Yapılan araştırmaların içinde belki de en çarpıcı olanı avcıların yıl içine kaç kere ava gittiğini gösterir tablo olmuştur. Yıl içinde "kaç kere" ava gidildiği uzun bir süreden beri üzerinde pek çok tartışma yapılan ana konulardan biridir. Konu ile en ufak bir ilintisi bile olmayanların saatlerce fikir beyan ettiği bu konu özellikle speküle edilmeye de çok müsaittir. Ama yaşanan gerçek, istisnaların dışında tablodaki gibidir.
Merkez Av Komisyonu her yıl aldığı kararlar ile avlanma gün sayısının yıl içinde kaç gün olacağını belirler. Bu gün sayısı yaklaşık olarak 70 gün civarındadır. Bu süre yaklaşık olarak haftalık
olarak hesap edildiğinde (ağustos-şubat ayları arasında ) haftada 3 güne eş gelir. (Bu hesaplamada resmi tatiller göz ardı edilmiştir)
Bir avcı haftada üç gün ava gidebilir mi ?
Çok aykırı örnekler hariç bu sorunun cevabı kesinlikle "Hayır"dır.
Çünkü avcı;
1- İşinden ötürü bu işe ayıracak zaman bulamaz,
2- Mali imkan bulamaz,
3- Fiziki kudret bulamaz,
4- Bu tempoda “mutluluk” bulamaz,
5- Beraberlik isteyen bu eylem, bu kadar sıra dışı özellik taşıyan insanları bir araya getiremez,
Sayılan bu faktörlerin dışında hava şartlarının ağırlaştığı zamanlarda, fiziki koşullardan kaynaklanan diğer sebepler de, ava gitmeyi daha da zorlaştırır.
Sadece "ava gitme gün sayısı" tek başına tartışılması gereken bir konu da değildir. Yıl içinde 40 kere ava gidip, sisteme zarar vermeyen avcı olacağı gibi, yine yıl içinde sadece 10 kere ava gidip çok büyük tahribata yol açan avcılar da olabilir. Dolayısı ile yeni baştan kurgulanacak sistem bu mahzurları ortadan kaldırabilecek yeni yaptırımların ve fırsatların oluşmasına olanak tanımalıdır. Yani envanteri yapılmayan hiçbir hayvan türü avlanmaya açılmamlıdır. (M.E.B)
SONSÖZ
Milli Parklar ve Av-Yaban Hayatı Genel Müdürlüğü'nce son 3 sene içerisinde farklı konularda yapılmış, içeriği zengin pek çok çalışmayı örnekleri ve belgeleri ile eldeki imkânlar çerçevesinde sizlere sunmaya çalıştım. Doğaldır ki bu çalışma gayreti içinde olurken istemeden bazı hatalar yapmış olabilirim. Bunun için okuyuculardan peşinen özür dilemek isterim. Ama bilinmelidir ki sadece istatistiki bilgilerin bile ortaya çıkması başlı başına bir çalışmadır. Ankete katılan 10.369 avcıdan anket için soruların cevaplanması istenirken onların ikametgah adreslerinin yanı sıra onlara kolayca erişebileceğimiz bir de telofon numarası istemiştik. Avcılar bu isteğimizi hoşgörü ile karşılamış ve bu ricamızın gereğini yerine getirmiştir. Bu, yaklaşık olarak 60.000 kişi için de geçerlidir. Bu belgeleler Bakanlığın arşivinde saklıdır. Anket sonuçları her zaman buradan kontrol edilebilir.
Çok dar bir kadro ile bilgi ve belge bağlamında köklü bir miras almadan Genel Müdürlük tarafından gerçekleştirilen bu çalışmalar bazılarımıza "yetmeye" bilir. Ayrıca başarıyı yakalama arzusu içinde olan toplumlar aksi yöndeki tutumlara itiraz etmeli, azla yetinmek yerine "yetinmemelidir" de diyebilmeliyiz. Sadece göz ardı etmememiz gereken bir önemli nokta var… Onu burada uzun uzadıya anlatmak yerine Eski Bir Hint Masalı adlı küçük felsefe öyküsünün "bu küçük noktayı" yeterince anlamlı olarak ifade edeceğini düşündüm ve bu öyküyü kitabımızın son sayfasına aldım.
Yapılan çalışmaları eleştirmeden evvel yapılan çalışmaları öyküdeki bakış açısı ile yorumlar mısınız?
Eski Bir Hint Masalı
Bir zamanlar çok büyük bir ressam varmış. Eserleri herkes tarafından çok beğenilirmiş. Ülkenin kralı bile onu onur madalyası ile ödüllendirmiş. Ona Hintçe'de renklerin ustası anlamına gelen "Ranga Charya" adı verilmiş. Ama hayranları ona kısaca "Ranga Guruji" derlermiş. Ranga, yıllar içinde, alanındaki ustalığını kanıtlarcasına kendine özgü bir renk stili geliştirmiş. Çok çalışması, yorumu ve konuya kendini vermesi, kendinden sonra gelenlerin onu takip etmesi için örnek olmuş.
