın elinden tutarak annesine getirir. Yolda da büyüklerinin sözünden çıkma, onların "yap" dediklerini yap, "yapma" dediklerini yapma kabilinden öğütler verir. Derken evlerine gelirler. Yavru tavşan ile annenin dokunaklı sarılmalarının ardından yavru tavşan
- "bir daha onun sözünden çıkmayacağına, yapma dediklerini yapmayacağına... yemin billah eder.
Minik tavşan yerine minik kuş, minik ayı, minik Ayşe de olabiliyor.
Öğrencilerin yüzde sekseni buna benzer öyküler yazıyorsa bunda bir tuhaflık vardır.
Neden bu tema anlatılır?
Çünkü yıllardır okuma parçalarında, hikâye kitaplarında hep bu temayı okumuşlardır. O kadar tanıdık, aşina olunmuşluk vardır ki bunda!
Peki bunun ana fikri nedir?
Okuyucu bundan ne öğrenir?
Araştırma, karıştırma, kurcalama, merak etme.
Dur, otur, bekle, yap denilirse yap!
Biliyoruz ki merak duygusu insanı araştırmaya, araştırma da öğrenmeye götürür.
Biz yıllardır çocuklarımıza merak etme, araştırma, sadece "yap" denilenleri yapmayı öğretmişiz! İnisiyatif alamayan, girişken olamayan, deneyim edinme kaygısı olmayan, korkak, pısırık, yani "ödlek tavşan yavruları" yetiştirmişiz.
Bunların sonucunda terörist elebaşısını yıllarca saklayan ülkeye haddini bildiremedik.
Yunanistan'ın elinde yakaladık, pasaportu Yunanlı çıktı.
Birçok ülkenin savaş sebebi sayacağı durumu sineye çektik.
30 bin evladını şehit vermiş, 100 milyar doları bu uğurda harcadığımız için ekonomik krizlerle uğraşmamıza karşın, onlara meydanları dar edeceğimize, bakanımızın Yunan meslektaşıyla sirtaki oynamasını alkışlamışız.
Bugün bile bankalar dolandırılmış, bizim paralarımız çalınmış ama kimsede en doğal demokratik tepkiyi verecek mecal bırakılmamıştır. Uluslar arası ilişkilerde AB ya da ABD'nin en azından diplomatik nezaketle bağdaşmayacak, saygısız tavır ve isteklerine boyun eğer, normal sayar hale gelmişiz.
Ödlek tavşanlar toplumu olup çıkmışız. Mankurtlaşıyoruz!
Oysa sıradan bir Keloğlan masalını alıp incelediğimizde Keloğlan aracılığıyla çocuklara tam tersi mesajların verildiği görülür:
Keloğlan anasını dinler ama sorunu kendi bildiği gibi çözer.
Hele Köroğlu!
Köroğlu, bir ozandır, bir düşünürdür, bir müzisyendir, yavuklusu olan, sevdayı bilendir.
Köroğlu kötü yöneticilere karşı direnme hakkını kullanan "birey"dir.
Unutturuldu bize.
Üniversiteli gençlere soruyorum, "Köroğlu kimdir, nedir?" diye, çok cılız yanıtlar alabiliyorum.
Yanıt verenler de Cüneyt Arkın'ın filmlerinden kazara öğrenmişler.
Ama Köroğlu'nun kötü kopyası olan İngiliz eşkıyası Robin Hood herkes tarafından biliniyor!
Çünkü insanımız okumuyor ama televizyon izliyor...
Kültürümüzü biçimlendiren temel kültür kodlarımızdan kopuyoruz.
Mankurtlaşıyoruz.
Üçüncü Ateş Suyu: Yabancı Dilde Eğitim
Aklı başında hiçbir ülke çocuklarını başka bir ulusun dilinde eğitmez.
Başka kültürlere dönükleştirmez.
Biz gerek imam liselerinde gerekse yabancı dilde eğitim yapan okullarımızda bunu yapıyoruz.
