DEĞİŞEN HİÇBİR ŞEY YOK
DEĞİŞEN HİÇBİR ŞEY YOK...
Mehmet Emin Bora
17 Kasım 2008
Eşim, 30 üyesi ile beraber bir resim sergisi açıyor. Serginin tüm geliri başarılı öğrencilerin tahsili yönünde harcanacak.
30 yürekli kadın, (Tüm kalbimle söylüyorum) 100.000 avcıya bedel!
30 hanım > 100.000 avcı!.. (2008)
-!..
Şaşırdınız değil mi? Neden 30 hanım 100.000 avcıdan büyük? Bu büyüklük hangi anlamda? Bunu anlatacağım.
Eşim Sanayici ve İş Adamları Vakfı Kadın Platformu Derneği başkanı.
Kendisi gibi 30 hanım arkadaşı ile beraber yaklaşık olarak 13 seneden bu yana kamu yararına faaliyet gösteriyorlar.
Hemen hemen her yıl, bir öğrenci yüksek tahsilini tamamlarken bir çok yardıma muhtaç insana da el uzatılıyor.
Muhtelif etkinlikler yapmak sureti ile elde ettikleri gelirlerle, gazilerimize, çok başarılı olmalarına rağmen mali imkansızlıklardan ötürü okuma güçlüğü çeken çocuklarımıza, burs vermek sureti ile yardımcı oluyorlar. 2008 yılı itibarı ile 10.000 TL civarında bir para toplamışlar. Halen 13 çocuk okutuyorlar. Geçmiş yıllarda içlerinde doktor olanlar var, yakın bir zaman diliminde olacak olanlar da... Üstüne üstlük, bu hanımların en ufak bir beklentileri de yok. Gelin şimdi bir hesap yapalım.
30 gönüllü hanım bir yılda 10.000 TL toplarsa 100.000 avcı bir yılda kaç TL toplamalı sorusunun cevabı ise 333.333. Tl toplamalıdır şeklinde...
Ülkemizde 275.000 avcı olduğunu internet üzerinden öğreniyorum. Doğruluğundan büyük ölçüde şüphem var. Bu olsa olsa kayıtlı avcı sayısıdır. Kaçak avcılık yapanlarla beraber gerçek avcı sayısı 1 milyon da diyen var... Bana sorsalar bu sayı minimum 2 milyon civarındadır. Hatta geçer. Bu sayıyı hanımların ortaya koyduğu performansın aynısı ile örneklersek 1.000.000 avcı, için aynı rakamları yükümlülük diye kabul edersek yani eş tutarsak ...
333.30 TL ile çarparsak 9.165.750 TL'ye ulaşırız. Gerçek bu.
Geriye kaçak avcı kalır ki... Ondan da bu ülkeye zerre hayır gelmez.
Onların işi yağma... Doğal kaynakları yağmalıyorlar. Sizce başka bir tanımı var mı?
-!..
Şimdi ülkemizde yaşanan temel sorunu ve çözüm yolları hakkında kişisel kanaatimi arz edeceğim. Bu birikimin altında 50 yıldan fazla bir zaman olmasının yanı sıra, sektörü yakınen bildiğimi de söyleyebilirim. Şimdi çok basit bir örnek vereceğim. Bu ülkede avcılıktan elde edilecek yıllık gelir 12 milyon TL'nin altına asla düşmez. Birileri çıkar da 24 milyon derse de itiraz etmem...
1-Temel sorun öncelikle farkındalıkla ilgilidir.
