ULUGEYİK, BİLGE KEÇİ, AYI DAYI
VE
AVCI BİRLİKLERİNİN NATO PERSONELİNE FAYDALARI!..


 ©

© ©

Karikatürler / Tuncay Özdemir 

Geçtiğimiz ay başında, Merkez Av Komisyonu’nun aldığı kararları - 9 ayrı bölgede görev yapan- uygulamalardan sorumlu baş mühendislere daha iyi anlatabilmek için geniş katılımlı bir toplantı yapılması tasarlandı.

Olayları yakın takip edemeyenler için söylüyorum; Milli Parklar ve Av ve Yaban Hayatı Genel Müdürlüğü’nde büyük bir değişim yaşanıyor. Merkez, özellikle av ve yabanhayatının yönetiminde benimsediği yeni yaklaşımları taşra ile paylaşmak arzusunda. Yapılan araştırmalar sonucunda görüldü ki her yıl yapılan MAK toplantısından sonra yayınlanan basın bülteni ile koca bir yılı geçiren bölgeler olmuş.

Halbuki o bültende, o yıl için alınan kararların sadece ana çizgileri var.

Ya gerisi!..

Detay gibi algılanan bir çok önemli nokta, kayıtsızlıktan ötürü ihmal edilmiş. Yıllarca, bu ve benzeri problemlerle yeterince ilgilenen olmamış. Gerçek bu olunca “Mevcut uygulamadaki sorunlar, öncelikle baş mühendislerin ağzından dinlenmeli” diye düşünüldü. İşte bu toplantının düzenlenmesindeki ana sebeplerden biri bu. Bir diğeri de, merkezde duyulan heyecanın taşra ile paylaşılması. Bence tıkanıklığın aşılmasında en önemli nokta, arzulanan bu birliktelikte yatıyor.

İşte bu  düşüncelerin ışığı altında 7 Temmuz 2000 tarihinde Bursa Uludağ’da bulunan Orman Bakanlığı’nın tesislerinde iki gün süreli bir toplantı düzenlendi.

Türkiye'nin 9 Ayrı Bölgesinde Görev Yapan Baş Mühendisler 
 İstanbul  Orman Fakültesi'nin Öğretim Görevlileri 
ve
Sivil Toplum Örgütlerinin Üyeleri

 07 Temmuz 2000 / Bursa 

Bu toplantıya baş mühendislerin yanı sıra avcılıkla ilgili sivil toplum örgütlerinin temsilcileri de davet edildi. Ben de bu sıfatla katıldım. 

Toplantı, şehitlere saygı duruşu ile açıldı ve İstiklâl Marşı hep birlikte okundu. Gündemi, katılımcılara Gn. Md. Muavini Sn.Muzaffer Topak duyururdu ve:

Sn.Muzaffer Topak

“Program, sizlere de duyurulduğu üzere ‘Av ve Yaban Hayatında Yeni Yaklaşımlar’ çerçevesi içinde olacak. Bu umutla bu toplantıyı planladık ve düzenledik. Bugünkü programı tamamen sayın hocalarımızın konuşmalarına ayırdık. Bugünün sonunda  değerlendirme bölümü bittiğinde, Türkiye’de ve dünyada yabanhayatındaki politikalar ve  yapılabilecek çalışmalar konusunda bir sonuca ulaşmış olacağız. Hepimiz bir fikir sahibi olacağız. Bu beklenti içindeyiz” dedi.

Daha sonra, açılış konuşması için Gn. Müdür .Sn. Hüsrev Özkara’yı kürsüye davet etti.