Atatürk, Öğretimin birleştirilmesi yasası ile sadece medreseleri değil, yabancı dilde eğitim veren okulları da kapattı. Ama şimdilerde Anadolu Liselerinden ODTÜ, Boğaziçi, Bilkent gibi seçerek öğrenci gönderdiğimiz yerlerde yabancı dillerde eğitim verdiriyor, çocuklarımızı kendi elimizle başka kültürlere sempati duyar hale getiriyoruz.
Bunu azaltacağımıza yaygınlaştırıyoruz.
Malatya İnönü Üniversitesindeki tıbbiyede bile tıp eğitimi İngilizce veriliyor.
En seçme öğrencilerimizi en iyi okullarımızda yetiştirip, bedavadan başka ülkelerin hizmetine veriyoruz.
Aldıkları eğitim onların ulusal duyarlıklarını zayıflatıp mankurtlaştırıyor ve batı dostu olup çıkıyorlar.
Seçkin üniversitelerimiz kendi ülkelerinden utanıp, "kapağı batıya atmak" için çırpınan öğrencilerle dolu.
Dördüncü Ateş Suyu: Cinsel Açlık Yaratmak
ve
İhanet Duygusu Geliştirmek
Uyuşturma etkisi yapan her şey Kızılderililerin ateş suyu dediği şeydir.
Bunlardan biri de, değer yargılarından arındırılmış cinselliktir.
Edebiyat, sinema, televizyon, gazete ve dergiler cinsel açlık duygusu yaratmak için her türlü yöntem ve tekniği kullanmaktadırlar. Renkli dünyalara kanat açmanın, bedensel hazzın duyumsatılması, aranması sağlanmaktadır.
Toplumun geneline seslenen televizyon ve gazeteler bunda araç olarak kullanılıyor.
Bugünlerde bir gazetede okuduğum haber ilginçti: İnternette dünya genelinde 260 milyon site pornografik yayın yapıyor. Bunların tamamı emperyalist/ kapitalist ülkelerde bulunuyor.
Propaganda kitaplarının etkisi azaldığından, şimdilerde edebiyat, özellikle romanlar bir silah olarak kullanılmaktadır. Milan Kundera, sorunları olduğunu herkesin kabul ettiği sosyalist düzeni yıkabilmek için sadece "ihanet özgürlüğü" istiyordu ve bu kitabında (Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği) başta cinsel ve duygusal olmak üzere her türlü ihaneti yüceltiyordu [iv].
İnsan öğrenme yeteneği çok yüksek olan bir varlıktır. Öğrenmelerimizin önemli kısmı da bildiklerimizi başka alanlara transfer etmekle olur. Sevgilisine, eşine ihanetle başlayan ve ihanet duygusu, onu taşıyanı ideolojisine, içinde bulunduğu gruba, kader arkadaşlarına ve nihayet ülkesine ihanete kadar götürebilir.
Milan Kundera bunu başarmıştı...
Romanlarda, toplumları sarsmak için onu ayakta tutan en önemli kurum olan aileye saldırılmaktadır.
Değerler aşındırılıyor. Örneğin kadınlara "eşinizden yeterince haz alamıyorsanız, sizi yeterince mutlu edemiyorsa 'aldatma hakkı'nızı kullanmalısınız" önerisi ikna edici biçimde yapılır.
İnsanlara birbirine ihanet etmek gibi bir "hak" sunulur. Edebiyatımızda bunun misyonerliğini yapanlar bulunmaktadır.
Kültürel değerlerimizin en aşağılık şey olarak gördüğü "ihanet ve aldatma" yazılarında meşrulaştırılır, "aşağılık olan yüceltilerek" değer haline getirilir.
Örneğin, A.Altan, "Aldatmak" kitabında öyle sahneler ve duygudurumlar ortaya koyar ve aldatmayı öyle meşrulaştırır, doğallaştırır ki, onu adeta yaşar, ilginç bulur ve yaşamak için çareler ararsınız. Böyle olmasa bile romanı okurken, okur zaten olayı yaşamaktadır.