Bir sanat okulu açmış ve orada müritlerine sanatın inceliklerini öğretmeye başlamış. Belli bir müfredatı ve süresi yokmuş bu okulun. Öğrencinin yeteneğinden ve bilgisinden kendisi tatmin olduktan sonra onu sanat dünyasına takdim etmesi bu okulun özelliğiymiş.
Kendince bir "Öğrenci Değerlendirme" yöntemi geliştirmiş. Bu onun çalışma yöntemi gibi, dünyada eşi olmayan bir yöntemmiş.
Okulunda bir öğrenci olan Rajeev ise çok aceleciymiş. Allah vergisi bir yeteneğe sahipmiş ve Ranga'nın aradığı özellikler doğrultusunda, diğer öğrencilerden çok daha hızlı bir başarı gösteriyormuş.
Ranga ondaki bu gelişmeden çok memnunmuş. Çok övgü ve teşvik almaktan dolayı Rajeev merakla Ranga Guruji'nin onu artık bir ressam olarak ilan edeceği ve hayatının bu şekilde devam etmeye başlayacağı günü bekliyormuş. Bir gün, çok kibar bir şekilde Ranga Guruji'ye final uzmanlık sınavını ne zaman alacağını sormuş. Ranga gülümseyerek;
- "Rajeev, sen benim gelecek vaat eden öğrencilerimden birisin. Çok kısa sürede sanatın inceliklerini öğrendin. Sanırım şimdi final sınavının zamanı geldi."
- "Sınav konumun ne olduğunu söyler misiniz, Guruji?" diyen Rajeev mutluluğunu ve heyecanını saklamakta zorlanıyordu.
Ranga;
- "Rajeev, bir resim yapmanı istiyorum, bu senin en iyi resmin olmalı ve herkes hayran kalmalı. Simdi acele etme ve hayatının şaheserini yap."dedi.
Rajeev gece gündüz çalıştı; en güzel resmini yaptı ve Ranga Guruji'ye getirdi.
Ranga:
- "Şimdi bunu şehrin meydanında halkın beğenisine sun."dedi. ve "‹nsanların senin eserini görmelerine izin ver. Resmin altına büyük ve koyu harflerle, bu resmin halkın değerlendirmesi için oraya konulduğunu ve resimdeki hataların izleyenler tarafından resmin üzerine bir X çizerek belirtilmesini yaz."
Rajeev, Ranga'nın dediklerini yaptı ve resmi şehrin en merkezi yerine koydu.
Birkaç gün sonra Ranga gidip onu getirmesini söyledi. Rajeev meydana giderken çok heyecanlıydı. Ancak oraya vardığında çok büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Tüm resim baştan aşağı X işaretleriyle doluydu. Başarısızlığı böylece anlaşılmıştı. Büyük bir kalp kırıklığıyla resmi Ranga Guruji'ye gösterdi. Ranga O'na asla umutsuzluğa kapılmamasını ve yeniden bir resim yapmasını tavsiye etti.
Rajeev yeni bir sanat şaheseri daha yaptı. Ranga daha önce söylediği şeyleri tekrarladı. Ancak en son satırda değişiklik yaparak bu kez Rajeev'e resmin yanına boya ve fırça da koymasını söyledi. Resmin altına yazdığı mesajda izleyicilerin hataları bulması ve resmin yanında bulunan malzemeleri kullanarak düzeltmeleri istenmişti. Birkaç gün sonra Rajeev resmi almaya gittiğinde şaşırdı. Çünkü resmin üzerinde hiçbir işaret olmadığı gibi yanına konulmuş olan malzemelere de hiç dokunulmamıştı. Rajeev resmi Guruji'ye sunarken çok mutlu olmuş ve kendine güvenle dolmuştu.
Ranga yine gülümsedi,ve;
- "Rajeev bugün öğrenmiş olduğun bu dersle birlikte artık senin eğitimin tamamlandı." Dedi ve ilave etti;
- "Sevgili oğlum, eğer bu dalda mükemmellik ve yücelik istiyorsan sadece sanatta ustalaşmış olman yetmez. Ama insanların eline fırsat verildiğinde, hiçbir şey bilmedikleri bir konuda bile eleştirip, değerlendirme eğiliminde olduklarını da öğrenmen gerekir."
