Lübnan
(1. Bölüm)
5-9 Kasım 2011 tarihleri arasında Kurban Bayramı tatilinden yararlanarak eşimle birlikte Lübnan’a gitmeyi planladık. Geçtiğimiz yıl (2010) Ürdün ve Suriye’ye yaptığımız gezinin olumlu izleri oldu. Kısa uçak yolculuğu (1.40 saat) ata yadigarı topraklar, İslam ve Roma kültürlerinin birlikteliği, alışıldık tatlar ve yeni bir yer görmenin heyecanı hepsi söz konusu olabilir bu tercihte.THY uçağı beklenen sürede Beyrut hava limanına indi. Küçük denilebilecek bir binada pasaport kontrolü (Dikkat ! daha önce İsrail’e giriş yaptığınıza ilişkin damga varsa ülkeye alınmıyorsunuz), benzer özellikte ülke alanlarında görmeye alıştığımız bagaj aksaklıkları ve yaklaşık 30 dakika uzaklıktaki Beyrut’a servis otobüsü ile varış.
Arap Dünyasında 100 den fazla otele sahip olduğu halde ülkemizde pek bilinmeyen Rotana Group’a ait Arjan Otel’e yerleştik. Otel 4,5 yıldızlı, önünden geçen yolda gece ancak birkaç saat yavaşlayan yoğun trafik var, Akdeniz’in pırıl pırıl güzelliğine güneşine açık sahil şeridinde (Bizde kordon deyiminin karşılığı korniş) yer alıyor.
Lübnan küçük bir ülke; 10.500 km toprağı, 4,5 Milyon nüfusu var, bütün kaynaklarda nüfus takribi (yaklaşık) olarak belirtiliyor. Önceki yıllarda Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Meclis Başkanlığı gibi orunlar, -mevkiler-çeşitli etnik grupların oranına göre saptandığından ve şimdi yapılacak bir sayımın bu uzlaşıyı bozacağı düşünüldüğünden yeni nüfus sayımı yapılamıyor! Akdeniz’e 210 km kadar sahili var, Kuzey ve Doğu’da Suriye ile komşu. Güneyde İsrail’le komşu ama bu haritalarda gösterilmiyor, halk tarafından da Filistin olarak adlandırılıyor.
Ülke kuzeyden güneye uzanan 3 bölüm halinde gösteriliyor. Akdeniz’e komşu sahil bölümü; Kuzeyde Tripoli bölgesinde 1,5 km’lik dar bir şerit halinde olsa da diğer bölgelerde ortalama 6 km ye varan bir genişliğe sahip. Akdeniz iklimi egemen, uzun süren yaz mevsimi, verimli topraklar her türde sebze ve meyvenin yetişmesine uygun, deniz ürünleri bol ve çeşitli.
İkinci dilim sahilin doğusunda kalan Lübnan Dağları bölgesi, kuzeyden güneye 170 km boyunca uzanıyor. Ülkenin kuzeyinde 50 güneyinde ise 10 km genişlikte bir alanı kaplıyor. En yüksek noktası 3000 metrenin üzerinde, bizim orada bulunduğumuz kasım ayında tepelerinin karlı olduğu görülüyordu.
Kasım ayında Lübnan Dağları'nın görünümü
Sahilin çok sıcak ve rutubetli olduğu yaz aylarında, burası serin olduğundan bölgedeki çok sayıda otel ve tatil evlerine Arap dünyasından çok sayıda ziyaretçi hem de birkaç ay konaklamak üzere geliyormuş.
Meşhur Lübnan sediri, bu dağların doğal bitki örtüsü .Finikeliler zamanından beri bu ağaçlar en önemli ticaret malzemesi, ancak bilinçsiz kesim popülasyonu azaltmış, son yıllarda koruma alanlarında yeni dikimlerle orman örtüsü zenginleştirilmeye çalışılıyor. Daha doğuda meşhur Bekaa Vadisi uzanıyor.