2-Sorunun temel ögelerinden bir diğeri siyasi gücün vizyonu ile ilgilidir. Bunu bir örnekle açıklamak isterim. Farklı zamanlarda iktidara gelen siyasi partiler doğal olarak iş bölümü yapıyor. Bakanlıkların hangi kriterle dağıldığını en azından 50 seneden bu yana izleyerek ben öğrendim. Varsayalım ki Orman Bakanlığına Ahmet Bey atandı. Şimdi soru şu: Ahmet Bey'in orman ürünleri hakkında bilgisi var mı? Milli Parklar hakkında?.. Avcılık hakkında? Kırsal Kalkınma?, Eko Sistem hakkında, daha çok sayıda ana başlık yazabilirim. Ama gelin görün ki bakan beyin ihtisas alanı gıda üzerine, örneğin kebap üzerine... Ne olacak şimdi? Yeni Bakanın bir ümidi var. Başta müsteşar olmak kaydı ile tüm bürokratlar emrinde... Görevi kaldığı yerden sırtlar götürürüz diye düşünüyor. Ama acı gerçek o ki iş asla öyle olmuyor. Bakanımız işi öğrenene kadar en azından 2-3 sene geçiyor. Yapılan yanlışlar var. Olan düzeni en azından 1-2 sene daha geriye götürürken uzman kadronun yerini eş dostun yazdığı "hamili kart yakınimdir"şeklindeki notlarla iyiden çıkmaz yollara giriyor. KHK'ye istinadan göreve getirilen kişilerin bir süre sonra devletin en üst düzeydeki kadrolara yatay geçiş yaptığını izliyoruz. Çok samimi söylüyorum. İş bu kadarla da kalsa "eyvallah" diyeceğim. Siyaset bulaşmış çok sayıda çıkar grubu var. Onların ne talepleri biter ne de gözleri doyar.
3-Tarım ve Orman Bakanlığı devasa bir sorun yumağı... Ben de kalkmış "avcılık sorununu nasıl çözeriz" bunu anlatmaya çalışıyorum. Onlar ise bu konuya "Avcı diye tanımladığımız "kocaman çocukların oyunu" diye bakıyor. Peki bunun sebebi nedir?
Çözümüm yolları hakkında var olan kadronun büyük bir kısmının yeni dünyanın uyguladığı metodlar hakkında bilgisi kulaktan dolmadır.
4-Tarım ve Orman Bakanlığını birleştirmenin yanlış olduğunu düşünüyorum.
5-Orman fakültelerinden mezun olan orman mühendislerinin yaban hayatı ile ilgili bilgileri son derece yetersizdir.
6-Yetişmiş elaman sayısı ülke geneli için asla kabul edilemez sayıdadır.
7-Milli Parklar Genel Müdürlüğü'nün kadrosunda bulunan personelinin özlük haklarının merkezde oturup çalışan orman mühendislerinin haklarından fazla olması asla tartışma konusu olmamalıdır.
8-Milli Parklar Genel Müdürlüğü'nün çok özel bir durumu vardır. Burada çalışan tüm personelin bilmesi gereken bir gerçek var. Ömürlerinin çok büyük bir kısmı doğada geçecektir. Bir örnek vermek isterim. Nasıl ki Erzurum'da Portakal Festivali Adana'da kış oyunları yapılamazsa Genel müdürlükte 50 kişi çalışırsa taşrada en az 500 kişi çalışacaktır.... Bunu baştan bileceğiz. Seneler önce Bakanlık personeli ile birlikte Fransa'ya yabanhayatı hakkında bilgi edinmek için gitmiştim. Rahmetli Uçkun Geray'la sıkı bir dostluğum olmuştu. Yeri geldi üniversitelere yeni başlayacak gençlerin nasıl bir sınav sisteminden geçtiğini yetkilikişilerden öğrenmek istemiştim. Cevaben "Böyle bir sınav yok, istediğin okula gider kaydolursun" dediler. Bunun iki istisnası varmış... Orman Fakülteleri ve Tıp Fakülteleri. Burada da sınava değil mülakata gireceksin ve hangi soylu duygular seni bu Allah'ın dağlarında göreve çağırıyor... Buna bizi ikna edecek bir savunma yap derlermiş.. Not: Avcı Eğitimi ve Yaban Hayvanı Üretme Vakfı'nı kurduğumuz tarihten bir kaç ay sonra avcılık kursu açmış ve kurs sonunda yazılı bir sınav yapmıştık. Bu sınavın son sorusu "Bizlere yaşadığınız bir av öyküsünü veya doğada yaşadığınız sizi etkileyen bir anınızı bir A4'ün sadece bir yüzünü dolduracak kadar kısa şekilde yazın" şeklindeydi. Sınav sonunda elimize müthiş hikayeler geçti. Bir ahlaksız bunu rica minnet benden aldı ve bir daha da getirmedi. Bu bana göre çok kıymetli belgeleri önce benden dolayısıyla gelecek kuşaklardan çaldı... Başka bir tanımı yok. Fransa'da yapılan ince ayarı yıllar önce nasıl uyguladığımı görecektiniz.