Okuyucu aldatma duygusunu zihninde kurgulamış, yaşamıştır. Artık tabu yıkılmıştır. Eşler birbirine "acaba?" diye bakmaya başlar. Evliliği ayakta tutan "eşine güven" duygusuysa ve bu güven yoksa, evlilik ve aile aslında yoktur. Bunun bir adım sonrası "aldatma hakkını" kullanan ya da kuşkunun pençesinde kıvranan eşlerin parçaladıkları ailelerdir.
Neden aileye saldırılmaktadır?
Aile toplumun temelidir.
Toplumu o ayakta tutar.
Aile bireyi vatanına bağlar.
Aile bozuksa toplum bozuktur.
O toplum artık ateş suyu içmiştir.
İflah olmaz!
Pop denilen müzik türü de aynı amaçla kullanılmaktadır:
Şarkılarda "sana bir ihanet borcum var, ödedim sonunda..." söylenir, güzel nağmelerle..
"Dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe, sırf sana benziyor diye, usulca sokulup merhaba dedim" der saf saf...
Sinemalarda bunca kültür zengini olan ülkede yeni kavram ve düşünüş biçimleri ile açılımlar yapmak varken, "aldatma" en basit biçimiyle işlenir.
Holivut sinemasının aynı temayı işleyen filmleri günlerce televizyonlarda tanıtılır.
Bir kadın neden aldatır, aldatılır? Bunu tartışmak üzere açık oturumlar düzenlenir...
Bir topluma ateş suyu içirmek için ateş suyunun cilalı bir kap içinde güzel nitelemelerle alıştırarak verilir.
Örneğin içerseniz "çağdaş, modern, batılı..." olursunuz. Zinanın adı "çapkınlık" olur.
Yapılan şey ise "kaçamak".
Bu kadar masum!
Bunlara karşı çıkarsanız ya köylü olursunuz ya da gerici.
Alışamazsanız gericiliği tercih edebilir ya da bir yere ait olmak için oraya katılmak zorunda kalırsınız.
Haşlanmış kurbağalar ya da mankurtlar sizi "şeriatçı" bile sayar.
Rüşvet, yolsuzluk, adam kayırmanın adı "işbilirlik, iş bitiricilik, beceriklilik, köşeyi dönme" olur.
Teröre kayıtsız kalarak "insan hakları ödülü" bile alırsınız.
Emperyalizm ve kapitalizm, bireylerde cinsel açlık duygusu yaratarak kendini ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bedeninize odaklanmanız sağlanır. Sağlıklı olmaktan çok alımlı görünmek biricik hedefiniz olur Böylesi birinin yurt ve dünya sorunlarıyla ilgilenmesi, açlar, işsizler, evsizler, mutsuzları düşünmesi ne kadar beklenir? Kendi bedeninin derdine düşmüştür. Tensel zevklerin peşindedir.
Birey yalnızdır ama kapitalizm örgütlüdür. Açlar, işsizler çeşitli biçimlerde direnir, düzen onları bir şekilde meşruiyet dışına iter ve yok eder. İnsan olmak haysiyetinize bile dokunmaz. Çünkü "insan olma"nın ne olduğunu düşünecek haliniz kalmamıştır. Atatürk "Cumhuriyet bilhassa kimsesizin kimsesidir" demişti.
Cumhuriyetçiliği, halkçılığı unuttuk, sadece içi boşaltılmış biçimde adlarını sıralayıp duruyoruz.
Beşinci Ateş Suyu: Saptırılmış İdeolojiler ve İçi Boşaltılmış Kavramlar
İdeoloji, herhangi bir toplumsal kümenin yaşamına yön veren ve kendi içinde uyumlu bir düzen oluşturan düşünce, inanç ve düşünüş biçimlerinin tümüdür [v].
İdeolojiler gerekli olabilir.
Ancak sorunlara doğru saptamalar yapanların sesi kısılıp, yanlış amaçlar peşinden koşan sağ, sol ya da başka ideolojiler oluşturulur. İleri sürülen birçok sahte ya da saptırılmış ideoloji yoluyla sonuncul amaçlarını çoktan unutmuş onlarca grubun (fraksiyon, tarikat, cemaat, siyasal parti) ortaya çıkmasına ve amaçlarına değil birbirine yönelik mücadelesine dönüşür.