Burası kuzeyde Suriye sınırından başlayarak güneyde Mozambik’e kadar uzanan 6000 km’lik büyük bir fay hattının Lübnan’da kalan kısmı. Lübnan ve Anti Lübnan Dağları arasında 120 km boyunca uzanıyor, Lübnan’ın en verimli bölgesi iki büyük nehir bu vadiyi suluyor. 800 metre yükseklikteki bu plato Roma İmparatorluğu’nun tahıl ambarı imiş, günümüzde de buğday, pamuk, her tür sebze meyve yetişiyor. Antik çağdan beri şarap üretiliyor.
1975 de başlayan iç savaş ekonomik dengeyi bozmuş, haşhaş ve uyuşturucu madde ticareti başlamış, şimdilerde önlemeye çalışıyorlar. Varlığını çok işittiğimiz Gerilla-terörist kampları bu vadinin güney kısmında yer alıyor. İsrail’i huzursuz eden saldırılar da bu bölgeden yapılıyor.
Burada kuru Akdeniz iklimi hüküm sürüyor, kışlar soğuk, rüzgarlı yükseklere kar yağıyor, ancak Lübnan dağları batıdan gelen deniz rüzgarlarını önlediğinden yağmur almıyor. Bealbek yakınından doğan iki nehirden biri olan Orontes (Asi) kuzeye yönelerek Türkiye topraklarını da suluyor.
Anti Lübnan Dağları, doğuda Suriye sınırı boyunca Lübnan Dağları’na paralel olarak uzanıyor. Bu yükseltilerin büyük kısmı Suriye ve bir kısmı da İsrail toprağında kalıyor. Suriye’den Golan Tepeleri’ne kadar 150 km boyunca devam ediyor.
Yılın büyük kısmı süresince kar yağışlı, çok verimli değil, gerek coğrafi özellikleri gerekse üç ülke arasında politik durumu nedeniyle burada az sayıda insan yaşıyor. Bu dağlar epeyce azalmış olsa da sedirin yanı sıra çam ve selvi ağaçlarına ve zengin floraya sahip. Geyik, domuz, yabani kedi, kirpi, sincap, tavşan görülebiliyor. Flamingo, ördek, balıkçıllar, kartal, şahin gibi yırtıcılar bu dağların sakinlerinden.
Bu kısa coğrafya bilgisinden sonra mutlaka görülmesi önerilen yerlerden Byblos’dan söz edelim.
Byblos kentine giriş
Beyrut'un 30 km kadar kuzey’inde, tarih boyunca insanların aralıksız yerleşik düzende yaşadıkları yerlerin başında geliyor. İlk zamanlar basit bir balıkçı köyü iken M.Ö 3000 yılında itibaren önem kazanmaya başlıyor.
Burada yaşayan Fenikeliler, Mısır’a gemi yapımı ve firavunların mumyalarının yerleştirileceği ahşap lahitleri yapmak için kullandıkları sedir ağaçlarını satıp karşılığında altın, gümüş, papirus, mermer satın alarak büyük bir ticaret kolonisi kurmuşlar. Byblos Yunancada kitap Papirus karşılığı.
Bugün kullandığımız Latin alfabesinin kökeni Fenikelilerden kalma yazılarda görülebilir. İngilizcede Bible olarak bilinen İncil’in de buradan isim aldığı biliniyor. Beyrut, Byblos arası neredeyse tümüyle meskun, yol boyunca kişiliksiz, bakımsız, bozuk yapılaşma örnekleri, yolun sağında yükselen dağlık-ormanlık alanın arasından yükselen çok katlı yapılar dikkati çekiyor.