...Bu işin olmazsa olmazı budur. Merhameti olmayana ne insan ne de avcı denir.
17 Kasım 2008 günü bir serginin açılışına gittim. Gaza gelmiş olmalıyım ki uzun zamandan beri yakın çevremin "Ne zaman sergi açacaksın?" şeklindeki tahriklerine kapılarak "gelmişken ben de müracaat edeyim bari" dedim. Haziran 2009'a kadar salonlar doluymuş. "Kısmet değilmiş" diye düşündüm. 2 gün sonra bir haber geldi. Bir organizasyon iptal olmuş, dolayısıyla bir salon boş kalmış. "Katılır mısınız?" dediler. Tarih 01 Aralık 2008! Yani fotoğraf sergisini 10 gün sonra açmam gerekecek! "Evet" dedim. 10 gün sonra dostlarımın büyük katkıları sonunda sergiyi açabildim.
Girişe 100 x0.60 cm ebadındaki bu yazıyı koydum.
.
Karşısına da... Yaklaşık olarak 30 sene evvel çekilen alttaki fotoğrafı...
Gerede'de çekilmişti... Bir yabandomuzu avında... Mamiya C 330 ile...
O gün farklı şeyler yaşamış, çok da gülmüştük. Anılarda kaldı... Fotoğrafı gazeteci Ufuk Güldemir çekmişti!
Mehmet Emin Bora / Gerede / Yaklaşık olarak 43 yıl vvel
Yazıyı neden oraya koydum! Okuyunca herkes anlıyor... Önemli not: Ayakkabılarım o dönemin en ünlü markası!
Bilmeyenler için anlatayım. Bu ayakkabı sıradan avcıyı emekli edecek kadar dayanıklıydı. (MEKAP). O dönemde Güneydoğu'da onu ayağınızda görürlerse... Size potansiyel terörist gözü ile bakarlardı... Ben bu ayakkabılarımı hala saklıyorum... Zaman zaman onunla dertleşiyorum... Çok vefakardır!.. Senelerce beni sırtında taşıdı, bir tekini bile kafama savurmadı!.. Halbuki arkadaşının başına keklik savuranlar bile olmuş. Fotoğrafı da bilerek oraya koydum ki!.. Avcılığa karşı çıkanlara "nerede yanlış yaptıklarını anlatacak bir konu açılsın" istedim.. Yanılmamışım, düşündüğüm gibi de oldu. Özellikle hanım ziyaretçiler avcılığa şiddetle karşı çıktılar. Ben de, elimden geldiği kadar onların farklı bir bakış açısı kazanması yönünde gayret sarf ettim. Ne derecede başarılı oldum? Bunu bilemiyorum! Ama canlı şahit olduğum bir şey oldu. Anlatmak isterim... O tarihlerde Milliyet Gazetesi'nde haftada bir gün avcılık ve yaban hayatı üzerine yazı yazıyordum... Yazılarımdan birini, çok büyük puntolarla basarak silahlı fotoğrafımın yanına yine bilerek (!) yerleştirdim. Bahse konu o yazım da aşağıda.
