Son Pişmanlık Fayda Etmez
2004 yılının oldukça soğuk bir Şubat günüydü. Hafta başından beri yağan kar tüm doğayı bembeyaz yapmıştı. Karda domuz izi kesmek daha kolay olacağı düşünüldüğünden dolayı hepimiz daha da heyecanlıydık. Arabalar yüklendikten sonra yola koyulduk. Yolda sohbet hep aynıydı, “bugün kesin buluruz”..
İlk durağımız sürencileri alacağımız köydü. Sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanan köyde dondurucu bir soğuk vardı. Domuz avına yeni başladığım için, sürencilere bir anlam veremiyordum. Avın keyfini sürmek yerine, şehirli avcılar için sıcacık yataklarından kalkıp, buz gibi havada kan ter içinde kalarak domuz kovalamak.. Gerçekten çok şaşırmıştım. Neydi bu insanları bu denli hırslı yapan?.. Birlikte gittiğimiz avcı abilerimize sordum “nedir bu insanların çıkarları?” diye..
Acaba bu işi para karşılığı mı yapıyorlardı?
Köy kahvesinde çay içip av planı yaparken cevabı çok net bir şekilde aldım, “bu sene çok fazlalaştılar beyim, 5-10 gezerlerdi, şimdilerde 30-40’tan aşağı gezmiyolar bu musubet hayvanlar. Patates, mısır hiç bişey gomadılar, gurban olayım bitirin şunların kökünü Allah aşkına..”
Demek ki bu hummalı koşuşturmanın, bu bedelsiz yardımın sebebi domuzların tarlalarına dolayısıyla kendilerine verdiği zarardı. Halbuki birkaç zaman önce bir dergide hayvanların, özellikle domuzların ekosistem üzerindeki rolünü anlatan bir yazı okumuştum. Ve çıkardığım ana fikir, sahip olduğumuz ormanlık ve ağaçlık arazilerin mimarisinde domuzların başrol oynadığıydı. Onlar ağaç köklerini, bitki ve meyve tohumlarını yerler, başka meralarda dışkıları yoluyla benzer ormanlık ve ağaçlık alanların oluşmalarını sağlayıp farkında olmadan erozyona da engel olurlardı. Ayrıca toprağı eşelemek suretiyle havalanmasını sağlar, yeni nesil toprakların daha kuvvetli oluşmasına yardımcı olurlardı.
Domuzlar hakkında edindiğim bu çok az teorik bilginin, beni içine düştüğüm kavram kargaşasından kurtaramayacağını anlayıp durumu sorgulamaktan vazgeçtim, “domuz avı için gelinmişti ve öyle de olacaktı..”
Bardaklarımızda kalan son yudum çayları da içtikten sonra sürenci arkadaşları da alıp karla kaplı arazide yola koyulduk. Manzara inanılmazdı, her yer bembeyaz, ve pürüzsüzdü. Avcılığı niye bu kadar çok sevdiğimi bir kez daha anladım, “çünkü ben doğayı seviyordum”.
Dağın sessizliğini bozan tek şey arka arkaya giden iki dizel aracın motor sesiydi. Orman içinde yüzlerce çift gözün bu davetsiz misafirleri sessizce izlediğinin farkındaydım. Kar yol kenarlarında kürtün yapmış, sanki dağa çıkmamızı istemezcesine işimizi zorlaştırıyordu. Köy çıkışından yaklaşık 2 km sonra önümüzdeki araç durdu. Avı organize eden abimizle birlikte bir sürenci arkadaş arabadan indi ve hemen sağımızdaki vadiye bakıp bişeyler konuştular. Vadi oldukça derindi. Yer yer meşelikler, çoğunlukla da çam ağaçları vardı. Öndeki arabadan gelen işaretle bizim araçtaki 2 sürenci arkadaş da arabadan indi. Durum anlaşılmıştı, sürenciler sağımızdaki vadiden girip domuzları kaldıracaklar, biz de domuzların muhtemel geçit yolları üzerinde durup “ya kısmet” diyecektik..
Sürencileri bıraktıktan sonra, virajlı dağ yolunda yaklaşık 2 km daha ilerledik. Zaman gelmişti, artık konuşulmayacak, sigara içilmeyecek, gereksiz gürültü yapılmayacak ve sonsuz bir sabırla beklenecekti. Araçları uygun yerlere park ettikten sonra avcıbaşının gösterdiği düzende araziye dağıldık. Her birimizin arası yaklaşık 100 m idi. Yarımay şeklinde dizilmiş ve domuzların geçmesi muhtemel tüm yolamak ve vadileri tutmuştuk. O gün için grupta yivli silahı olmayan tek avcı ben olduğum için benim yerim biraz daha özenle seçilmişti, geçiş hattına daha yakın ve daha meşelik bir yer.