Samimi insanlar ülke sorunlarını çözebilmek için bunlarla boş boş uğraşırlar.
İşler daha kötüye gider. Sorunlar daha da büyür.
Bu akımlar toplumu temel sorunlarından, uygarlık mücadelesinden uzaklaştırmak ve dikkati yapay sorun ve çözümlere çekmek için araç işlevi görmektedir. Bazen toplum bir fırsatını bulup sorunları üzerine düşünmeye ve çözüm bulmaya başladığında, bu güçler hemen çözümü baltalamaya çalışırlar.
Dünya görüşü, insanın çevresindeki dünyaya karşı oluşturduğu görüşlerin, anlayışların ve kavramların tümüdür[vi].
Dünya görüşlerimizi oluşturan kavramların içerikleri boşaltılıp, yanlış biçimlerde dolduruluyor.
Örneğin insan hakları, demokrasi, laiklik, özgürlük, onur, namus ve saygı kavramları "tabuları yıkalım" kampanyasıyla "modası geçmiş, çağdışı kafa anlayışı" diyerek içleri boşaltıldığı için anlamları kaybolmuştur.
Şimdilerde bu kavramların içleri yanlış biçimde doldurulmaktadır.
Kavramlar yanlış olunca ve kültür kodlarıyla uyum göstermeyince doğru düşünmek ve davranmak olanaksızdır.
Aydınlar toplumun "her türlü düşünceye açık olması" ilkeleriyle "kaleyi saldırganlara teslim etmek" arasındaki farkı göremiyor, bu iki kavramı birbirine karıştırıyor [vii]. Böylece ülkenin düşünce dünyası karmaşıklaşıyor, belirsizlik her şeye siniyor.
Kimse önünü göremeyince amaçlar belirsizleşiyor.
Toplum nereye gideceğini şaşırıyor!
Altıncı Ateş Suyu: Dincilik ve Sahte Din Anlayışı
Din toplumsal yaşamda önemli ve gerekli sosyal bir kurumdur.
Toplumları etkileme ve özellikle bireyleri yönlendirme etkisine sahiptir. Ancak din siyasal bir amaç gütmeye ve iktidar mücadelesi vermeye kalkınca, toplumsal sorunlara da yol açabilmektedir.
Dindar ile dinciyi iyi ayırt etmeliyiz. Dindar ile bir sorunumuz yoktur ve yanındayız.
Din üzerinden siyaset ve ticaret yapanlar, dinsel değerleri ve inanan insanları sömürmekte, sorunlara yanlış teşhislerin konulmasına yol açmaktadır.
Emperyalizmin sahte şeyh, mezhep ve tarikatlar oluşturması yeni bir uygulama değildir.
Afganistan ve Arabistan'da şeyh kılıklı Amerikan ve İngiliz ajanları yüzyıldır faaliyetlerine devam ediyorlar.
Bunu İslam'a iyilik için mi yapıyorlar?
Bunlarla hem din anlayışı değişir, din saptırılır hem de yeni akımlarla bölücülüğe yol açılarak toplumsal çözülme ortaya çıkarılır. İnsanlar gerçek sorunlar üzerinde düşünmekten alı konulur. Hatta ülkeler işgal edilir.
Cezayir'de 1840 yılında egemen olan dinsel güç, Ticani tarikatı ve şeyhi de Muhammed Es Sağir'dir. O sırada Fransa tarafından Cezayir'e gönderilen ajan Monsieur Rosch, Müslümanlığı kabul etmiş görünerek önce Es Sağir ile işbirliği içinde, yerel İslam ulemasına başvurmuş ve arkasından Mısır'ın ünlü El Ezher medresesinin ve en sonunda da Mekke ulemasına başvurarak onlara yönelttiği "İslami itikade halel gelmeden, geçici süre, Hıristiyanlara boyun eğmek caiz midir" sorusuna karşı "elcevap: caizdir" yanıtını almıştır.
Hıristiyanlara geçici tutsaklık yüz yılı aşmıştır [viii].
Dinciler aracılığıyla farklı kültürel anlayışlar sanki "İslam buymuş gibi" topluma dayatılmaktadır.