Yüz Kızartıcı Ön Yargılar
Olağan dışı bir şeyler olduğunu içine düştüğü sarsıntıdan anlamaya çalıştı ise de nedenini anlamakta pek de başarılı olduğu söylenemezdi. Sezilerinin güçlü olduğu biliniyordu ama ‘’akıl’’ ona bahşedilmemişti ki. Henüz dünya ile tanışmamıştı zaten. Havayı hiç koklamamış, rüzgârı, karı, güneşi, yağmuru hiç görmemişti. Ama ne kalmıştı ki şunun şurasında!.. Birkaç saat sonra gözlerini dünyaya açacaktı. Yine de anasının bayırları yel gibi aşmasının sebeplerini anlamaya çalışıyordu. Ne oluyordu acaba? Silah sesi sabahın sessizliğini bir bıçak gibi kesti. Sol ön kolunun üstünden vurulmuştu. Önce tökezledi sonra can havliyle hemen toparlandı. Vücudu her zamankinden daha halsiz ve ağırdı. İsteksizce birkaç adım daha attı ve sağ tarafının üstüne kendisini yavaşça bıraktı. Aldığı bu derin yara onu karamsarlığa itmişti. Neredeyse doğum başlayacaktı. Bir anda tüm hayatı gözlerinin önünden geçti. Ne çok badireler atlatmıştı. Mısırlarını yediği köylüler aklına geldi. Yediğine pişman değildi ama tüm tarlayı da yerle bir ettiğini isteksizce hatırladı. Utandı biraz. Ama ‘’Yaratan’’ böyle yaratmıştı o ne yapsın ki? Bütün yaşamı da kötülüklerle dolu da değildi hani. Ormanın bedelsiz çalışan çiftçisi o değil miydi? Toprağı baştan aşağı kazıp, tohumu toprağa karıştıran, toprağı havalandıran, yeni fidanların boy vermesine sebep olan kimdi? Üstüne üstlük dünyanın birçok yerinde itibar da görüyordu!.. Hepsinden önemlisi bu tür bir kimlikle dünyaya gelmek onun tercihi de değildi... Bunların muhasebesini yapacak zamanı yoktu. Aldığı yara ona çokça kan kaybettiriyordu. Biraz gayret edebilse hiç olmazsa neslini devam ettirecek bir iz bırakabilecekti. Milyonlarca yıldan beri var olan kurgu bunu emrediyordu. Biraz ıkındı, evet evet oluyordu galiba. Başını ileriye uzatıp ayaklarını germeye çalıştı. Yavrular birbiri ardına dünyaya gelmeye başlamıştı bile. Acı ile kaygı arasında bir süre bocaladı. Sezileri sorularını cevaplamıyordu. Yavrularına önderlik edemeyecek, elmalığa giden patikaları gösteremeyecekti. Karanlıkta yol bulmayı, ses çıkartmadan usulca dolaşmayı kim öğretecekti? İlk defa üşüdüğünü hissetti, bacakları uyuşuyordu. Son kasılmanın ardından gelen rahatlamadan doğumun bittiğini anladı. Yavrularının geleceği için duyduğu korku, acısını çoktan bastırmıştı. Başını son bir kere kaldırdı... Memelerine süt dolduğu, hissettiği son duygu oldu. O yerde can çekişirken yavruların acımasız dünya ile tanışması böyle oluyordu. Gök gürültüsünü andıran sesin ardından anasının yere yıkılışının manasını anlamamıştı bile. Ana karnının sıcaklığı yerini buz gibi çimlerin soğukluğuna terk etmişti. Zar zor ayaklarının üstünde durmaya çalıştı. İçgüdüsü onu, yerde yatan anasının yanına doğru götürdü. Burnuna ana kokusu, süt kokusu geliyordu. Evet yanılmamıştı bu anasının memesiydi. Emmeye başladı. Boş kalan memeler kısa sürede birbiri ardına dolmaya başladı. Toprak ölümle yaşamı aynı anda kucaklamıştı. Ahlak dışı bir oyun sahneleniyordu. Adam (!) sırıtarak yerde yatan ananın göğsünden süt emmeye çalışan yavru domuzları bacaklarından kaptığı gibi yakındaki çeşmenin yalağına götürdü. Yüz kızartıcı önyargıları, aklının önüne geçmişti. Elini bileğine kadar suya sokarak rezilliğin son perdesini oynadı. Son yaptığı iş, bu alçaklığı kamerası ile tespitlemek oldu. Siz bu yaratığa insan diyebilir misiniz? O zaman avcı da diyemezsiniz. 20.05.1995 / Ankara
Bu öykü kimi ne kadar etkiledi bunu bilemiyorum. Ama kafalarının karıştığını, gönül rahatlığı ile söyleyebilirim.
Şimdilik elimden gelen buydu... "Hiç yoktan iyidir" diye düşünüyorum. Aradan 27 sene geçti, aşağıdaki sergiyi o zaman açmıştım...