Sn. Hüsrev Özkara önce bir durum tespiti yaparak;
Sn. Hüsrev Özkara
 “Göreve geldiğim anda Milli Parklar Av ve Yaban Hayatı Genel  Müdürlüğü’nü kendi akışı içerisinde kendini kategorize etmiş, merkezden gelecek olan emirleri bekleyen,  tartışmaktan uzak, günlük ve güncel düşüncelerin içerisinde, kısacası denizdeki kayıp bir tekneye benziyordu” dedi. Daha sonra 185 milyarlık bütçelerini, 1 trilyon yüz elli milyara çıkarttıklarını, personel açısından heyecanını tamamen yitirmiş elamanların % 80’inin değiştirildiğini anlattı. Sözlerine “Kimse kişisel olarak üzerine alınmasın, uyum sağlayamayan arkadaşları da değiştireceğiz. Sabahtan akşama kadar cumartesi, pazar dahil çalışan bir mekanizmanın kendisini taşıyamayacak uyku halindeki arkadaşlara ihtiyacı yok” dedi. Toplam 84 yeni araç alındığını; var olan eksikliklerin en kısa sürede tamamlanacağını ifade etti.

Genel müdürün popülizm içermeyen konuşması, alışıla gelenin dışında olduğu için dinleyicileri oldukça şaşırttı. Bence, doğru olanı yaptı. Çalışma heyecanını yitiren tez elden gitmeli. Sorumluluk duygusu ön plâna çıkartılmalı; çünkü, yapılan yanlışların faturası, dolaylı yoldan da olsa hepimize çıkıyor. “Devlet, milleti için var olduğunu, ortaya koyduğu çalışmalarla kanıtlamalı” diye düşünüyorum.

 Oturduğu yerden, kılkeçisi besleyerek  yabanhayvanı ürettiğini zanneden zavallıları hatırlıyor musunuz?

Türü bozulmuş hayvanlara yıllarca verilen onca yemin parası aslında kimin cebinden  çıkıyordu?

Ya da kılkeçisi tarafından öldürülen 7 adet geyiğin  sorumlusu kimdi?

Kılkeçisini: Taammüden geyik öldürmekten tutuklayabilir misiniz?

Geçmişi düşününce içimi afakanlar basıyor.

Ben kafamdan bunları geçirirken kürsüye “ Av ve Yaban Hayatı Yönetiminde İlkeler ” başlıklı  konuşmasını sunmak üzere Sn. Prof . Dr. Uçkun Geray geldi.

Sn. Prof . Dr. Uçkun Geray

Hocanın zevkle dinlediğimiz konuşmasının özünde yine bazı ilkler vardı. Bu konuşmanın tam metni, dergimizde yayınlanmalı. Bu iki açıdan çok önemli. Birinci önemi, her zaman olduğu gibi içeriğinin zenginliğinden kaynaklanıyor. Bir bilim adamının, bir ana bilim dalı başkanının avcılığa bakış açısını herkes öğrenmeli.

Bu, özellikle önyargılı (!) olanlar için tabiri caizse elzem.

Tavaf eder gibi döne döne okusunlar.

Üç beş kereden sonra anlayacaklarına eminim. İkinci önemi ise, tarihsel açıdan.

Kimin, neyi, ne zaman, nasıl söylediği kayıtlara geçmeli. Bu tespit, yakın gelecekte avcılığın tarihsel gelişimini öğrenme arzusu duyanlar için çok değerli ipuçları oluşturacak.

Sorunlara zamanında doğru teşhis konmuş mu?

Yaklaşım hatası yapılmış mı?

Bu denli doğru teşhisleri kim veya kimler yapmış?

Çeşitli ölçeklerde olumlu katkıları kim koymuş.

Karşı çıkanlar kimmiş? V.b sorular gibi.

Mevcut sistem içindeki septikleri (!) ancak yayınlanan belgeler ortaya çıkarabilir.

Söz, su üstüne yazılan yazı gibidir. Kayda geçirilmezse, ağızdan çıktığı an unutulmaya mahkûmdur.

Ayrıca dilimizde “Kabahat gelin olsa kimse almaz” şeklinde bir özdeyiş var.

Bunun tam aksine de “Başarının sahibi çok olur” derler.

Süreç sonunda lehte veya aleyhte çıkacak faturanın adresi şimdiden  bilinmeli diye düşünüyorum.  