Biblos'a Giriş
4,5 Milyonluk Lübnan nüfusunun 1,5-2 Milyon kadarının Beyrut ve çevresinde yaşadığı düşünülürse bu kısıtlı alanda herkese yeterli yerleşim alanı bulmak çok kolay olmasa gerek. Otobüsümüz yer yer su ve çöp kutularının toplandığı toprak zeminli bir park alanında bizi bıraktı. 5 dk. kadar yürüyerek günümüz yerleşimi tek katlı ev-çarşı alanlarını geçtikten sonra eski Roma kentinin Liman caddesinden yürüyerek antik kente ulaştık. Antik kente inen dar yolda, köy yerleşiminin içerisinde Abdülmecit Han'ın yaptırdığı karşılıklı iki küçük ama bakımlı mescit gördük.
Apdülmecit'in yaptırdığı mescid
Neden iki tane sorulabilir? Yolun iniş yönünün solunda kalan erkekler, sağında kalan ise kadınlar içinmiş. Bu yolun bitiminde Haçlılar tarafından yaptırılan St.Jean Kilisesi yer alıyor.
Günlerden pazar olduğu için bir pazar ayinini de kısaca izledik. Kilise 1115 tarihinde yapıldıktan sonra 1170 yılındaki depremle zarar görmüş ve sonra tekrar onarılmış.
St.Jean Kilisesi
Mozaik tabanı Bizans döneminden kalmış. Zaten Byblos’un tarihinde, Büyük İskender tarafından ele geçirilmesi ile Yunan dili-kültürünün egemen olduğu, daha sonra Roma döneminde caddeler, tapınaklar, çarşı ve hamamların yeniden yapılandırıldığı biliniyor.
St.Jean Kilisesi
Bizans ve Arap dönemlerinde fazlaca bir değişiklik olmamış 1100-1260 tarihleri arasında yönetimi ele geçiren Haçlılar ise Roma binalarının sütunlarını burada ve çevrede inşa ettikleri kalelerde kullanmışlar.
Ören alanının en önemli yapısı kale, Haçlı Kalesi olarak isimlendiriliyor. 12.yy da yapılmış. Ortada bir kule çevresinde avlu ve onun 4 tarafında burçlar yer alıyor. Ortadaki kule içerisinde arkeolojik buluntuların sergilendiği küçük bir müze var.
Kuleye çıktığınızda denize kadar olan geniş alanda önceki tüm yerleşimlere ait kalıntıları ve tabi muhteşem manzarayı görebiliyorsunuz. Kaleyi çevreleyen duvarların geçmişi, M.Ö 3000 yılına kadar gidiyor, yüksekliği en düşük yerinde 24 metreyi buluyor.
Fenike ve Roma dönemlerine ait olduğu düşünülen tapınak kalıntıları, bir Roma tiyatrosunun sadece 5 oturma sırası ile sahne yapısının ilk katı (taban mozaiği British Museum’a taşınmış) bir şifa evi olduğu düşünülen binanın kalıntısı ve bir Osmanlı dönemi yapısı görülebiliyor.
Biblos antik kentinin kaleden görünüşü
Buradaki M.Ö 2’inci yüzyıla ait olduğu düşünülen birkaç kral mezarı, Byblos’un muhtemelen en eski yapıları. Buradan çıkarılan eski Fenike yazısı ile Kral Ahirom ‘a ait olduğu belirtilen lahit, Beyrut ulusal müzesinde. Bu mezarların bir monoblok taş gövdesinin kare şeklinde kesilerek 6-7 metreye kadar inilip içinin boşaltılması suretiyle yapılmış olması çok ilginç.
Arkeolojik alandan çıktıktan sonra tek katlı dükkanlardan oluşan bir çarşı içerisinde fosil satan dükkanlarla karşılaşıyorsunuz, çeşitli bitki ve hayvan figürlerini kapsayan bu fosilleri görmek ve oldukça ucuz fiyata almak mümkün.
Byblos’dan dönüşte Jeita Mağaraları’na yöneldik. Çok derin ve sık ormanla kaplı bir vadinin dibinde akan bir dere izlenerek mağaralara ulaşılabiliyor. Burada genişçe bir park alanı-restoran-kafe türü binalar bir teleferik istasyonu var. Teleferik kabinleri 4 kişilik ,100 metrelik bir yolu pek fazla olmayan bir yükseklikten geçerek ana mağara kapısına insanları taşıyor.