(27 sene sonra) 8 Şubat 2022 tarihinde telefon çaldı... Arayan 26 senedir dostluğumuzu sürdürdüğümüz Sn. Nermin Sarıtoprak'tı. Eşimle konuşmak istediğini söyledi. Ben de telefonu eşime verdim. Nermin Hanım eşimi 2 gün sonra yapılacak TÜSİAV'ın Yönetim Kurulu toplantısına davet etmiş. O da kendisi ile kısa bir sohbetten sonra muhakkak geleceğini söylemiş. Dolayısıyla bu toplantıya katılma sürecimiz bu şekilde oluştu. Benim her zamanki titizliğim yüzünden "toplantıya gelen ilk davetli ödülü" yine bizim oldu.
Çarşamba günü komşum Sn. Alev Yılmaz ve eşimle beraber tam zamanında toplantı salonunda buluştuk.
Sn. Alev Yılmaz ve eşim Ümran Bora
Sn. Veli Sarıtoprak açılış konuşmasını yapmak için kürsüye geldi .
Kısa bir süre sonunda salonun büyük bir kısmı doldu
Sn. Veli Sarıtoprak açılış konuşmasını yapıyor. (19 Şubat 2022)
TÜSİAV Başkanı Sn. Veli Sarıtoprak'ın çalışma hayatının dolu dolu geçtiğini ancak özgeçmişini okuyunca anlayabilirsiniz.
Görev yaptığı tüm kurumlar ülkemizin en prestijli kurumları... Geride kalan yarım asra çok şeyler sığdırmış başarılı bir işadamı. Bu tanımlama benzetmek gerekirse bir buzdağının sadece görülen yüzüdür. Suyun altını ise anlatmanın çok zor olduğunu düşünenlerdenim. Özetlemem gerekir ise nerede ülkenin yararına yapılan bir çalışma varsa bilin ki o işe omuz vermiş kişilerin arasında mutlaka Sn. Veli Sarıtoprak vardır. Özde Sn. Sarıtoprak bir buzdağı gibidir. Görülen kısmı suyun üstündedir... Suyun altındaki devasa boyutu ise hepimizi gururlandıracak kadar büyüktür.
Ümran Bora - Veli Sarıtoprak
Eşime geçmişte yaptığı üstün hizmetlerden dolayı verilen takdirname
(19 Şubat 2022)
Soldan sağa; Sn. Zeynep Esra Özdemir - Sn. Nermin Sarıtoprak - Ümran Bora - Sn. Füsun Şener
Ankara Sanayi Odası başkanı Sn. Nurettin Özdebir
Kapanış konuşması
Soldan sağa; TÜSİAV Başkanı Sn. Veli Sarıtoprak - Sn. Nermin Sarıtoprak - Sn. Ümran Bora - Sn. Burcu Işık - Sn. Alev Yılmaz
-
Sergiye çok sayıda ziyaretçi geldi.( 27 sene evvel)
Soldan sağa: Tuncay Özdemir - Ümit Altuncu - M.E.B - Dr. Dt. Mete Özdemirci - Umut Özkara - Hüsrev Özkara
Hanım ziyaretçiler, hiç tanımadıkları bir insanın içtenlikle kaleme aldığı yazıyı okuyunca duygulandılar. Ağlayanlar oldu.
Sn. Nevzat Ceylan onca işinin arasında açılışa gelerek "dost ne demek" sorusunu yanıtladı...
Sn. Mehmet Ekizoğlu
Okul çağında çok sayıda ziyaretçilerim oldu... Çocuklar böylesi ortamlarda yetişmeli. Kültür dediğin, alınır satılır bir şey değil ki! Zamanında bu ihtiyacını gidermezsen (!) daha sonraları, ağzından soksan burnundan çıkar...
Cevaplanması gereken önemli bir soru da "Neden sergi açtığımdır"
Rahmetli babamın son sözleri aklımdan hiç çıkmıyor! Gülhane Hastanesine sabahın 5'inde ambulansla götürdük babamı. Annem ben ve eşim.