Hoca sözlerine;  Gn. Müdür Hüsrev Özkara’nın kararlı tutumuna gönderme yaparak başladı: “Bu azim ve kararlılık sürdükçe sektörü kurtarmamak diye bir husus söz konusu değildir. Ormancılığın parlak ve  güzel yüzü olan av ve yabanhayatı konusunda mesafe almamak mümkün değildir. Bu bağlamda, ben de tabiatı ile bir akademisyen olarak elimden gelen tüm çabayla yanınızda olmak istiyorum” dedi. Konuşmasının içinde avcıları bir regülatör olarak tarif eden hoca;

 “Avcıyı geçmişteki kimliğinden uzaklaştırarak onu insanileştirmek, toplumsallaştırmak lazım. Yani değer yargılarını geliştirmek lazım. O bir regülatör olduğunu bilecek, insanileşecek, hümanist olacak. Böyle bir avcı kitlesi yaratmak zorundayız. Çünkü, uluslararası sözleşmeler bizi bu noktaya zaten getirecektir” dedi.

Tarihsel süreci özetledikten sonra “Sürdürülebilir kaynak yönetimin bileşenleri nedir? Yani bir tek kelimeden mi ibarettir? Bileşeni var mıdır? Ayrı ayrı üzerinde durulması gerek kompenetleri var mıdır? diye baktığımızda; evet vardır ve çok önemlidir diye cevaplayarak bunları;

1- Biyolojik ekolojik boyut

2- Sosyokültürel boyut

3- Ekonomik - Finansal boyut olarak” açıkladı 

‘Bunların ağırlıkları eşit midir?’ sorusuna yine kendisi cevap vererek: ‘Hayır’ dedi ve gerekçeleri ile beraber itiraz sebebini açıkladı. Konuşmasına, “Ulaştığım ilkeleri söylüyorum” diye devam eden hoca tespit ettiği 11 ilkeyi tek tek anlattı.

Bunları özetlemek doğru olmaz. Kendi içinde bütünlüğü kaybolabilir. Dilerim gelecek sayımızda tamamını okursunuz. Hoca, zaman zaman da olsa gündem dışı konuşmalar yaptı. Bunlardan birisinde sivil toplum örgütlerine göndermelerde bulundu.

Umut ederim ki mesajı yerine ulaşmış olsun.

10 dakikalık bir aradan sonra Sn. Prof. Dr. Aytuğ Akesen kürsüye gelerek “Doğal Kaynak Yönetiminde Av ve Yaban Hayatının Yeri ve Önemi” başlıklı konuyu izleyicilere sundu.

Sn. Prof. Dr. Aytuğ Akesen

Sn.Aytuğ Akesen:  “Avcılık konusu gündeme geldiğinde deniliyor ki, bu konuda politikamız yok. Bu yanlış. Olsa olsa kötü politikamız var diyebiliriz. Bunu düzeltmek için, sağlıklı politika ortaya koyabilmek için,  sağlıklı bir örgütlenme politikasından tutun da uygulama politikasına kadar, bir dizi oluşturabilmek için ne yapmak lazım? Bunun temel koşulları var. Her şeyden önce bir örgütümüz olacak. Bu istenilen kriterleri taşıyacak. Bu örgütümüzün uygulamada destekleyici temel bir bilgi birikimi olacak. Yoksa eğitimsiz bir teknik ve idari personelden  oluşan örgüt işleyişini layıkı ile yerine getiremez. Eğitimin ötesinde uzmanlık olacak.” dedi.

3. konuşmacı Sn. Prof Dr. Torul Mol’du. Hoca, aynı zamanda  İstanbul Orman Fakültesi’nde Av ve Yaban Hayatı Kürsüsü’nü yönetiyor. Sunacağı konunun başlığını, bizlere dağıtılan program metninden okuyorum. “Türkiye'de Yaban Hayatı ve Yapılacak Çalışmalar.”

Sn. Prof Dr. Torul Mol

Hoca, konuşmasına MAK’ın nasıl işlediğini anlatarak başladı!

Süre içinde ana tema hep MAK oldu.

Bir ara “Ülkemizdeki yaban hayvanları üretme sahaları ile ilgili ciddi iddialar var” dedi.

 O anda iliklerime kadar titrediğimi hatırlıyorum.

Avgünü Dergisi’nin Ekim 1999 da yayınlanan 36’ncı sayısında “Parola: Vatan Sevgisi / İşareti; Aktüel Durum Tespiti” başlıklı yazımı okuyanlar (!) hemen hatırlayacak.