Mağarada fotoğraf çekmek yasak olduğundan, fotoğraf makinesi ve telefonlar girişteki dolaplara kilitleniyor. Gerçekte iki mağara var, üstteki büyük mağara 2 km den fazla uzunluğa sahip olmakla birlikte ancak 760 metrelik kısmı gezilebiliyor. Karstik (kireç taşından) oluşmuş mağaralardan büyük olanın taban yüksekliği 120 metre, uzun sarkıtlara -8 metreye ulaşan -ve güzel mantar, perde vb. figüratif yapılara sahip.
Alttaki mağara içerisinde, büyükçe bir göl var kayıkla gezilebiliyor, tarih öncesi dönemde burada insanların yaşadığına ilişkin kanıtlara rastlanmış. İçerisinden geçen yer altı nehri, Beyrut’a içme suyu taşıyor.
Jeita Mağaraları büyüklüğü, tavan yüksekliği, görünüm estetiği vb. özellikleri ile Dünya’nın yeni 7 harikasından biri olmaya aday. Gezenlerden bu yönde oy vermeleri isteniyor. Bir turistik restoranda yenilen yemekten sonra, Harissa Tepesi’ne çıkmak için Jounieh’e yöneldik. Jounieh, Beyrut’un 15 km kadar kuzeyinde, bir zamanlar Lübnan’ın Las Vegas‘ı olarak kabul edilirmiş.
Gece kulüpleri, restoranlar, kafeler, barların yer aldığı bu eğlence merkezi şimdi önemini kaybetmiş, turistler buraya artık Harissa’ya çıkan teleferiğe binmek için gidiyor.
(Buraya yakın deniz kenarında yer alan meşhur Casino du Leban ise eski şöhretini yitirmekle birlikte 400 slot makinesi, 60 oyun masası, 5 restoranı ileönemini bir ölçüde koruyor. Bu bilgiler internet üzerinden alınmıştır.)
Epeyce kalabalık teleferik sırasında bekleyerek bindiğimiz gondollarla 9 dk. içerisinde 650 metre yükseklikteki Harissa Tepeleri’ne ağaçların üzerinden ve çok katlı binaların arasından geçerek ulaştık.
Işıklandırılmış Meryem Ana heykeli
Harissa Tepesi’nde granitten yapılarak beyaza boyanmış, geceleri aydınlatılan dev bir Meryem ana heykeli yer alıyor. Heykelin eteklerine kadar dönen bir merdivenle çıkılabiliyor, insanlar burada muhteşem Beyrut manzarasını izlerken Meryem anaya dualar ediyor.
Bu meydanda yer alan beton kolonların tepede birleştiği piramit şeklinde yapılmış bir modern kiliseden yayılan dinsel içerikli müzik ve ilahileri dinleyerek, dinsel objelerin satıldığı dükkândan alışveriş yapıyorlar. Daha önce de Batı ülkeleri kiliselerinde dinsel müzik ve ilahileri dinleme fırsatım olmuştu, ancak bu defa Arapça olarak okunan ilahi, şarkılar, müziğin yorumu bana daha sıcak ve etkileyici geldi, nedendir bilmiyorum.
İkinci günün programında Baalbek yer alıyordu.
Baalbek bugün 12.000 nüfuslu bir kasaba Beyrut’a 85 km uzaklıkta. Yola çıktığımız otobüs, kuzey doğuya uzanan dağ (cebel) yoluna saparak tırmanmaya başladı. Lübnan Dağları, sahil şeridinin arkasından başlayan çam ve sedir ağaçlarıyla kaplı, 3500 metreye varan kimi yükseltileri ile yılın dört ayını soğuk ve karlı geçiren, gelişmiş kış sporları merkezlerine sahip bir dağ silsilesi. Beyrut’a 30-35 km uzaklıktaki etekleri bile yapılaşmış. Körfez ülkelerinde, Arap dünyasında sıcaktan bunalan konukları ağırlamaya yönelik çok sayıda otel, apart, konuk evleri yer alıyor.
