37 Yıl Sonra!..


"O GÖZLER"

70 li yılların hemen başı. Ankara'ya 40 km mesafede, şimdiki Akyurt Kasabası'na çok yakın bir mevkide iki arkadaş keklik avındayız.

Dağdan baktığımda arabamı gözle de olsa kontrol edebiliyorum.

Bir süre sonra bir köylünün arabamın yanına doğru yaklaştığını görüyorum. Sessizce seyrediyorum. Adam önce arabanın içine bakıyor. Daha sonra etrafı kontol ederken sigarasını yakıyor ve tepelere doğru kaygılı gözlerle bakıyor.

Huzursuzlandığım için, yavaş yavaş tepeden inerek arabaya yaklaşıyorum. Adam soruyor:

- Araba senin mi hemşerim?
- Evet
- Ankara'ya kaça gidersin?
- Ben para için bir yere gitmem.

Bu sözü o gün için 25 yaşın verdiği bir delikanlılık havası içinde, biraz da kızgınlıkla söylediğimi çok iyi hatırlıyorum. Adamın açıklaması, başımdan aşağı kaynar sular gibi dökülüyor:

- “Köyde kızım hasta. Ankara'ya yetiştirmem lazım, kanaması var da...”

Bir anda arabaya bindiğimi ve “haydi gidelim” dediğimi anımsıyorum.

Avlandığım tepelere 6-7 km mesafedeki “Kara Yatak” köyüne geliyoruz. Yol boyunca; hastanın, bir gün önce burnu kanadığı için Ankara'da hastahaneye götürüldüğünü ve orada gereken müdahalenin yapıldığını öğreniyorum. Adam anlatmaya devam ediyor:

"Bizi dinlemedi. Sabah ezanıyla harmana gitmiş, orada kanama başlayınca eve getirmişler."

Eve girer girmez hemen hastayı görmek istiyorum. Bu arada ben de ne yapmam gerektiğini düşünmeye çalışıyorum. Mütevazi bir odada, yer yatağında, benzi sapsarı bir kız yatıyor. İrkilerek soruyorum;

- ” Belki yataktan kaldırmamız mahsurlu olabilir!..”

Babanın bakışlarından çaresizlik okunuyor. Cevabı ise çok net:

-“Ne olursa olsun. Sen bizi Akyurt'a kadar götür de...”

Arkadaşım öne, kız, ana ve babasının arasında arka koltukta arabaya yerleşiyor ve süratle hareket ediyoruz. Yol çok bozuk. Yeni serilen mıcır üzerinde araba büyük bir gürültü ile yol alıyor. Direksiyon hakimiyetini kaçırmamak için büyük bir çaba sarfediyorum.

Gözüm aynada 17-18 yaşlarındaki genç kıza takılıyor. Gözlerini görüyorum.

O gözler bazen yarı açık, çoğunlukla kapalı.

Bir ara kızın başı, babasının omuzuna düşüyor.

Akyurt'a geliyoruz. Koşarak sağlık ocağına giriyorum. O anda canhıraş bir feryat kopuyor. Dışarı çıkıyorum. Ana kendini yere atmış, çığlık çığlığa ağlıyor, baba ise kötü kaderine çoktan teslim olmuş. Karısına:

-"Allah verdi Allah aldı, sus günah işliyorsun” diyor.

Koşup arabanın içine bakıyorum.

O gözler artık kapalı.

Kalbini dinliyorum. Tereddüt içindeyim. Sonradan imam olduğunu öğrendiğim bir kişi, cebinden çıkardığı aynayı kızın ağzına yaklaştırıyor ve aynaya bakarak:

- ”Buğu yok, başınız sağolsun“ diyor.
Çılgın gibiyim,

- ”Belki kalp zayıflamıştır, hastahaneye götürelim” diye ortaya atılıyorum.

Bu fikir bir umut oluyor.

Ankara istikametine ok gibi fırlıyoruz. O günkü yol şartlarında kilometre saatinde 180 rakamını gördüğümü bugün de aynı heyecanla hatırlıyorum. Kısa bir yolculuktan sonra Mevki Hastahanesi'ne geliyoruz. Doktor arabaya gelip gereken kontrolü yapıyor.