Ben, o yazımda hiçbir iddiada bulunmadım ki!..

Kokuşmuşluk olduğunu da iddia etmedim!...

İspat ettim, ispat!..

Yüreği yeten, gelsin elimdeki slaytları seyretsin.

Yüreği yeten resmi raporu okusun.

Hoca hâlâ ‘İddialar var’ diyor!..

Pes doğrusu.

Ankara’dan ayrılmadan evvel “Bursa’da konuşmayacağım. Beni ilgilendiren, taşradan gelen mühendisler ve onların içinde bulundukları darboğazlar. Onları iyi izlemem, temel sorunlarını iyi algılamam lazım, çünkü nihai çözüm taşradan gelecek” diye düşünerek kendimi şartlamıştım.

Bu ön şart,  hocaya cevap vermeme mani oldu.

Ama gelin görün ki toplantı öyle bir mecraya sürüklendi ki istemeden de olsa farklı konularda iki kısa konuşma yapmak durumunda kaldım.

Bence, elbirliği (!) ile çizgi dışına çıktık.

Konuşmacıların zaman zaman hoş olmayan üslupları ortamı gerdi. Bu tutumun, ne denli haklı olursa olsun hiç kimseye fayda sağlamayacağı artık bilinmelidir. Varılan nokta, tehlikeli ve düşündürücüdür. Bir sözü söylemenin onca yolu varken, insanları aşağılayarak, hangi fikrinizi zorla kabul ettirebilirsiniz?

Lisan bilmemek ne zamandan beri suç veya her şey adına ne zamandan beri mutlak yeterlilik? Elbette ki lisan bilmenin kişiye kazandırdıklarını yadsıyamayız. Bu, bilgi edinmeye göreceli olsa da yeter de, insani ilişkileri kurmaya yeter mi?

Baz olarak alınan ve anlatılan model, bildiğin lisan ile bağlantılı olursa, bilmediğin onca lisana ait uygulamalar hakkında ne diyeceksin! 

En iyilerin yanlış mantığı şuydu der İspanyol asıllı Metafizik Profösörü  Jose  Ortega y Gasset;

JoseOrtegayGasset.jpg

 Jose  Ortega y Gasset

İngiliz yaşantısı geçmişte bir harikaydı, hâlâ da öyle; demek ki İngiliz orta ve liseleri örnek olmalıydı. Çünkü o yaşantı oradan kaynaklanıyor.

Alman bilimi bir mucize, demek ki Alman üniversitesi örnek kurum, o bilimi yarattığına göre. Haydi gelin, İngiliz orta öğretimiyle Alman yüksek öğretimini taklit edelim.

Bu kafalardan silinip atılması gereken bir yanlıştan doğuyor.

O da ulusların okulları iyi olduğundan ötürü büyük oldukları inanışı.

Kuşku yok bir ulus büyük olduğu zaman okulu da iyidir.

Okulu iyi olmayan büyük ulus yoktur.

Güzel de aynı şeyi dini, politikası, ekonomisi ve daha bin bir şeyi için de söylemek gerekir. Taklitçilikle yetinmemizden ve sorunları kendi kafamızla irdelemememizden ötürü en iyi hocalarımız bilimlerin ayrıntılarında güne ayak uydurmakla birlikte, bütün açısından on beş  yirmi yıl gecikmeli bir ruhla yaşıyorlar.

Gerçek benliğini bulma, kendi kanılarını kendi yaratmak çabasından kaçmak isteyen herkesin içine düştüğü trajik yanlış budur.

Yabancı ülkelerden bilgi aransın, tamam ama model, hayır.

Bu tespitlere katılırsınız veya katılmazsınız. Ama, üzüm yemek isteyenlerin asla unutmaması gereken bir gerçek var. O da, yürekten yüreğe yayılan ve evrende yaşayan tüm canlıların ortak lisanı olan sevgiyi, insanlara has bir duygu olan saygıyı, hoşgörüyü, toleransı, göz ardı ederek hiçbir yere ulaşılamayacağıdır. 

