Artvin / Gezi Notları


Sabah 06:30 da kahvaltı salonunda buluşuyoruz. Kars'a has peynir ve tereyağı ile çok güzel bir kahvaltı yapıp yola çıkıyoruz. İstikamet Artvin. Bir elimizde harita diğer elimizde daha evvel aldığımız çeşitli tiyoların bulunduğu kağıt. Notda, Çıldır Gölü'ndeki yarımadayı görmemiz ve Laşet'te alabalık yememiz önerilmiş.
Ehh… Ne yapalım? Katlanacağız artık!..



Çıldır Gölü


Yemyeşil meralardan geçerek Çıldır istikametine doğru yol alıyoruz. Her yerde sürü sürü kaz var.

Görmemiz gereken yarımadayı su basmış ortalarda pek kimse yok. Oradan geçen biri ile "laf ola torba dola" misali konuşarak;
- Balık var mı? diye soruyoruz.
- Var ama adadaki lokantayı su bastı diyor.
Lafı değiştiriyoruz.
-Büyük balık var mı?
-Var da şimdi avlanması yasak diye gülerek cevap veriyor.
Biraz üstüne gidince ve bizden bir zarar gelmeyeceğine kanaat getirince “Var, su altında kafeste” diyerek baklayı ağzından çıkarıyor.
Hamasi söylemlerin içinde “Edirne'den Ardahan'a” diye başlayan klasik bir söylem vardır ya bilirsiniz. Evet, Edirne'den Ardahan'a özellikle göllerde balık avcılığı ile geçinen insanların büyük çoğunluğu bu. Yaptığı işin yasak olduğunu biliyor ama yapıyor.


Küçük bir kızı elinde flüt ile yolda yürürken görüp konuşuyoruz.


Ezgi

Adı da müzik gibi… Ezgi. Ezgi ile hal hatır sorup kendisine küçük bir hediye veriyoruz.
Ve ben her zamanki gibi düşlerin sonsuzluğunda “boğulmama savaşı” vermeye çalışıyorum!..
Ne olacak bu 700.000 kızımızın sonu!…
Hiç okumayan 700.000 kız çocuğu… Bu sorunun cevabını kim verecek diye, ben içimde koşuştururken yolda gördüğüm ağaç bu merakımı gideriyor.


Dilek Ağacı


Eğitimsiz insanların umut kapısı “Dilek Ağacı”. Her halde bu ağaç kendisine yüklenen bu misyonun ağırlığı altında için için ağlıyordur.
Çaresizlik, insanlara akıl dışı işler öneriyor. Bir diğer sığınma kapısı da kadercilik anlayışı. Bu anlayış ülke düzeyinde daha büyük bir alanı kapsıyor.
Ama ne derece doğru?
Örneğin, yolda yürüyen birinin kafasına gökyüzünden bir taş düşerse, bunu ister “şans” isterseniz “kader” diye sıfatlandırırsanız, benim diyeceğim hiçbir şey olamaz.
Ama eminim ki, bilim adamları size olasılık hesapları üzerine en az bir saat soluksuz ders verir.
Peki, biri yerden bir taş alır da bunu bir diğerinin kafasına vurursa, buna şans veya kader diyebilir misiniz?
İşte kızlarımızın durumu bu… Onları okutmamak, kafalarına taş vurmak gibi bir şey…
Zaman geçiyor, binlerce yaşam, daha var olmadan yok oluyor…
Albert Einstein hayatın matematiğini anlatırken; “Harcanan zaman, kalan zamandan çoktur” dedikten sonra da “Kısa vadeli planlar için uzun zaman harcamak gerekir”, diyor.
Taş kafalılar bu sözlerden bir şeyler anlayabilir mi? Hiç zannetmiyorum.


***
Bize alabalık yememiz için önerilen Laşet, Şavşat'a çok yakın. “Laşet” Gürcü dilinde “Acı su” anlamına geliyormuş. Suyunu bilmiyorum ama yer şirin ve güzel. Suyun soğukluğu ve temizliğinden olsa gerek balıkları da çok lezzetli.


Ankara'da alabalık diye satılan papuç kılıklı, küspe tadlı balıklara hiç benzemiyor. Bahçede oturulan masaların altına buton koymuşlar. “Garsonnnn!..” diye yırtınmanıza gerek kalmıyor. Küçük bir ayrıntı ne kadar önemli değil mi?