Avcıbaşının, telsizden yaptığı “süren başlasın” anonsuyla beraber, sürencilerin ardı ardına patlayan çifteleri bir anda sessizliği bozdu. İşte av başlamıştı. Acaba nerden gelecekti? Acaba bana tüfek atma şansı verecekmiydi? Silahımı doldurup emniyetini açtım. Havanın soğukluğu nefes alırken sanki ciğerlerimi yakıyordu. Belirli belirsiz ortaya çıkmaya çalışan güneş sadece kendini ısıtıyordu. Zaman zaman eriyerek ağaçların üzerinden düşen karların çıkardığı ses beni ürkütse de tüm dikkatim sürencilerden gelecek anonsdaydı.
Derken beklenen anons geldi, “sıkı durun abeyler bir azılı galhtı önümden, anam avradım olsun 200 kilo çeker, ha variyoo, ha variyooooooo..” Kalbim sanki yerinden çıkacaktı. Ağzım kurudu yutkunamadım. Acaba kimin üstüne çıkacaktı?.. Ansızın gelen anonsla kalbim duracak gibi oldu, “alt darafta kim var abey, arabaların altında?” Sürenci benim olduğum yeri tarif ediyordu. “Sakin ol” dedim kendi kendime, “O, 200 kiloluk bir azılıysa sende avcısın, hodri meydan!” Tam bunları düşünürken azılının yaklaşık 100 m altımdan bana doğru geldiğini gördüm. Sırt yelesini kaldırmış, karnının altındaki tüyler neredeyse yere değecek, kuyruğu dikilmiş ve ip çekmişcesine üzerime doğru geliyor. “bu dağların efendisi benim” der gibi kendinden emin ve mağrur bir şekilde ilerliyordu. Yatağından kalkmasının nedeni bence kesinlikle “korku” değil sadece “gürültüden rahatsız olması”ydı. Böyle bir hayvanın herhangi bir şeyden korkması mümkün değildi.
Bütün bunları düşünürken biraz dikkatsiz davranarak gürültü yapmış olacağım ki ansızın durdu. Kısa bir süre etrafı dinledi ve yön değiştirdi. “Acaba atsam mı?” diye düşünmeme fırsat kalmadan patlayan yivlinin ardından ormanı azılının böğürmesi kapladı.
Av bitmişti. Sürenciler ve avcılar görevlerini yapmış, “köylülerin başlarının belası musubet” ortadan kaldırılmıştı. Telsizden gelen anonslarla azılının vurulduğu kesinleşmişti. Hayvanı ben vurmamış sadece görmüştüm. Buna rağmen çok mutluydum. Sonuçta oldukça heybetli bir azılı vurulmuş ve av amacına ulaşmıştı. Tam yerimden kalkıp bu muhteşem yaratığa yakından bakmaya gidecekken, gelen anonsla olduğum yerde kaldım, “kıpraşmayın abeyler, 7-8 dane önümde, sıkı durun, variyooooooo..”
Bu da nerden çıktı şimdi?.. Az önce zaten bir azılı vuruldu, bu sürüye tüfek atmanın ne gereği var? Hepsini vurmak zorunda mıyız?
Bunları da vurursak, haftaya, ondan sonraki haftaya ne vuracağız?
Önümüzdeki yıl ya da daha sonraki yıllar bizim çocuklarımız ne vuracak?..
Bir yandan bunları düşünürken bir yandan da görüş alanım içine giren sürüyü seyrediyordum. En önde dişi olduğunu tahmin ettiğim bir ana, ardında da 5 tane potuk vardı. Potuklar, ard ardına patlayan yivlilerden çok korkmuş olacaklar ki annelerinin dibinden ayrılmıyorlardı. Anne tam bir çaresizlik içinde bir o yana bir bu yana koşuyor, potuklarını o cehennemin içinden kurtarmanın bir yolunu arıyordu. Son patlayan silah anne ile potuklarını sonsuza dek ayırdı. Göğüs hizasından aldığı mermiyle yaklaşık 20 metre aşağı yuvarlanan ana son gücüyle doğrulmaya çalıştı ama başaramadı.
İnsanlığımdan nefret ettiğim an “o” andı.
Potuklar, aldığı yaranın etkisiyle son nefesini vermek üzere olan annelerine yaklaştılar. Anne, sol yanına devrilmişti. Annenin yerde hiçbirşey olmamışcasına yatıyor olması potukları sakinleştirmiş olacak ki, potuklar analarını emmeye başladılar. Gördüğüm manzara karşısında kanım dondu, konuşamadım, yutkunamadım. Buna ben sebep olmamıştım belki ama, olmasını önleyecek bir şey de yapmamıştım.
Sürenciler geldi, termostaki çaylar ve sigaralar içildi.
Benim dışımda herkes çok keyifliydi.
Dönüş yoluna çıktığımızda hala o “son” anı yaşıyordum.