Dilerim ki bir kere daha bir araya gelebilirsek, ortak ölçütümüz sevgi ve saygı olur.

İşte bu noktada Sn.Torul Mol hocamın hoş görüsüne sığınarak üretme istasyonları konusuna geri dönmek istiyorum.

Uludağ’a çıkarken Yeşiltarla Geyik Üretme İstasyonu’nu gördün mü Hocam ?

Ben gördüm, hatta gözden kaçıranlar olmuştur diye, onlar adına bol bol fotoğraf da çektim.

Hocam, siz ‘ulugeyik’ diye bir geyik türünün dünya literatüründe varlığını duydunuz mu?

Tuncay Özdemir ©

Bir Japon’a bir Fransız’a bir Alman’a geyik kelimesinin başına takılan ‘ulu’ sıfatını nasıl izah edebiliriz?

 

Uludağ’daki geyik ‘ulu’ ise;Antalya Giden Gelmez Dağları’ndaki yabankeçisine ‘bilge’ diyebilir miyiz?                        

 

        

 

“Olabilir” denilirse “ayı”, “dayı” sıfatını haydi haydi hak edebilir” diye düşünüyorum.

Tuncay Özdemir ©

 

Meraktan Bursa Başmühendisi arkadaşıma ‘ulu’ kelimesinin nerden geldiğini sorduğumda Uludağ’da “Geyiklibaba” isimli bir türbe olduğunu söyleyerek “Belki oradan gelmiştir, ayrıca üniversitede bize okutulan kitaplarda da böyle yazıyor.” dedi.

Siz ne dersiniz hocam?

Bu istasyonun önünde yaz kış her gün binlerce insan duruyor ve yabanhayvanlarına mevsimine göre gönüllerince ikramda (!) bulunuyorlar.

İşte bu aşamada iki önemli hata yapılıyor.

Birincisi, bu insanların kafasına, okudukları imlâsı bozuk tabeladan ötürü, dünyada olmayan “ulugeyik” diye bir hayvan türünün varlığı yerleşiyor. Bunun sonucunda özelikle çocuklar, başka bir yerde bir geyik görseler ‘Baba bak, ulugeyik” diyebilecekler.

Bu yanlış öğretiye kimin hakkı var?

Genç beyinleri yanlış bilgilerle doldurmuş olmuyor muyuz?

İkincisi ise, yaban hayvanına elbirliği ile yapmış olduğumuz eziyet.

“Nedir?” diye sorarsanız öncelikle, onun yabanıl karakterini bozuyoruz. Onu, hücre hapsine mahkum ederek hem kendisinin, hem de o orman parçasının sonunu hazırlıyoruz.

Dünya böyle yapmıyor.

Biz bu dünyada yaşamıyor muyuz?

Üstelik yazmış olduğunuz kitabınızın 36’ıncı sayfasında düzenlediğiniz tablodan da anlaşılacağı gibi “100 hektarda  1.5  geyik yaşar” diyorsunuz.

Gerçek bu ise, 15 hektarda 37 geyik yaşamını sürdürebilir mi?

Hâlâ, üretme istasyonlarının doğru yönetildiğini düşünebiliyor musunuz?

Hocam, merak ettim ve bu bağlamda “Yaban Hayvanları Bilgisi” isimli kitabınızı okudum. Sunuş başlığı altında ikinci paragrafta okuyucuların bu husustaki eleştirileri ve tavsiyelerini içtenlikle beklediğinizi yazıyorsunuz. 

Ben de ifadenizin samimi olduğunu düşünerek eleştiri hakkımı kullanmak istiyorum.

Neden? diye merak edip soranlara da;

 “Bir şeylerin vakti çoktan geldi de geçiyor” diyebilirim.

Kitabınızdan örnekleme metodu ile aldığım bölümler içinde :

 1 ilâ 10’uncu sayfaları arasında              152

100-110'uncu sayfaları arasında               39

200-210'uncu sayfaları arasında               44

300-310’ncu sayfaları arasında                 31

400-410’ uncu sayfaları arasında        86 adet olmak üzere toplam 50 sayfa içinde 352 imlâ hatası var.

Örneğin, bütün hayvan isimleri büyük harfle yazılmış.