Yaklaşık olarak 10 gün çok zor günler geçirdi. Bir gün ziyaetine gittiğimde el işareti ile beni yanına çağırdı ve yattığı yerden hafifçe doğrularak kulağıma fısıldayarak "Ben sonumun böyle olacağını bilseydim neler yapmazdım!" dedi. O gün yanında ağlamadım... Aradan 32 sene geçti. O sözler aklıma her gelişte ağlıyorum... Şimdi olduğu gibi...
Şimdi affınıza sığınarak bu soruyu sizlere sormak isterim... "Yarın öleceğinizi bilseydiniz, bu gün ne yapardınız?"
İçtenlikle kucaklayacağınız eşinizi, çocuklarınızı, ananızı, babanızı bir düşünsenize!
Doyabilir miydiniz?
-!..
Giderayak, aklınıza kim bilir neler takılacaktı!
Bir anda, o güne kadar sizin için çok şey ifade eden, tüm maddi varlıkların değerinin "hiçe" indiğinin geç de olsa farkında olacaktınız!
"Çok önemsediğiniz; arabanız, eviniz, yazlığınız, bankadaki yüklü mevduatınız, tüfeğiniz ve benzeri yüzlerce şey artık sizin değildir."
Ama geçmiş olsun!
Bir tekerini bile çamurlu yollardan esirgediğiniz arabanızı sizin bilemediğiniz birileri tepe tepe kullanacak.
Yeri geldiğinde en yakın dostlarınıza bile "vallahi bende de yok" dediğiniz paracıklarınızı son kuruşuna kadar hoyratça harcayacaklar.
Nereye yaslayacağınızı bir türlü bilemediğiniz o canım tüfeğinizi "kürek sapı gibi" otların üzerine atacaklar...
Kucağınızda bebek misali oturttuğunuz o canım fotoğraf makinesinin başına kim bilir neler gelecek?
Vizöründen sadece siz bakamayacaksınız!.
Kısa sürede teknolojiye yenik düşecek makinenizin sizinle ilintisi, olsa olsa yeni ikametgahınızı (!) görüntülemekle ilgili olabilir!
Hepsi hepsi bu kadar.
Benzeri pek çok davranışı sizler de hayal edebilirsiniz. Hayat böylesi binlerce örnekle doludur.
Daraldınız değil mi?
-!..
Sergiyi açarken bunları düşündüm. Düşüncem bununla sınırlı da değil. "Avcılar sadece öldürmeyi bilir" şeklindeki ön yargıyı kırma yolunda, bir çaba sarf etmek istedim. Ölene kadar da bu fikri savunacağım. Rahmetli Doğan Cüceloğlu'nun dediği gibi avcılar sıra dışı insanlardır.
Sonumun benden önce yaşayanlarınki gibi biteceğini bildiğim için...
Nasıl olsa er veya geç, bir gün kaybedeceğim değerleri şimdiden sizlerle paylaşabilmek için...
Arkamdan hoş bir seda kalabilirse... Ne mutlu bana.
Bildiğim bir tek şey var. Çok belge ve bilgi kalacak...
-!..