Dağı aştıktan sonra Bekaa Vadisi platosuna ulaşılıyor. Daha önce değindiğimiz gibi Lübnan’ın en verimli sulak toprakları buraları. Antik çağdan beri her türlü tarım, bu arada üzüm yetiştiriliyor ve şarap üretimi yapılıyor. Şarap yapımının ve kültürünün Mezopotamya ve bu bölgeden başlayarak, Fenikeliler tarafından Akdeniz’in diğer yörelerine yayıldığı biliniyor.
Bugün hala kullanılan bazı şarap mahzen ve tünellerinin Roma döneminden kaldığı, daha sonra Cizvit rahipler tarafından geliştirildiği ve günümüze kadar ulaştığı söyleniyor. Burada Lübnan’ın en eski (1857) ve büyük kapasiteli Ksara, şarap üretim tadım evinde mola verdik. Üç çeşit şarapla çok turistik bir tadım yapıldı. Şarap ve Arak satın alınarak yola devam edildi. Bekaa Vadisi’nin lokal yönetim merkezi ve Lübnan’ın üçüncü büyük kenti olan Zahle’nin yakınından geçerek Baalbek’e yöneldik.
Şarap Evi
Yol boyunca birçok kontrol noktası olmakla birlikte hiç birinde durdurulmadık, yolun her iki tarafındaki direklerde sarı bayraklar, yerel yöneticiler ve dini liderlerin büyütülmüş fotoğrafları yer alıyor, egemenliğin ve denetimin Hizbullah’ın elinde olduğunu belgeliyordu.
Baalbek yerleşimindeki bir park yerine otobüsü bıraktıktan sonra 2-3 dakikalık bir yürüyüşle Baalbek kalıntılarına ulaştık. Burası pagan dönemde de bir kutsal alan iken Fenikeliler döneminde (M.Ö 2000)onların kutsal tanrısı “Baal“ adına bir mabet inşa edilmiş. Baal, güneş tanrısı anlamına geliyor Fenike dilinde. Büyük İskender M.Ö 334 de buraları işgal ettiğinde Yunanca aynı anlama gelen “Heliopolis” adıyla anılmış.
Grek dönemi M.Ö 64 yılında bitince Roma İmparatorluğunun egemenliği başlamış. Romalılar burada bir koloni ve askeri üs oluşturduktan sonra M.Ö 1 den M.S 3.yy kadar uzayan dönemde bu muazzam dini kompleksi yapılandırmışlar. Yapı bu dönemde birkaç kez deprem geçirmiş, daha sonra imparator Justinyan’ın izniyle bazı kolonları, gemiyle İstanbul’a taşınarak Ayasofya’nın inşasında kullanılmış.
Altıgen avluya bir Bazilika inşa edilmiş. 748 den sonraki Arap işgalinde bazı yapısal değişiklikler eklenerek kale haline getirilmiş. Memluklar zamanında da Baküs mabedine bir kule eklenmiş. Şimdi, büyük Jüpiter “Zeus” mabedi, Baküs “Dionizos”ve Venüs adına yapılmış 3 mabetten oluşan muhteşem bir dini kompleks. Bu dini komplekse her iki yanı sütunlu ve merdivenlerle çıkılan bir giriş -Propylea’dan- yapılıyor. Hemen arkasında altıgen bir avlu yer alıyor, 8 metre yüksekliğinde 30 adet pembe sütunla çevrili olan bu avlu mabede gelenlerin toplandığı mekan imiş. Şimdi sadece zemindeki altıgen temel görülebiliyor. 4-5 yy. burası bir kilise olarak kullanılmış. Bunun arkasında içerisinde dikdörtgen şeklinde havuzu olan büyük dikdörtgen bir avlu içerisinde 2 büyük mabet yer alıyor.