İmlâ kılavuzları bunun yanlış olduğunu söylüyor.

Saray kelimesi de padişah kelimesi de, cümle içinde geçerse küçük yazılır. Topkapı Sarayı derseniz özel isim olduğu için büyük yazılmalı. Murat dağlarında derken dağın D harfi büyük olacak ve çoğul ekinin tırnak işareti ile ayrılması lazım. “Murat Dağları’ndan”gibi. (Sayfa 9)

İşte 50 sayfa içinde bu tür 352 hata, bana sunuş bölümünde içtenlikte teşekkür ettiğiniz kişilerin, bu teşekkürü hiç de hak etmedikleri gibi bir düşünceye sahip olmamı sağlıyor. İçerik açısından  hatalar ise göz ardı edilemeyecek boyutta.

17’inci sayfada "Terminoloji" başlığı altıda saydığınız onca ormancılık terimi arasında “Ferma” nın ne işi var?

Fermanın açıklanması çok gerekli ise “Aport” niye yok?

!..

104’üncü sayfada “Kuruluş Amaçları” ana başlığı altında “Av koruma alanları çeşitli amaçlara hizmet etmek için kurulurlar. Bu amaçlar aşağıdaki şekilde sıralanabilir” denmiş ve birinci madde olarak da “Düzensiz ve yok edici avlanmalar” yazılmış. Konudan bihaber olanlar, bu cümleden nasıl bir anlam çıkarabilir?

107’nci sayfada  “Av Yerleştirme Alanları” diye bir başlık var. Av kelimesi, yapılan eylemin adıdır. Av kelimesinin karşılığını Türk Dil Kurumu sözlüklerinde; “Karada ve denizde evcil olmayan hayvanları vurma ya da yakalama işi”diye okuyoruz.

Bu şartlar altında, bahse konu başlık sizce de yanlış bir cümle değil mi? 

104’üncü sayfada “Yaprak avı özellikle karacanın kızışma zamanında başarılı sonuç verir” demekle yaban hayvanlarının çiftleşme döneminde avlanmasını özendirmiş olmuyor musunuz?

Bu sizce doğru mu?

Bir üniversite, bir kürsü, yabanhayvanlarının reflekslerinin en zayıf anında onun avlanmasını nasıl önerebilir?

Orman mühendislerini bu mantık içinde yetiştirirseniz doğru mu yapmış olursunuz?

Bugün yaşanan onca yanlışlığın temelinde, öğreti eksikliği veya yanlış bilgilendirme yok mu?

126’ıncı sayfada “Sürek avı” başlığı altında: “Bu av tipi büyük hayvanlar için uygun değildir.” denmektedir.

Bu kimin kanaati?

Ülkemizde yaygın olarak yabandomuzu avı yapılan bölgedeki avcılara sorun bakalım, nasıl bir yanıt alacaksınız.

Aynı cümledeki  “Büyük hayvanlar” tabiri sizce yerine tam oturmuş mu?

 “Ormanda sürek avı.” başlığı altında rüzgarın meyilli esebileceği anlatılıyor.

Rüzgar, nasıl meyilli eser?

152’nci sayfada “Avcı kuruluşlarının av turizmine katkıları” başlığı altında  bahsettiğiniz “avcı federasyonları” diye bir kavram yok. Ülkede var olan tüm av kulüplerini de av turizmine katkı koymak için 7 başlık altında görevlendirmişsiniz.

Niye ki?

Özellikle 2’nci maddede NATO personelinin neden ön plâna çıkartıldığını hâlâ anlamış değilim. Bilim adına yazılan bir kitapta,  değişebilirlik oranı son derece yüksek kavramlar üzerine kalıcı kurallar oturtulabilir mi?

NATO yazılmış, oldu olacak bari Birleşmiş  Milletler ve  IMF personeli de deseydik!..

Tuncay Özdemir © 

Şimdi, geçer akçe bu!

Ne dersiniz Hocam?

Siz değilseniz de, bu sorgulamalarımdan ötürü bazı bilim adamlarının bana kızacağını  şimdiden hissediyorum. Buna, rahatlıkla “avcılara has sezgiler” diyebilirsiniz.

