Avcılık Dediğimiz
AVCILIK DEDİĞİMİZ…
Silahla tanışmam gerçekten çok eski, yanılmıyorsam 7-8 yaşlarındaydım. Babam da zamanın iyi avcılarından olduğu için kaçınılmaz bir sondu benim için, ama bu tanışma sadece görseldi! Pratik anlamda ise ilk ava gittiğim zaman yani 13-14 yaşlarında tanıştım silahla. Daha sonra atıcılık hayatım başladı, turnuvalar, milli takım kampları, sayısını hatırlayamadığım kupa ve madalyalarla dolu geçen, belki de hayatımın en güzel 7 senesi.
Avcılığa karşı olanlara katılmıyor, sadece bu düşüncelerine saygı duyuyorum. Onların düşüncelerinin aksine, bana göre avcılık ne et yemek, ne can almak, ne de canilik. Düşünün bir kere, para ve zaman harcıyorsunuz, uykusuz kalıyorsunuz, ciddi anlamda yoruluyorsunuz, hayatınızı riske ediyorsunuz(sonuçta herkes silahlı ve bazı hayvanlar yaralandıkları zaman tehlikeli!!), ve bunlar yetmiyormuş gibi bazen tek bir hayvan bile göremeden, tetik çekemeden eve dönüyorsunuz. Yani eskilerin dediği gibi “kırk gün taban eti, bir gün av eti”..
Avcılık yaptığım için çevremdeki insanlardan gerçekten ciddi tepkiler alıyorum bazen. Hatta beni yıllardır tanıyan eşim bile zaman zaman damarıma basıp beni çileden çıkartmıyor değil. Ama onları suçlamak da pek doğru olmaz bence. Çünkü onlar, bu işin belirli kuralları olduğunu ve bu kurallara uyulduğu takdirde ekosisteme en ufak bir zarar verilmediğini bilmiyorlar. Avcılığı sadece, zavallı ve korumasız hayvanları son derece teknolojik silah ve arazi araçları yardımıyla vurarak, önlerinde fotoğraf çektirmekten ibaret zannediyorlar. Her zümrede olduğu gibi bunları yapan ve kendilerine “avcı” diyen yurttaşlarımız da yok değil!! Maalesef bu arkadaşlar yüzünden adımız çıkmış 9’a inmez 8’e..
Aslında, avcılık gerçekten bir spor bana göre. Çünkü avdayken doğayla, uykusuzlukla, av hayvanlarıyla, kısacası her şeyle mücadele eder avcı. Örneğin ördek avına gittiğinizi varsayalım. Evden geceyarısı çıkıp ortalama 150-200 km yol yapmak gerekir. Dolayısıyla uykusuzluğa dayanıklı olmalısınız. Sabah 03:00 gibi avlağa gelinildiği düşünülürse şimdi sıra ördeklerden gizlenmek için sazlardan “güme” yapmaya gelir. Dışarısı -15 derece, inanın ben bile bazen sorarım kendime “yahu delimiyim ben acaba, sıcacık yatak bırakılıp da üç tane ördeğin peşinde ava gelinir mi?”diye. Ama gerçek avcılar bilir ki, yapacak birşey yok, nasıl anlatayım, bu bir tutku, bir hayat felsefesi, bir yaşam tarzı.