Laşet

  

Yemekten sonra Şavşat'a doğru yolumuza devam ediyoruz. Şavşat'ın yaylaları gerçekten çok güzel. Evlerin hepsi bir bütün teşkil ediyor. Herkes kafasına göre ev yapmamış. En azından şimdilik.

Şavşat Yaylası

Şimdi bize verilen notların içinde Şavşat-Karagöl'ü görmemiz öneriliyor. Biz de söylenileni yapıp Karagöl yoluna dönüyoruz. Yol, dar ve kötü. Zaman zaman sert virajlar var. Yol boyunca debisi yüksek bir çay bizi takip ediyor. Tam "ne güzel yerler" derken, karşımıza öyle bir manzara çıkıyor ki… Bir anda dilimiz tutuluyor.

Şavşat'ın çöpünü, bu güzelim suya döküyorlar.

Nasıl? Beğendiniz mi? İşte bu halimizle Avrupa Birliği'ne “Bizi de aranıza alın” diyoruz.
Alın ki, sizi de bize benzetelim.

Moralimiz bir anda bozuluyor. Ben düşünmeye başlıyorum. Bu ilçenin belediye başkanı ben olsam ne yapardım? Adım gibi biliyorum ki sorunu çözemezsem en azından o makamı işgal etmezdim. Bu manzara orada oturan insanların içine siniyor mu acaba? Sinmiyorsa ne yapıyorlar veya ne yapacaklar?

Karagöl'e doğru yolumuza bu kara kara düşüncelerle devam ediyoruz. Gölü görünce içimiz açılıyor. Saha içinde küçük bir bina ile birlikte küçük bir de misafirhane kılıklı bir yer var. İşletme 18 yaşındaki bir gence teslim edilmiş.

Şavşat- Karagöl


Güleryüzlü bu genç adamla sohbet ediyoruz. Bizlere çay yaparken çevre ile ilgili sohbetimiz sırasında biz alanın kirliliğinden söz edince işletmede bir adet çöp bidonu olduğunu söylüyor. Çöplerin nereye atıldığı ise meçhul!... Sözlerine “Yarın Şavşat-Karagöl şenlikleri var burada adım atacak yer kalmaz” diyerek devam ediyor. Sezonun yarısı olmasına rağmen 800-900 civarında giriş fişi kesmiş. Taksilerden 5 daha büyük araçlardan 10- 15 YTL aldığını ifade ediyor.



Ali Erdoğan

Gölün çevresini dolaşıyoruz. Her taraf pislik içinde. Elinizdeki çöpü koyacağınız herhangi bir çöp bidonu yok. Olsa ne olur? Bence bir şey değişmez. Bir kişi, yüzlerce kişinin nesine yetişecek ki?

Ali “Yarın burayı bir görseniz!... Herkes gelip et yatıracak” diyor.
“Bu ne demek?” diye kendisine sorduğumuzda, anlattığından “yatık döner” olduğunu anlıyoruz.

Yani, Milli Park içinde yüzlerce ateş yakılacak…
Gel de kafayı üşütme…
“Yaptırmayın” “Yaktırmayın” diye ahkâm keserseniz…
Ali, size öyle bir bakar ki…
İsterseniz ben anlatmayayım….

Göl çevresi pislik içinde
Bu sorun idareden kaynaklanmıyor.
Bu sorun işletmeciden de kaynaklanmıyor.
Bu sorunun sorumlusu “biziz”.
Anladınız mı?
Biziz biz…

Gölün etrafına elektrik direkleri dikilmiş. Ben bu yaşıma geldim böyle bir elektrik direği görmedim.
Kafası,ne yere bakıyor ne göğe.
Sana bakıyor…
Bu modelin bence hızla patenti alınmalı…

Bu tür rekreasyon alanları, bakanlıkla çalışan mimari bürolarca düzenlenmeli.

En az bin kişiyi istihdam edebilecek bu alanda, sadece bir tuvalet var!...

O da dağın doruğunda!..

Yetişene kadar iş kazası mı olur?

Yetişene kadar!..

-!...

Ne bileyim ben!..

1000 kişinin ziyaret ettiği bir gün içinde, öğlen yemeğinden sonrasını düşünebiliyor musunuz?