Aynı cümleyi duyuyoruz.

-"Başınız sağolsun”. O üzüntü ile köye dönüyoruz. Köy ayağa kalkmış, yollar acılı insanlarla dolu. Biz ise çaresizliğin verdiği burukluğu yaşıyoruz.

Usulünce müsade istiyorum. “Yemek yemeden olmaz” demelerine rağmen gitme arzumuzu tekrarlıyoruz. Bunun üzerine alel acele topladıkları meyveleri arabaya koyuyorlar.

Hiçbir şey yapamamanın ezikliğine bir de bu ekleniyor.

Yıllar sonra yolumuz, yine Akyurt'a düşüyor. Alışveriş için çarşıda gezerken bir el kolumu tutuyor. Bu tutuşta bir sıcaklık hissediyorum:

- "Ağabey köyümüze bir daha hiç gelmedin. Her zaman bekleriz“

Talihsiz babayı hemen hatırlıyorum. Gözlerim doluyor.

Aklıma "o gözler” geliyor.

Ne diyebilirim ki!..

Bu olayın üzerinden yaklaşık olarak 27 sene geçti. Onca seneden sonra bile, Akyurt'tan her geçişimde, o acı hatıradan kalan izlerle yeniden sarsıldığımı hissederim.

Avcılık, acı ve tatlı anıları ile sıra dışı bir yaşam biçimidir.

Gerisi bahanedir.

***

37 YIL SONRA

 

Yukarıda yazmış olduğum hüzün dolu öykü 19.08.1995 tarihinde Milliyet Gazetesi'nde yayınlanmıştı. Onlarca defa o yoldan geçtim. Her seferinde de hüzünlendim. Her seferinde yaşamı sorguladım.

-"Neden?" dedim.

-"Ne olurdu ki yaşasaydı?"

-!..

Ağustos başında sık sık olduğu gibi, yine bir çağrı aldım. Akyurt'da avcılara eğitim verilecekmiş. "Gider misiniz?" dediler. Tereddütsüz cevap verdim.

- "Ne demek, tabi ki giderim."

12.08.2005 tarihinde saat 18:00 de Akyurt Halk Eğitim Merkezi'nde olacaktım. Her zamanki alışkanlığımı burada da sergiledim. Dersin başlama saatinden yaklaşık 1 saat önce sınıfta hazırlıklara başlamıştım bile. Burada bir noktayı belirtmem lazım. Bir çok Halk Eğitim Merkezinde ders vermek amacı ile bulundum. Her merkezin sorumlusu farklı tutum sergiliyor.

Kimi, neredeyse geldiğimiz için tabir caiz ise kızgın!..
Adı eğitim kurumu ama, avcı eğitimlerini manasız (!) buluyorlar.
Kendileri için "ek külfet"ten başka hiç bir anlamı yok.

Kimi de, Akyurt'ta olduğu gibi misafirperver ve samimi.

"Hoşgeldiniz" diyorlar.

"Size nasıl yardımcı olabiliriz? diyorlar.

Ben derse gittiğim zaman, sessiz sedasız binaya girip, eşyalarımı da tek tek kendim taşımayı tercih ediyorum. Kimseye külfet olmak istemiyorum. İşte Akyurt Halk Eğitim Merkezi'ne de bu düşüncelerle gittim. Ama, daha içeri girer girmez bana yardımcı olmak isteyen insanlarla karşılaştım.

İnsanın "hoşuna gidiyor" dersem... Yanlış anlamazsınız değil mi?

Ne yapalım!... Beklentimiz bu kadar. Onu da bulunca seviniyoruz işte...

Küçük bir dershanede derse başlıyoruz. Katılımcılar arasında iki üniversite bitirmiş kursiyer olduğu gibi, bu derse Ankara'dan gelenler de var. İşi icabı, sık sık Ankara dışına çıkan diğer avcı kardeşimiz, çareyi Akyurt'da açılan kurs da bulmuş. Merakı anlayıp, katlanılan külfeti görüyor musunuz?

 

Geçmişte yaşadıklarımdan ötürü, beynimin arka planında hala o hüzünlü öykü var.