Sonra sıra, kasık çizmelerini giymek suretiyle, o buz gibi göle girerek, rüzgar yönüne ve hayvanın cinsine göre mühreleri tek tek yerleştirmeye gelir. Tüm bu işlemler bittikten sonra saat yaklaşık 05:45. Az sonra ezan okunacak ve yeşilbaşlar ufukta belirmeye başlayacak. Sıcak bir nescafe ve birazcık av sohbetinin tam vakti. Havanın sert ve acımasız oluşu, başınıza taktığınız berenin yanlarından içinizin derinliklerine kadar işleyen rüzgar, rüzgarın etkisiyle kıyıya vuran dalgaların çıkardığı ses, ufukta görmeyi sabırsızlıkla beklediğiniz bir çift kanat ve dünyevi işlerden soyutlanmanın tam vakti. İşte böyle başlar bir ördek avı. Eğer şanslıysanız av gelir, sonra şansınızı kendinizin yaratmanız gerekir. Nasıl mı? İyi düdük çalacaksın, mühreleri iyi yerleştireceksin, giydiklerin waterproof ve thinsulate olacak ki üşümeyeceksin, iyi kamufle olacaksın ve biraz da iyi silah kullanacaksın. Aslında benim ve avcılığı layıkıyla yapan tüm avcılar için en keyifli anlar bu anlardır. Yani; uğraşmadır, emektir, üşümek ve sabredip beklemektir. Hele bir de ördek gelirse… değmeyin avcının keyfine. Ateş etme şansını yakalayıp vurmak tabiî ki harika ve istenen sonuç. Ama ya kaçarsa?.. Emin olun iyi avcılar hiç ama hiç üzülmezler böyle bir durumda. Hatayı kendilerinde ararlar ve bilindik bir teselli gelir ardından “önemli değil canım, hepsinin canını biz vermedik ya!..” Ya da atıcı ve avcılar arasında pek meşhur olan bir kitap açılır “Bahaneler Kitabı”, mesela, “gözüme çöp kaçtı, tam tetiği çekecekken ördek yukarı fışkırdı, çok kalabalıktılar hangisine atacağıma karar veremedim”, vs,vs. Daha sonra yeni bir ördeğe kısmet deyip beklemeye devam edersiniz.
Av bitiminde mangalda pişen etler, közlenmiş patlıcandan yapılan güzel bir meze, buz niyetine etraftaki kar kullanılarak içilen birer duble rakı ve yemek bitiminde köz üstünde kullanılmaktan dışı simsiyah olmuş demlikte pişirilen taptaze bir bardak çay. Ve uzun dönüş yolculuğunda o günkü avla ilgili yapılan kritikler, gülüşmeler ve bir sonraki haftanın av planları..
Bunları yazarken bile içim içime sığmıyor, avuçlarım terliyor ve av sezonu açılsın diye sabırsızlanıyorum. İşte budur bence avcılığın mantığı; yaşamaktır, paylaşmaktır, sabretmektir, güvenmek ve hayatınızı emanet etmektir yanınızdaki ”av” arkadaşınıza.
Ayrıca ava saygı duymak ve kanunlara uymaktır avcılık. Şahsım ve benim gibi düşünenler için şunu çok net söyleyebilirim ki; bizler, yasak zamanda avlanmayız, yasak bölgede avlanmayız, kanunlarca avı yasak olan hayvanlara tetik düşürmeyiz, devletin koyduğu av limitlerine uyarız ve vurduklarımızı gerek ustalarımızdan öğrendiğimiz yöntemlerle gerekse çeşitli internet sitelerinden aldığımız tariflere göre pişirip yeriz. Kısacası her türlü saygıyı gösteririz ava ve avcılık oluşumuna. Ve hatta, belki de en önemlisi “duran hiçbir hayvana tüfek atmaz ve attırmayız”, ona da bir şans veririz kaçsın diye.
Bana göre avcılığın psikolojik yönü de çok önemli. Çünkü bütün bir haftanın stresini, üzüntüsünü, kederini, ev kirasını, faturaları, kısacası beni boğan her şeyi bırakırım ben dağlarda, tepelerde, göllerde belki de bir azılı’nın peşinde. Çünkü dağdayken aklımda, içimde, tüm benliğimde bir tek “av” vardır. “Acaba nerden çıkacak?, nasıl çıkacak?, tüfek atmam için bana şans verecek mi?, vurabilecek miyim?” vs vs.. Ve av dönüşü sadece tatlı bir yorgunluk kalır bedenimde. Yenilerin deyimiyle “resetlenirim” resmen. Bedenim hırpalanır belki ama, ruhum dinlenir sabah ayazında ciğerime çektiğim ıslak toprak kokusuyla.
Rasgele…
M. Ayhan İŞLER