Böyle bir günün sonunda, pek çok kişinin “Ay biliyor musun başımıza ne geldi” şeklinde başlayan öyküleri olduğundan hiç şüphem yok…

Avrupa birliği…
Bekle geliyoruz…

Gölü gezerken sudaki kırmızı balıklar dikkatimi çekiyor. Hemen Ali ‘ye soruyorum.

-Ne bunlar?
-Balık abi!...
-!..
-Tamam da, bunlar buranın özgün türü değil ki…
-Abiler getirdi attı.
-!..

İnsanın dili tutuluyor. Ne diyeceğimi bilmiyorum.
Atılan balıklar kırmızı kırmızı. Akvaryumlarda gördüğümüz süs balıklarının aynısı. Binlerce var. Su o kadar temiz ve berrak ki, ilk önce hanım ziyaretciler rujlarını suya düşürmüş sandım. Allahtan oynuyorlar…
Hadi gelin işin içinden çıkın bakalım.

Ali'ye veda edip Artvin'e doğru yolumuza devam ediyoruz. Akşama orada konaklayacağız.
Yol üstünde “Cehennem Deresi” varmış. Orayı mutlaka görmeliymişiz.

Notlar böyle söylüyor.

Dikkatli bakmayı bilirsen her yerde cehennem deresi var!..

Uzunca bir yoldan sonra Cehennem Deresi'ne geliyoruz.

  

Bir kişinin zar zor geçeceği taş deliklerden biraz da gaza gelip 1.5 kişi olarak ben de geçmeye çalışıyorum. Ama içim daralıyor. Ricat fikri ağır basıyor ve hemen gereğini yapıyorum.


Tünelin ucundaki ışık benim için umut oluyor. Cehennem Deresi'ni de bu suretle görmüş oluyoruz. Elbette ki bu derenin yukarılarına çıkabilsek kim bilir neler görecektik…

İstikamet Artvin.

Akşama doğru Artvin'e varıyoruz. Aşırı derecede yorgunuz. Artvin'e gelmeden bir hafta önce Çevre ve Orman Bakanlığı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü Artvin Şube Müdürü Sn. Ersin Durmuş'tan konaklama yerinin tespiti hususunda yardım istemiştik. Kendisi de, bu isteğimizi hoşgörü ile karşılayıp bize yardımcı olabileceğini söylemişti. İle yaklaşırken telefonla kendisini arıyoruz. İlk temasta, kalacağımız yerin adresini bize bildiriyor. Bu suretle doğrudan 2 gece konaklayacağımız Koru Motel'e gidiyoruz. Burası; kente hakim bir tepede bulunan,daha evvel de bakanlığın misafirhanesiymiş.

Akşam için Ersin Bey'i ve 23 sene evvel Artvin'de ava geldiğimde bizi misafir eden Sn.Süleyman Saraç'ı yemeğe davet ediyoruz.


Soldan sağa- Ersin Durmuş- Süleyman Saraç

Hoşça bir birliktelik yaşanıyor. İyi bir sofra, canlı ve kaliteli bir müzik tüm yorgunluklarımızı üzerimizden atıyor.

Ersin Bey'den ertesi gün için bize bir gezi planı yapmasını rica ediyoruz. O da Borçka – Karagöl'ü öneriyor. Vakit kalırsa Hatila Vadisi B planı olarak saklı tutuluyor. Söz Hatila Vadisi'nden açılınca Ersin Beyin yüzünü sıkıntılı bir ifade alıyor. Sorunca da anlatmaya başlıyor. Artvin ve havalisi yaklaşık iki yıldan bu yana “ips typographus” adlı zararlı böceğin istilası altındaymış. Sadece ladin ağacına zarar veren bu böcek şu anda Hatila Vadisi'nde büyük zarar veriyormuş. Kesilmeyi bekleyen binlerce ağaçtan bahsederken yüzünün hüzünlendiğini fark ediyorum.

Ertesi gün saat 08:00 de Borçka-Karagöl'e gitmek için yola çıkıyoruz. Baraj yapım çalışmaları sebebi ile Artvin-Hopa yolu zaman zaman trafiğe kapatılıyor. Bu saatleri bilmezseniz yaklaşık 2 saat yolun orta yerinde kalmanız işten bile değil.

Yol manzara açısından harika. Kısmen asfalt olan yol Borçka'dan ayrıldıktan bir süre sonra toprağa dönüşüyor.