Müslüman olmak ile Araplaşmak hâlâ birbirinden ayrılamadı.
Yıllardır başörtüsü ve İmam Hatip Liseleri üzerinden kıyametler koparılmaktadır. Körüklenen bunun gibi yapay sorunlar, adeta bir "sis bombası" etkisi yaratarak asıl sorunlarımızın görünmesi engelleniyor.
Dinsizleştirmecilik de bir ateş suyu haline gelmektedir.
Din, toplumsal yapıyı ayakta tutan sosyal yapıştırıcılardan biridir.
Birçok kültür kodu dinsel değerlere ilişiktir ve din toplumsal ve bireysel birçok işlev görür.
Yani gereklidir.
Ancak özellikle bir kısım laiklik savunucularının bilerek ya da bilmeyerek, işi ileri götürüp laiklik savunusu değil, dinsizleştirmecilik yaptığı görülmeye başladı. Öncelikle laiklik dinin olmadığı bir yerde anlamsızdır. Laiklik din ile birlikte vardır. Laiklik bir barış antlaşmasıdır. "La İkilik" yaparak yeni ayrışmalara meydan verilmemesi gerekir.
Böylesi kişiler laiklikle hiçbir sorunu olmayan dindar kişileri dinci saflara itmektedirler.
Yedinci Ateş Suyu: Yapay Gündem
Basındaki zihin inşa mühendisleri, çeşitli yapay gündemler oluşturarak halkın gerçek sorunlarını tartışmasını engellemekte, gerçekleri gizleyip üzerinde düşünmeyi engellemektedir.
Bu özellikle ülkenin başına çorap örüldüğü zamanlarda daha da artmaktadır.
Hava sislendirilerek kurtlar salınır.
Dikkatler başka tarafa çekilerek asıl yapılacak olanlar yapılır.
Bazı olaylar kendi bağlamından cımbızla çıkarılarak başka biçimlerde sunulur.
Böylece dinleyici farklı sonuçlar çıkarır.
Zihinler inşa edilir.
Son zamanlardaki gündemimize bakar mısınız:
1- Sınıfta başörtüsü takmalı mı, kadınlar cenaze namazı kılar mı?
2- Cuma namazı kadınlara farz mıdır?
3- Gülben kaseti,
4- Cumhurbaşkanı'nın Resepsiyonu,
5- YÖK,
6- Popstar ve evlenme yarışmaları
ve
elbette futbol...
Toplum bunlarla oyalandırılıyor.
Demokrasi eğer halkın kendi kendini yönetmesi ise, yönetim de karar almak ise ve karar almak da bilgiye dayalı ise bilgiden uzaklaştırılan bu toplum demokratik olabilir mi?
Ancak mankurtlar, seçimden seçime oy kullanmanın demokrasi olduğuna inanabilirler!
Ülkenin geçmişte varolan manevi dinamiklerini gözden düşürmek ve toplumu başkasının manevi ve kültürel değerlerine hayran bırakmak amaçlanıyor.
Bu amaçla toplumsal aşağılık duygusu uyandırılır.
Bunun için basın yayın yoluyla toplumun kusurları ön plana çıkarılır.
Ahlâk, inanç, yurtseverlik, kahramanlık gibi değerler gözden düşürülür.
Cinsel özgürlük, ilericililik gibi sloganlar devamlı ve sık kullanılarak varolan eğlence kültürü değiştirilir.
Modern ülkeler karşısında aşağılık duygusu uyandırılır.
Kendine güveni azalmış topluluklar, başarılı toplulukları taklit etmek ve onlar gibi yaşamak isterler.
30-60 yıllık bir sürecin sonunda toplumun kültürel kimliği değişebildiği için amaca ulaşılır. Çözüm, toplumun kendi kültürünü koruyarak çağdaşlaşması olmalıdır [ix].
Eğer eleştirici düşünmeye sahipseniz ve bu salyangozların neden bu mahallede satıldığını biliyorsanız bundan etkilenmezsiniz.
Bunun farkında değilseniz emperyalizm ve işbirlikçi kapitalizmin tuzağına düşmüşsünüz demektir.