Zeus (Jüpiter) adına yapılan büyük tapınak merdivenlerle çıkılan bir yüksek platforma yerleştirilmiş. Yere düşmüş kolonların bazısının uzunluğu 22 metreye ulaşıyor, çaplarının 2 metre olduğu düşünülürse ihtişamı hakkında fikir edinilebilir. Burada altın bir Jüpiter heykelinin yer aldığı varsayılıyor. Bazı kolonlar üst üste yerleştirilmiş 3 silindirik parçadan oluşuyor ve bu parçalar birbirine bakan yüzlerinde yer alan üç çukurluk içerisine yerleştirilmiş kurşun, demir menteşelerle birbirine bağlanmış. Y
Zeus Tapınağı
Bu büyük avluyu çevreleyen nişlerde 500 den fazla heykel varmış. İmparator, önemli sivil ya da dinsel kişilere ait olan bu heykellerin bugün Berlin’deki Bergama müzesi başta olmak üzere dünyanın birçok müzesine göç ettiğini tahmin etmek zor değil.
Heykellerin bulunduğu boş nişlerden biri
Bölgenin Osmanlıların eline geçtiği 1500 yıllarından sonra da bazı sütunların İstanbul’a taşınarak Cami inşaatlarında kullanıldığı biliniyor. Avlu içerisinde yer alan diğer büyük mabet Dionysos (Baküs)’e adanmış. Roma döneminden günümüze kalan yapılar içerisinde en iyi korunmuş mabet olan bu yapının; kapısı, sütunları iç avlusu, özellikle tavan taş işçiliği muhteşem. Tavandan düşen parçalardan birisinde, yılanla birlikte tasvir edilen kadın heykelinin Cleopatra‘ya ait olduğu düşünülüyor
Tavandan düşen taş bloklarda Kleopatra tasviri
Dionysos aşk ve şarap tanrısı olduğundan bu anlama uygun asma üzüm şeklinde figürlerde kapı sütunlarda bolca görülebiliyor.
Dionysos Mabedi kolon kabartmaları
Wilhelm ve Apdülhamit'in restorasyona katkısını belgeleyen yapıtlar
Zeus mabedinin altındaki tüneller kazılarda çıkan bazı heykellerin sergilendiği bir müze haline dönüştürülmüş.
Müze içerisindeki eserlerden bir örnek
Bu ana kompleksin dışında ve aradan geçen yolun karşısında yer alan Venüs mabedi ise daha sonra kilise haline çevrilmiş ve depremlerle büyük zarar görmüş, bugün restore edildiği için ancak uzaktan izlenebiliyor.
Gezimiz bayram tatiline rastladığı için harabelerin içinde yer aldığı kasabanın dükkânları, genelde kapalı, sokaklar çöplük halinde, temizlik işçileri tatilde, sokak satıcıları iş başında idi. Özetle bugünün insanları Mısır ve Suriye’de olduğu gibi o zamanların insanlarının yarattığı yüksek uygarlığın çok uzağında ancak hala onun izlerinden nasipleniyorlar. Harabeleri güneyden güzel bir açı ile gören çok katlı bir binanın üst katındaki bir restoranda yemek yedikten sonra yoğun bir trafik içerisinde Beyrut’a saat 19.00 civarında döndük.
Bu toprakların yetiştirdiği büyük şair ve düşünce adamı Khalil Gibran dan bir dörtlükle gezinin bu kısmını sonlandırmak istiyorum:
Sahip olduğunuzdan verdiğinizde,
Çok az şey vermiş olursunuz.
Gerçek veriş kendinden vermektir.
Çünkü sahip olduklarınız yarın ihtiyacınız olabilir
diye saklayıp koruduğunuz şeylerden ibaret değil mi?
Devam Edecek...
Doç Dr. Demokan Erol
20 Ocak 20112 / Ankara