Meşe Kargası / Çamlıdere
Uzun Göl / Trabzon Van Kalesi
Meşe Kargası / Çamlıdere
Taşlar - Ayder Yaylası / Rize Gelincikler / Kastamonu
Aşağı Kavron Yaylası / Rize Sereler / Çamlıdere
Satıcı Kadın / Işıkdağı Bayburt
Pencere - Zil Kale / Rize Elveren Yaylası / Çamlıdere
Kafkasör Yaylası / Artvin Atlar - Say Yaylası / Çamlıdere
Angıt - Aşağı Ovacık Beli / Bolu Kelebekler Aşağı Ovacık Beli / Bolu
Kelebek Aşağı Ovacık Beli / Bolu Yayla Evi / Bolu
Ozmuş Köyü / Çamlıdere Ozmuş Köyü - Hasat / Çamlıdere
Avdan Köyü - Çamlıdere Kelebek / Bardakçılar / Çamlıdere
At arabası - Göle / Kars Yedigöller - İspir / Erzurum
Yedigöller ve kayalar - İspir / Erzurum Menzelet Baraj Gölü / Kahramanmaraş
Karagöl / Şavşat Karagöl / Borçka
Yabandomuzları / Kazan Kayık - Yedigöller / Bolu
Gülücük - Say Yaylası / Çamlıdere Sığırcık / Çamlıdere
Van Kalesi Hatay - Çelvik Atlar - Ağrı Dağı
Soğanlı Geçidi / Bayburt Ayder Yaylası / Rize Trovit Yaylası / Çamlıhemşin
Soğanlı Geçidi / Bayburt şk / Çamlıdere Kaçkarlar / Rize
Aşağı Ovacık / Bolu Yalnız Ağaç / Pelitçik Kızılcaören Yaylası / Kızılcahamam
Mor Yayla / İspir Alakoç Yaylası / Çamlıdere Mor Yayla ve Gelincikler / İspir
Savaşan Köyü - Halfeti Gelincikler / Kastamonu Ormanda Işık / Çamlıdere
İnkor Yaylası / Yusufeli Hatmi Çiçeği/ Bayburt Yaşam Savaşı / Çamlıdere
Yaşam Gücü / Çamlıdere
Ailem...
Soldan sağa: Tolga Bora - Dr. Dt. Mete Özdemirci - Pınar Özdemirci - M.E.Bora - Ümran Bora
Ümit Altuncu - Yurdanur Altuncu - Nadide Seda İmgel
Serginin kısa öyküsü bundan ibaret.
Bu deneyim bana ve yakınlarıma çok şey öğretti. Ayrıntılara girip her şeyin özenli olması için gayret sarf ettik. "İdare eder" yaklaşımı içinde hiç olmadık.
Kızım Pınar Özdemirci, sağ kolum oldu. Onu yanaklarından öpüyorum.
Bizim bu halimiz dışa vurmuş olmalı ki benden 3 tane 50 x 70 fotoğraf satın alan Sn. Mustafa Güngör: "Mehmet Bey siz bu sergiyi para kazanmak için açmamışsınız, konuşmalarınızdan ve heyecanınızdan bu belli oluyor" dedi". Sn. Mustafa Güngör'ün sergilediği tavır çok sıra dışıydı... Kendisine minnettarım...
Sn. Mustafa Güngör
Fotoğrafları Sn. Güngör'ün Beysukent'teki evine götürdüğümüzde onunla kısa bir sohbet yapma olanağım oldu. Aile değerlerine bağlı, sağduyu sahibi bu insanı dinlemenizi çok arzu ederdim. Özellikle de gençlerin dinlemesini... Kim bilir bir gün tekrar bir araya gelirsek "onun değerli tecrübelerini sizlere aktarma fırsatı bulabilirim" diye düşünmekteyim.
Sn. Deniz ve Niyazi Taşkan
Çok sayıda ikili görüşmeler yaptık. Sevgi dolu sıcak mesajlara muhatap olduk.
Daha ne olabilirdi ki?
Eş dost herkes yardımımıza koştu.
Gelemeyenler çiçekleri ile bizleri onurlandırdı... Huzurunuzda onlara içtenlikle teşekkür etmek istiyorum.
Sn. Zeliha Zembilci Amerika'dan çiçek göndermiş! Ne diyeceğimi bilemedim...
Fotoğrafların basımı sırasında ASDOĞAN fotoğraftan çok büyük ölçüde yardım gördüm. Onlara teşekkür borcum olduğunu düşünüyorum.
Soldan sağa: İsmail Haykır - Tuncay Özdemir - Ömer Kıraç - M.E.Bora
Bu arkadaşlarım olmasa ben bu sergiyi "zor açardım" bile diyemiyorum.
Açamazdım. Bu böyle bilinsin.
Sergi vesile oldu, avcıları eleştirdim, yapabildiklerimi de eleştiriye açtım.
Bir zaman gelecek ki "O ne yapmıştı?" sorusu herkes için gündeme (!) gelecek...
Bilinsin istedim!
Korkak özgür düşünemez, özgür düşünemeyen insan olamaz
Ali Demirsoy
29 Ocak 2009 / Ankara
Mehmet Emin Bora