Başka ateş suyu etkisi yapan şeyleri de sıralayabiliriz.
Dikkat edilirse, bütün bunlar toplumu belleksizleştirmek, kimliksizleştirmek ve kişiliksizleştirmek sonucuna yol açmaktadır.
Küresel sömürge haline getirmek istedikleri ülkemizde zihnimiz yeniden inşa ediliyor.
Oluşturulmaya çalışılan zihin bizim olmayan, yapay ve emperyalizmle dost bir zihindir.
Mankurtlaşmamak İçin Ne Yapmalı?
Atatürk demişti ki:
Millî eğitimden söz ederken, ... "Doğudan ve batıdan gelen tüm etkilerden uzak, millî yaradılış ve tarihimize uygun bir eğitim düşünüyorum. Çünkü millî varlığımızın gelişmesi tam olarak ancak böyle bir eğitimle sağlanabilir...
Çocuk ve gençlerimizin görecekleri eğitimin sınırı ne olursa olsun, onlara öncelikle, Türkiye'nin geleceğine, özbenliğine, ulusal geleneklerine düşman olan tüm öğelerle mücadele etmesi gerektiği öğretilmelidir"
Ülkemizde yaşanılan olumsuzluklara, aydın tipine ya da gündemimizi işgal eden konulara bakarak Atatürk'ün önerdiği insan tipini yeterince yetiştiremediğimiz dikkat çekmektedir.
Eğitim sadece okulların ve öğretmenlerin görevi değildir. Millî Eğitim Temel Kanunu sadece öğretmenleri bağlamaz. Bir toplumdaki eğitim, hukuk, siyaset, yönetim, dernekler ve basın gibi tüm sistemler birbirini desteklemelidir.
Birinin yapmaya çalıştığını diğeri bozarsa elde bir şey kalmaz. Kitle iletişim araçlarından ailelere, demokratik kitle örgütlerinden siyasal partilere kadar herkes yapıp etmelerinde "millî eğitimin amaç ve temel ilkelerini" dikkate almak zorundadır.
Ulusal eğitim, ama gerçekten ulusal olan bir eğitim en büyük eksiklik ve beklentidir.
Bütün bunları tartışıp doğru kararlara varabilmek için de sağlıklı bilgi verecek kitle iletişim araçları ve ortamlarına gereksinim duyulmaktadır.
Bilinen öyküdür: İçi su dolu bir tencereye bir kurbağa atar ve ocağı yakarsanız kurbağa yavaş yavaş ısındığından dolayı haşlanacağını düşünemez. Sıcaklık rahatsız edici boyuta ulaşınca ise o kadar gevşemiş, mayışmıştır ki, tencereden çıkacak gücü kendinde bulamaz. Oysa kaynayan bir tencereye bir kurbağayı atarsanız tüm gücünü toplar ve oradan hemen sıçrar ve kurtulur. Bu öykü, insanlara azar azar zehir bile içirilebileceğini anlatmaktadır.
Ateş suyunda haşlanıyoruz!
Haşlanmış kurbağa olmadığımızı göstermek için sıçrayalım...
Mankurt olmadığımızı göstermenin yollarını arayalım!...
Amerika'da bir Türk doktora öğrencisine, arkadaşı "Osmanlılar nasıl yıkıldı?" diye soruyor.
Türk öğrenci arkadaşına İngilizlerin ve Fransızların hileyi, kıskançlığı, taassubu kullanarak nasıl sonuç aldığını anlatıyor.
Amerikalı arkadaşından bunun üzerine aldığı cevap ilginç:
- "Onlar görevlerini yapıyorlar ve yapacaklar. Siz onlara karşı ne yaptınız?"
Her toplum zaman zaman rehavete kapılabilir. Uçurumun eşiğine de gelebilir. Biz uçurumun kenarına gelmiş ama rehaveti üstünden atarak destanlar yaratmış bir toplumun çocuklarıyız.
Türkiye genç ve eğitimli nüfusu, köklü devlet geleneği, üstün coğrafyası, zengin yer altı ve yerüstü kaynaklarıyla geleceği parlak olan bir ülkedir. Bunun bilelim ve yolumuzdaki engelleri kaldıralım.