Ben de konuşmama "Kursa katılanlar arasında Akyurtlu olan arkadaşım var mı?" şeklinde yumuşak bir giriş ile başlıyorum.

Pek çok parmak havaya kalkıyor. Ben de ikinci sorumu soruyorum.

-"İçinizde Kara Yatak Köyü'nden olan var mı?

Ses çıkmıyor. Daha sonra

-"Neden sordunuz" diye soruyorlar.

Ne demem lazım?... Anlatılacak ne var?

Belki de, aradan onca yıl geçmesine rağmen içimdeki hüzünü paylaşacak birilerini bulmam lazım...

Taşınası bir şey değil ki...

Üstelik, bugün yine oralardan geçtim. Çevredeki her şey, anılarımı tazeledi.

Tabi bunları seslendiremiyorum ve "yok bir şey" deyip derse başlıyorum.

Bu hava ile biten ilk dersin sonunda, tam dışarı çıkacağım zaman içeriye iki kişi geliyor. Biri bir diğerini göstererek;

- "Hocam Kara Yatak'lı birini arıyordunuz. İşte size Kara Yatak Köyü'nden olan Mehmet Erdem. Burada Halk Eğitim Merkezi'nde çalışıyor". demez mi!..

Mehmet Erdem

Şimdi ne yapmam lazım?

Konuya nereden gireceğim?

Aslında merakım, o gün adını bile öğrenemediğim, onca acısına rağmen hala geleneksel misafirperverlik örneğinin, doruktaki örneğini veren o adamın adı, sanı ve ne yaptığı gibi ayrıntılar.

Bir de geriye kalanların akıbeti...

Başka ne olabilir ki?

Malum olan tanışma ritüelinden sonra başlıyorum anlatmaya;

-"Bundan 37 sene evvel, ben bir gün sizin köyün civarında avlanmaya gelmiştim. İşte o gün..."

Bu şekilde başlayan hatıralarımı bir solukda anlatıyorum. Sözlerimi;

- "O gönlü geniş, tevekkül sahibi, misafirperver adam nerede, onu merak ediyorum." diyerek bitiriyorum.

Ben bunları anlatırken, karşımdaki adamın gözlerinin, gözlerime kilitlendiğini görüyorum.

Sıra dışı bir hadiseyi hissediyorum.

Ama anlayamıyorum.

Ne oluyor acaba?

Bu merakımı gidermem çok da zaman almıyor. Karşımda, bir put gibi sessizce duran adam konuşmaya başlıyor.

- O adam benim babamdı. Ölen de bacım..

-!..

Başım dönüyor. Hava bir anda soğuyor. Soğuduğunu, gözlerimde oluşan sulanmadan anlıyorum...

Siz de anlıyor musunuz?

Hava soğudu değil mi?

Genç adam anlatmaya devam ediyor.

-" Ben o zaman 10 yaşındaydım. Söyledikleriniz aynen doğru. Babam İskender Erdem 2002 yılının 12'inci ayının 12'inci günü vefat etti... Anam Rüveyde, çok şükür ki  yaşıyor." diyor.

İçimden" Keşke, onca kere bu yoldan geçtim, keşke, bir kere de olsa uğrasaydım" diye hayıflanıyorum.

Keşke'lerin hiç bir anlamı olmadığını bir kere daha anlıyorum.

Bu hüzünle;

- "Ablan o zaman yanlış hatırlamıyorsam nişanlıydı ve nişanlısı da askerdeydi. O ne yaptı? Kimbilir ne kadar üzülmüştür " diyorum.

Aldığım cevap karşısında kanımın damarlarımdan çekildiğini hissediyorum.

-"Evet doğru, nişanlısı askerdi. Askerden geldi ve iki sene sonra o da öldü"

-!...

Yaşanan sessizlik, Mehmet Erdem'in konuşması ile bozuluyor.

- " Köye girince soldaki ilk ev bizim."

-"Ağabey köyümüze bir daha hiç gelmedin. Her zaman bekleriz“

Bu soğuk havalar, bir gün beni öldürecek...

 

 

Mehmet Emin BORA

09 Eylül 2005 / ANKARA

 

 

Bu yazı 6580 kez okundu...