Hastalık burada da gözleniyor

Yol boyunca Sn. Ersin Durmuş'un bahsettiği hastalığın yayılışını bu bölgede de görüyoruz. İnsanın içi bir tuhaf oluyor. Ağaçlar, sanki bizlerden yardım bekliyor…


Yakın plan fotoğraflar daha korkutucu bir görünüm sergiliyor

Her yerde ikaz levhası ve bu böceği yakalamak için kurulmuş tuzaklar var.

   

                 Tuzak                                      Böcek                                   Larva hali

Kesilen ağaçlar

Bir türün yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalması, bana soykırım ile eş anlamlı geliyor.

Şavşat Karagöl'e geliyoruz.

Bu göl tek kelime ile, dünya güzeli.

Bu göl de müstecire verilmiş. Ama burayı çok temiz bulduk.


Görevliler bizi misafir etti ve son yılların en güzel kahvaltısını göl kenarında yaptık.


Yaklaşık 30 yıldır sabahın köründe çoğu zaman kahvaltı bile yapmadan hastaneye koşan ve zaman – mekan ayırt etmeksizin insanlara şifa dağıtmaya çalışan değerli Doç.Dr. Demokan Erol kardeşime bu sofra o kadar iyi geldi ki…

Sormayın gitsin…

  

Gölün maskotu olan küçük kaniş, kayık kullanılacak ise herkesten önce binip kıç tarafındaki yerini alıyor. Bu gölün kaptanı o.

2 saatlik kısa bir ziyaretten sonra Karagöl sakinlerine içtenlikle teşekkür ederek ayrılıyoruz. Aklımızca Hatila Vadisi'ne gideceğiz. Niyet tamam ama gelin görün ki yoldan dolayı hemen hemen “oturamaz” durumdayız. Yol bir sallıyor, araba onbir!.. Vücudumuzun güney (!) kesimleri berbat bir durumda. Artvin'e gelince son geceyi geçireceğimiz Kafkasör'e taşınıyoruz. Hatila Vadisi'ni gezme projemiz gerçekleşmiyor. Arkadaşlarım “sen keyfine bak, biz buralardayız” diyorlar. “Tırsdık” diyemezseniz böyle söyleyebilirsiniz. Ben ise kararlıyım.

Hemen Süleyman Saraç'la buluşuyor ve onun mihmandarlığında Kafkasör Yaylası'nın yükseklerine doğru yola koyuluyoruz.

İlk durağımız Hatila Vadisi'ni gören bir tepe oluyor.

Hatila Vadisi

Burada birkaç fotoğraf çektikten sonra Geyna Tepesi'ne doğru yola çıkıyoruz.

Geyna Tepesi

Süleyman Saraç'ı tanımayanlar için söylüyorum; O, Amerikalıların savaş helikopteri Apaçi gibi bir şey. Her koşulda hedefe ulaşabilir. Görevini yapar ve sağ salim üssüne (!) ulaşır. Bırakın onu, yürüye yürüye tüm Karadeniz Dağları'nı dolaşsın gelsin. Belki yorgunluğunu atmak için 5 dk kadar oturabilir. Ama hepsi o kadar… İnanın bana. Neyse, onun önderliğinde Kafkasör'e yakın olan Geyna Tepesi'ne çıkıyoruz.


Süleyman Saraç

Yaylada bu sene yapılan Kafkasör Şenlikleri'nde 3'üncü olan boğası ile karşılaşıyoruz. Tabîr-i caizse “yaylıyor”muş… Ona gelecek senenin şampiyonu gözü ile bakıyor.” Biraz kilo kaybetti (100 kg kadar!..) şu anda ancak 400 kilo gelir” dedikten sonra bana yayla geleneği hakkında bilgi veriyor. Eskiden boğalar yaylalara çıkartılmadan önce Kafkasör'de bir araya getirilerek daha sonra kavga etmesinler diye birbirlerine alıştırılırlarmış. Zamanla bu merasim, bugünkü haline gelmiş. Bu ritüelin bir belgeseli muhakkak yapılmalı. Hatta bu yarışmaya, komşu ülkelerden de iştirak sağlanmalı diye düşünüyorum.

Cömert
2005 Kafkasör 3'üncüsü

Çevreye baktığımda, her fotoğrafçının arzu ettiği bir bölgenin tam ortasında olduğumu görüyorum. Ad vermek gerekirse cennet diyebilirsiniz.