Mankurtluktan kurtulmak ve mankurtlaştırılamayanları yetiştirmekle işe başlayabiliriz.
Bu görev, başta eğitim kurumu ve öğretmenler olmak üzere tüm toplumundur.
http://egitisim.inonu.edu.tr/Mankurtluk.htm
DİPNOTLAR
[1] Aytmatov, Cengiz. Gün Olur Asra Bedel. İstanbul: Ötüken. 2001.
[1] Çınar, İkram. "Mankurtlaştırılamayanlardan mısınız?" Güneş Gazetesi. 18 Haz. 2003.
[1] Jacoby, Russell. Belleğini Yitiren Toplum. (Çev. Hakan Atalay) İstanbul: Ayrıntı. 1996. s. 29.
[1] Küçük, Yalçın. Şebeke / Network. Üçüncü baskı. İstanbul: YGS. 2002, s. 174
[1] Ozankaya, Özer. Toplumbilim Terimleri Sözlüğü. Üçüncü basım. Ankara: Savaş. 1984, s. 41.
[1] Ozankaya, Özer. agy. s. 40.
[1] Nebi, Malik bin. İdeolojik Savaş Ajanları. (Çev. Cemal Aydın) İstanbul: Timaş. 1997, s. 106.
[1] Çavdar, Arif. "Türklerin Suudi Arabistanlılaştırılması" Cumhuriyet Gazetesi, 20 Ey. 1994, s. 2
[1] Tarhan, Nevzat. Psikolojik Savaş. İkinci baskı. İstanbul: Timaş. 2002, s. 59
Bu yazıyı sonuna kadar okuduğu halde "Ben hiç bir şey anlamadım" diyen biri çıkarsa...
İnanın ki o avcı değil!
-!..
Yaban hali av olur da......
Bu tür artık ehlileşti...
-!..
Besihanede... Sırasını bekliyor.
-!..
Bu ayın 30'undan sonra, en az 4 gün (!) ortalarda gelişi güzel dolanmasın!
-!..
Benden söylemesi.
Şimdi...
Her platformda seslendirmeye çalıştığım gibi "ışık" yine üniversiteden geldi.
Bu yazıyı derleyen Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR'ın ellerine sağlık. Her türlü iyi niyet içeren dualarım onun yanında olsun. Pek tabii ki dipnotta ismi geçen herkese, aynı duygularla yaklaştığım da bilinmelidir.
Hangi dinden hangi ülkeden olduğu da önemli değil.
Tek kriterimiz var.
Söyledikleri doğru mu? Yanlış mı?
Bu toplumun bir parçası olan avcılar, kendi ilgi alanları ile bu yazının içeriğinde anlatılmak istenilenler arasında ilişki kurmalıdırlar.
Örneğin; Avcılar birbirlerine, hem de sıkça "hafta sonu ava gidiyor musun?" diye sorarlar.
Tüm "atlatmaca"lar da bu cevap üzerine kurulur.
Dostluklar bozulur...
Kırgınlıklar yaşanır...
Avcı, kendisini bu (!) konuda atlatanı asla affetmez.
Doğru cevap ise yeni arkadaşlıklara vesile olur.
Ama:
Siz herhangi bir avcının bir diğerine "bu weekend ava gidiyor musun? " diye sorduğunu hiç duydunuz mu?
-!..
Ödüllüsü (!) böyle yazıyor!
"Yapay gündem" ne demek!
"Türkçe neden önemli!"
Öğrendik, değil mi?
Sn. Ahmet Recai Demirci'nin sorduğu tüm soruların cevabı, bu yazı içinde var.
Sadece "kılık" değiştirmiş.
- !..
Varsay ki 100 tane federasyonun var!
-!..
Bir o kadar da konfederasyonun olsun!
-!..
Bir makamı değerli kılan o koltuk mu, yoksa o koltukta oturan mıdır?
-!..
Aklı kısa olanlardan korkun (!)
Bilmezler ne dediklerini,
Çünkü bilmezler ne olduklarını.
Paul Valery
Mehmet Emin Bora
21 Aralık 2006 / Ankara