"Eğer dünyayı seni yargılayacak kişi olarak kabul edersen hep hayal kırıklığına uğrarsın. ‹nsanlar hiçbir bilgisi ve ciddiyeti olmadan yargılamalarda bulunur ve birbirlerine fikirlerini söylerler. Senin ilk resmini X'lerle doldurdular. Çünkü onları engelleyecek hiçbir risk yoktu. Ve çoğunun bu konuda hiçbir yeteneği ve bilgisi de yoktu. Ama onlara sunulan bu fırsatı memnuniyetle değerlendirdiler. Ama ayni insanlar, hataları bulup düzeltmeleri istendiğinde hiç biri bunu yapamadı. Çünkü bu kez onların bilgisi ve yeteneği risk altındaydı; bu konudaki eksikliklerini göstermekten çekindiler. Uzak durmayı tercih ettiler."
Ranga devam etti:
"Böylece sevgili oğlum, senin çalışman, senin yeteneklerin, senin bilgin, senin sanat alanındaki çabaların, senin çok çalışmanın ve içten uğraşılarının değerli bir ürünüdür. Bunu, dünyaya bedava sunma. O zaman, çalışman ilk resminin uğradığı sonuca uğrar. Kendinin yargıcı ol ve değerini kendin belirle ama bunu adalet ve eşitlik ilkeleriyle yap. Ve böyle davrandığında seni temin ederim ki asla ne kendin ne de eserinle hayal kırıklığına uğrarsın."
"Tanrı seni korusun oğlum."
Rajeev'in gözlerinde saygı ve neşe dolu yaşlar vardı. Kalbinin derinliklerinde, eğer bu son dersi almasaydı eğitiminin eksik kalacağını artık o da hissediyordu.
Bağışlanmak dileği ile saygılar sunarım…
Mehmet Emin Bora
17 Eylül 2002
NOT:
Bu kitabın ön çalışmalarını, değişik zaman dilimleri içinde - görevim gereği - Milli Parklar Genel Müdürlüğü'ne defalarca sundum. Amacım, süreç içinde kurumu, yapılan çalışmalardan dolayı bilgi sahibi etmenin yanı sıra, veri eksikliğinden kaynaklanabilecek olumsuzlukları en aza indirilmesini temin etmekti.
Kitabın bitimine çok az kala bir süre “özellikle dil konusunda” kaygı duyduğum bazı noktaları Milli Parklar Genel Müdürlüğü'ne örnekleri ile beraber arz ettim. Örneğin; “Yaban Domuzu” ayrı ayrı mı yoksa “Yabandomuzu” gibi bitişik mi yazılmalıydı? “Kınalı Keklik”, “Yaban Hayatı”, “Ala Balık” mı doğru yazım şekliydi. Yoksa doğru olan; “Kınalıkeklik”, “Yabanhayatı”, “Alabalık” mıdır? Görüşmelerin sonunda vardığımız ortak nokta “Hangi sözlükler, hangi yazım şeklini destekliyor?” şeklinde özetlendi. Ben de çalışmalarımı bu yönde yoğunlaştırdım.
Yaptığım araştırmalar sırasında bazı imla klavuzlarının bir baskısında “uluslar arası” ayrı ayrı yazılırken bir başka yılda - yine aynı klavuzda - “uluslararası” kelimesinin bitişik yazıldığını gördüm. Benzeri pek çok örneğe, sizlerde tanık olmuş olabilirsiniz. Sonuç olarak, ön plana çıkan veya genel kabul gören tek bir yazım şekli bulamadım.
Bunun dışında, tabir caizse zorunlu olarak uymamız gereken yazım şekilleri de vardı... Örneğin; kitap içinde, kurumumuzun adını yazarken “Milli Parklar ve Av - Yaban Hayatı Genel Müdürlüğü” olarak yazmak mecburiyetinde olmamız gibi... Bu yazım şekli, kurum için bir anlamda “logo” niteliğini taşıyordu. Buna karşılık, “Yabanhayatı” kelimesini, yaptığımız tercih doğrultusunda diğer metinlerde bitişik olarak kullandık. Sonuç olarak, bu şartlar altında yapılabilecek doğru yazım tercihinin “bir sözlüğe” dayandırılmasının, “doğru davranış” olacağı yönünde fikir birliğine vardık. Keşke, dil konusu gibi son derece önemli olan bir konuda, gerekçesi inandırıcı olan sadece tek bir doğru olabilseydi... Okuyucu, bu kitaptan öncelikle “nelerin, nasıl yazıldığı değil”, “nelerin, nasıl yapıldığı” yönünde bilgi edinecekse, “sadece kaynak gösterelim” yaklaşımı daha da güçlendi.
Bu bağlamda Sn. Ali PÜSKÜLLÜOĞLU' nun (Doğan Kitapçılık A.Ş / Yapı Kredi Yayınları / 1995) gözden geçirilmiş 2. baskısı olan “Türkçe sözlük” adlı kitabını “kaynak kitap” olarak kabul ettik.
Seçilen kelimelere bu gözle baktığımızın bilinmesini önemle rica ederim.
|