Onlara, ben değil  Ortega cevap versin.

Bakın Ortega ne diyor:

“Her şeyden önce meslekle bilimi ayıralım.

Her şey bilim değildir. Kendine bir mikroskop satın almak ya da laboratuvarı süpürmek bilim değildir, tamam; ama bir bilim dalının içeriğini açıklamak ya da öğrenmek de bilim değildir.

Asıl ve gerçek anlamıyla bilim, yalnızca araştırmadır; yani ortaya bir takım  sorunlar atmak, onları çözümlemeye çalışmak ve bir çözüme ulaşmak.

Bir kez oraya varıldı mıydı, ondan sonra artık o çözümden yararlanarak yapılacak şeylerin hiç biri bilim değildir.

O yüzden bir bilimi öğrenmek de öğretmek de bilim değildir, onu uygulamak ya da yararlanmak da öyle.

Belki bir bilim dalını öğretmekle yükümlendirilen kişilerin kendisini bilim adamı olması yararlı olabilir -hangi çekincelerle-, ilerde göreceğiz. Ama ille de şart değildir.

 Nitekim araştırmacı, yani bilim adamı olmayan nice başarılı bilim öğretmeni çıkmıştır ve çıkmaktadır. Kendi bilim dallarını bilmeleri yeterlidir. Ama bilmek araştırmak değildir. Araştırmak bir gerçeği ortaya çıkartmaktır ya da onun tersidir, yani bir şeyin yanlışlığını kanıtlamaktır.

Oysa bilmek yalnızca o gerçek üstüne yeterli bilgi edinmektir.

O ulaşılmış, oluşmuş gerçeğe sahip olmaktır. Bilim insanın yaptığı ve ürettiği en yüce şeylerden biridir. Zaten “üniversiteden” daha yüce oluşu, üniversitenin bir öğretim kurumu olmasından belli.

Çünkü bilim yaratıdır, öğretim etkinliği ise ancak o yaratıyı öğretmeyi, aktarmayı, sindirtmeyi ve özümsetmeyi hedefler.

Öyle yüce bir şey ki bilim, son derece naziktir ve -ister istemez- orta insana kapısı kapalıdır.

Pek ama pek özel, insan soyunda pek seyrek rastlanan bir yönelim gerektirir.

Bilim adamı modern rahiptir.”    

Sn. Hocam, üniversiteler gelişmiş ülkelerde milletinin göz bebeğidir. Öyle de olmalıdır.

Sizler toplumun her anlamda hocasısınız.

Biz, sizleri kendimize örnek almak istiyoruz.

Örnek mükemmel olmalı ki yansıma sırasında  kaybedilen değerlerden dolayı en azından bizlerin de iyiyi yakalayabilme şansı olsun.

İmam yanlış yaparsa cemaat ne yapar hocam?

-!

Kaygılarımı arz ettim…

Saygılarımla.

Nicolaas Matsier:  Bellek, el altındaki malzemeyle hemen bir yemek yapıp sofraya koyan bir aşçı gibidir diyor.

AmaAynı yemeği bir daha pişiremez"

Dolayısıyla,

"En soluk mürekkep bile en güçlü hafızadan iyidir."

 

 

Mehmet Emin BORA

 24.07 2000 / Ankara

Not:

Bursa / Uludağ’da yaşananlar sadece bunlardan ibaret değil. Toplantı sırasında kaydettiğim ses bantlarını yoğun çalışmamdan ötürü hızlı çözemiyorum.

Bu süre zarfında bant çözümünde bana yürekten yardım eden Sn. Rıza Gözlük’e huzurlarınızda teşekkürü bir borç biliyorum.

Yukarıdaki yazımı toplantı tarihinden  (7 Temmuz 2000) 20 gün sonra yazmıştım.

Kısmet 17 yıl sonra sitemizde yayınlanması imiş...

Dilerim ki bu site benden sonra da yaşatılabilsin.

Karanlığa karşı yeni ışıklar yakılsın.

Mehmet Emin BORA

Ankara / 15.02.2017

 

 

Bu yazı 4161 kez okundu...