Bu alanda pek çok fotoğraf çekiyorum. Bu seyahat için Ipod almıştım. Yaklaşık olarak 3 seneden beri artık dijital fotoğraf çekiyorum. Bilindiği üzere bu makineler hafıza kartı kullanıyor. Çektiğiniz fotoğrafın yoğunluğuna ve kartınızın kapasitesine göre belirli bir fotoğraf çekme sınırı var.

Yüksek yoğunluklu bir fotoğraf çekerseniz ve kartınız da örneğin 512 MB ise en fazla 14 kare elde edebilirsiniz. Elinizde kaç tane hafıza kartı olabilir? 3-5-9!.. Kart da bildiğiniz üzere oldukça pahalı.

Seyahat öncesi yapmış olduğum bir araştırma beni rahatlattı. Bir Apple ürünü olan Ipod, 60 GB kapasitesinde yani 120 tane 512 MB'lık kartın kapasitesine eşit. Üstelik yanınızda dizüstü bilgisayarınızı götürmenize de gerek kalmıyor. İşin en can alıcı noktası bence bu. Küçük bir aparatla işi, hem de dağın başında hallediyorsunuz. Fotoğraflarınızı taşınabilir hard diske bu şekilde aktarmış oluyorsunuz. Bu alana ilgisi olan arkadaşlarımı da bu vesile ile bilgilendirmiş oldum.

Bu cihazla aynı anda 15.000 müzik parçasını yanınızda götürüp dinleme şansınız var. Bu da işin, bir diğer keyifli yanı.

Akşam Kafkasör'de veda yemeğinde buluşuyoruz. Sn.Ersin Durmuş ile konusu avcılık olan uzunca bir sohbete başlıyoruz. Arkadaşlarıma av sohbetinden “bay” geldiği için onlar bize veda edip yatıyorlar. Süleyman Saraç'ın yöre ile ilgili bazı iddiaları var."Vaşak aşırı derecede üredi" diyor. Konuya yaklaşım tarzınıza göre her iki tarafın da haklı olduğu görüşleri var. Ama bence, Sn.Durmuş pek çok konuda olduğu gibi avcılıkla ilgili tespitlerinde yerden göğe kadar haklı.

Sn.Durmuş'un farklı konularda meselenin özüne ilişkin yaptığı yorumları pek beğendim.

O, gerçekten kıymetli. Gerçekten değerli.

Milli Parklar bu değerli personelden yeterince istifade ediyor mu?

Veya bundan sonra edebilecek (!) mi?

Ne demek istiyorum?

Sn. Ersin Durmuş anlatıyor; ……… tarihinde eski Genel Müdürümüz beni aradı ve “ Sen bu yıl, yıllık iznini kullanmamışsın. İstersen seni ….. dinlenme tesisine gönderebilirim” dedikten sonra sözlerini "O yıla kadar hiç kimse beni arayıp bu şekilde ilgilenmemişti. Bana inanılmaz bir çalışma şevki gelmişti." diyerek de geçmişte kalan küçük öyküsünü sonlandırıyor.

Anladınız mı?

-!..

-Ben tahmin etmiştim.

Bilinmelidir ki, personeli zorlayarak bir yere varamazsınız. Onlar, sizden sadece ilgi istiyorlar. Yaptıkları çalışmalarda sizin onların yanında, arkasında olmanızı istiyorlar.

Bu, onların meslek etiği açısından en tabii hakları. Bu, grup çalışmasının olmaz ise olmazı.

Yoksa!...

Yoksa, kısa bir süre önce başlayan Milli Park'lara rağbet, hızla erozyona uğrayacak ve tabîr-i caiz ise “köye dönüş” hızlanacaktır.

Bunun ayak seslerini duyuyor ve görüyorum.
Üzülüyorum.

Burada uzun süre görev yapan insanlara ihtiyaç var. Bilgi birikimi ancak bu şekilde sağlanabiliyor.

Cephe düşüyor. Dikkat!...

Sn. Durmuş'a Artvin'li vatandaşın yapılan barajlara bakış açısını soruyorum. Çok iyimser bir cevap alamıyorum. Çoruh Vadisi ana kolu üzerine 10, yan kollara da 17 baraj yapılması planlanıyormuş. Hayal bile edemiyorum. Dünyanın cenneti bu gidişle Artvin olacak. Artvin kişi başına yapılan 3 milyar 284 milyon lira ile ülke düzeyinde yatırım şampiyonu… Ama Artvinli memnun değil!... Ben de bunu anlamıyorum. Baraj yerine havaalanı istiyorlar!..

Hadi anlayın bakalım…

Sn. Durmuş'un Hatila Vadisi'nde kesilmeyi bekleyen binlerce ladinden dolayı huzuru kaçmış. Köylü ise pek keyifli (!). Elde edilecek kesim ve nakliye paraları için şimdiden borca kamyon bile almış.

İşin kendilerine büyük kar sağlayacak bu tarafını seslendirmeden, Milli Park anlayışına karşı, “karşı görüş” oluşturmaya başlamışlar bile.

-Milli Park ne demek ise, ”Böcek giriyor, biz giremiyoruz “diyorlar.

Siyasi otorite, popülist yaklaşım ile bu çarıklı erkânıharbe destek çıkar ise, sen seyreyle gümbürtüyü.

Geçmişte doğada ne kadar yabani meyve ağacı varsa, kanuna sığınarak kesenler de aynı zihniyetin ürünleri.

Daha sonra “Ayılar köylere saldırıyor diyenleri “ hatırladınız mı?

Veya bunu savunan, sözde doğa sever gazetecileri!..

Onların, hala gazete köşelerinde isimlerini zikrederek üstü örtülü mesaj gönderen meşhur köşe yazarlarını, takip edebiliyor musunuz?


Bu konuda son söz:

Sn.Ersin Durmuş'u ciddiye alın ve onun tespitlerine kulak verin. Durmuşlar kolay yetişmiyor.

Yemekten sonra vedalaşıp ayrılıyoruz. Ertesi sabah 6.30 da yola çıkacağız.

***

Sabah 05:00. Sessizce kalkıp hazırlanıyorum. Dışarıda hiç kimse yok. Biraz yürüyüş yapayım derken Erinç Bey'in de erkenci olduğunu görüyorum. Öncelikle bavulları yerleştiriyoruz. O sırada uyanan görevli koşarak yanımıza gelerek “sabah kahvaltısı için DSP il başkanı Sn.Enis Güneri'nin bizi beklediğini” söylüyor.


Hayırdır inşallah!..
Dağlara taşlara…
Gökte uçan kuşlara…
Püffffff!…

Şaşırıyoruz.
Ne iş bu?
Neyse davete icabet etmek lazım. Biz de öyle yapıyoruz.

Sabah 06:30 Kahvaltı için davetliyiz.

Mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlanıyor. Biraz sonra Demokan, daha sonra da il başkanı geliyor. Mutat girişten sonra başlıyoruz memleketi kurtarmaya. En kolay olanı bu.
Sabah sabah 4 erkek başka ne konuşabilir ki?

Başkan konuştukça hepimizin hoşuna gidiyor. Aydın kafalı ve bölgede yaşanan sorunları kolayca masaya yatırabiliyor. Çözüm yolları hakkında da fikri var. Çok kısa bir birliktelik oluyor ama başkanı sempatik ve akılcı buluyoruz. O, bizi niye ve nasıl buldu diye içimizden düşünürken başkan ağzından baklayı çıkarıyor.

Bana dönerek;

- Siz, Hasan Pulur'sunuz değil mi!.. demez mi!..
-
Kahvaltıyı kime borçlu olduğumuz hemen belli oluyor. Derhal kendisini aydınlatıyorum;

- “Hayır, bendeniz sıradan vatandaş Mehmet Emin Bora. Hasan Pulur üstadımızın yakınından bile geçemem. Bir zamanlar aynı gazetede 2 yıl kadar yazı yazma fırsatı bulmuştum. Ta ki birilerinin yanlışlıklarını sergilemeye başlayıncaya kadar. Sistem, o an beni kapı dışarı etti. Sizi, bu beklentiniz için sükûtu hayale uğrattığımdan ötürü özür dilerim.” diyorum.

-!...

Olan oldu bir kere. Biz başkanı tanımaktan memnun olduk.
O ne düşünür, onu bilmiyorum!...
Kendisine bu nazik davranışından ötürü teşekkür edip Artvin'den güzel anılarla ayrılıyoruz.


Soldan sağa: Erinç Orkun – Doç.Dr. Demokan Erol – Enis Güneri

 Artvin

Bu yazı 16500 kez okundu...